Açıköğretim Ders Notları

İslam Tarihi ve Medeniyeti 2 Dersi 8. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden İslam Tarihi ve Medeniyeti 2 Dersi 8. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Sosyal Hayat

Sosyal Yapı

Kent Yaşamı : İslâm toplumunu ilk dönemlerinden itibaren göçebeler ve yerleşikler; köylüler ve kentliler şeklinde iki türlü tasnif edilmektedir.

Arap yarımadasının önemli bir bölümü İslâmiyet öncesi dönemde ağırlıklı olarak göçebe karakter arz eden kabilelerden meydana gelmekteydi. Şehirler ise, sosyal hayatın her yönünü kapsayan çeşitli faaliyetlerin görüldüğü, ekonomik ve kültürel birikimin yoğunlaştığı yerleşim birimleriydi. Özellikle Mekke şehri önemli bir ticaret merkeziydi. Mekke’nin önemli bir şehir olmasının nedeni, Müslümanlar için önemli ziyaret yeri ve hac merkezi olan Kâbe’nin burada bulunmasıdır. Bir diğer önemli şehir de Hz. Peygamber’in kurmuş olduğu İslâm Devleti’nin de ilk başkenti olan Medine şehriydi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, gerek Hulefâ-i Râşidîn gerekse Emevîler ve Abbasîler devrinde gerçekleştirilen fetihler neticesinde İslâm ülkesinin sınırları genişleyince, Roma, Bizans ve Sasanî İmparatorluklarının önemli kültür ve medeniyet merkezleri Müslümanların eline geçmiş. Bunların yanı sıra, bizzat Müslümanlar tarafından da yeni şehirler kuruldu. Yeni şehirlerin kurulmasını İslâmiyet ile birlikte şehirleşmenin gelişmesi şeklinde de yorumlanabilir.

İslâm fetihleriyle birlikte başta İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintli, Kıptî, Habeşli, Rum, Nebatî ve Berberilerden de İslâmiyeti benimseyenler olmuş. Daha önceki dönemlerden imparatorluk tecrübesi olmayan Araplar, dinlerini benimseyen fakat kendi soylarından gelmeyen bu insanları tanımlamak için mevali terimini kullanmışlardır. Dolayısıyla mevaliyi ister köle ister hür olsun, Arap olmayan Müslümanlar şeklinde tanımlamak mümkündür. Mevali Abbasîler devrinden itibaren İslâm toplumunun en temel dinamiklerinden birisini oluşturmuştur. Çeşitli kademelerde görev yapan bu grupların aileleri şehirlerin başlıca sakinlerini oluşturmuş.

Bir İslâm şehri çok değişik unsurları bünyesinde barındırıyordu. Alanı ve sınırları belli olan bu yapının içerisinde, kırsal kesimdekilerin aksine, kendilerine belirli bir altyapı oluşturan değişik meslek gruplarına mensup insanlar ve ticaret erbabı bulunuyordu. Şehrin merkezini büyük cami, Dârü’l-imare denilen yönetim merkezi ve ticari faaliyetlerin sürdürüldüğü çarşı oluşturulmaktaydı. Çarşı ve pazarlar gündelik hayatın en yoğun yaşandığı mekânlardı. Bu pazarlarda gündelik hayatının gerektirdiği hemen her şeyi bulmak mümkündü. Bunların dışında büyük şehirlerde devlet görevlilerine ait saraylar, zenginlerin konakları, evler, misafirhaneler, eğlence mekânları, hamamlar, değişik mahallelerde mescitler vb. yerler bulunmaktaydı.

Emevîler devrinde kurulan şehirler, denizden gelebilecek tehlikelere karşı şehir halkını korumak adına iç kesimlerde kurulmuştur. Şehirdeki sosyal faaliyetlerin yürütüldüğü en önemli mekânlar ise camilerdi.

Kırsal Yaşam : İslâm coğrafyasında şehirlerin dışında, kasabalarda, köylerde ve çöllerde önemli bir nüfus yaşamaktaydı. Özellikle çöl niteliğindeki bir alan olan Hicaz bölgesinde göçebe yaşam biçimi hâkimdi. Kabilelerden oluşan göçebe toplumu, kırsal hayatın temel özelliğini oluşturmaktaydı. Kabile yapısı İslâmiyet sonrasında da varlığını sürdürmüştür. Kabile içerisindeki her fert, kabilesine sıkı sıkıya bağlıydı. Kabile içerisinden bir kimsenin işlediği iyi veya kötü bir olay kabileye mal edilir, yine aynı şekilde, kabilenin herhangi bir ferdine yapılan bir saldırı da bütün kabileye yapılmış sayılırdı. Kabile ile ilgili kararları kabile reisi verirdi.

Kırsal kesimde yaşayan halk temel ihtiyaçlarını haftalık olarak kurulan pazarlardan karşılamaktaydılar. Pazarlara gelen alıcı ve satıcıların en az yarım günlük bir yoldan gelmekteydiler. Çölde, barınmak için en fazla tercih edilen mekânlar çadırlardı. Ancak çoğu zaman açıkta yatılırdı. Kırsal kesimdeki ahalinin temel geçim kaynağı hayvancılıktı. Hayvanların, etinden ve sütünden istifade edilirdi. Ayrıca çok sayıda hayvanı olanlar bu ürünleri götürüp şehirlerdeki pazarlarda satarlardı. Köylerde yaşayan halkın temel geçim kaynağı ise tarımdı.

Toplum Yapısı : İslâm toplumu içerisinde Müslümanlar ve gayrimüslimler olmak üzere iki ayrı tebaa yaşamaktaydı. Müslümanlar, kendi içerisinde Araplar ve Arap olmayanlar şeklinde ikiye ayrılıyordu. Hz. Peygamber devrinde, çoğunluğu Arap olmakla birlikte, Selman-ı Farisi, Bilal-i Habeşi gibi Arap olmayan sahabeler de vardı.

Hz. Peygamber döneminde, Arap olan ve olmayan bütün Müslümanlar birbirine eşit kabul edilirdi. Bu dönemde üstünlük ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi ve takvayla ölçülürdü. Emevîler devrinde bu durum tamamıyla değişerek Arap ırkının üstünlüğüne dayalı bir hale gelmiştir. Dönemin İslâm toplumunda, Hz. Peygamber’in soyunu oluşturanlara, Abbasîler ve daha sonraki dönemde kurulan Müslüman Türk Devletlerinde büyük saygı duyulmuş; onlar toplum içerisinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuşlardır.

Daha sonraki dönemlerde yapılan fetihlerle birlikte Berberi, Habeşî, Fârisî (İranlı), Türk, Kürt ve diğerlerine oranla nispeten az da olsa Rumlar İslâmiyet’i benimsemiştir. Gayrimüslim nüfusu ise Rum, Berberi, Fârisî, Türk ve İbrânî ırklarına mensup Hıristiyanlar, Kıptîler, Mecûsîler, Mazdeistler, Budist ve Maniheistler ile Yahudiler oluşturmaktaydı. Zımmî adı verilen bu gayrimüslimlerin hukukunun korunması için devlet yöneticileri tarafından bazı tedbirler alınmıştır.

Gayrimüslimlere İslâmiyet’i seçmeleri konusunda herhangi bir baskı yapılmamış. Can, mal ve çocuklarının güvenliği devlet tarafından sağlanmış. Buna karşın, onlar da İslâm devletine cizye vergisi ödemek zorundaydılar. Cizye, İslâm devletlerinde yaşayan gayrimüslimlerden alınan baş vergisidir. İslâm ülkesinde yaşamak istediği halde Müslümanlığı kabul etmeyen gayrimüslimlere mâlî  yükümlülük getiren ayetle sabit olmuştur. Bu ayetin inmesiyle birlikte Hz. Peygamber devrinden itibaren cizye vergisi alınmaya başlanmıştır. Cizye, gayrimüslim tebaa ile yapılan zimmet anlaşması sonucunda alınıyordu. İslâm ülkesinde bir yıldan daha uzun süre yaşayanların bu vergiyi ödemeleri gerekiyordu.

Aile : Aile, İslâm’da dini-sosyal hayatın düzeni ve sürekliliği için en temel kurumlardan birisi kabul ediliyordu. Erken dönem İslâm toplumunda, bilhassa şehirlerde geniş aile tipinden söz etmek mümkün değildi. Genellikle her ferdin kendisine ait bir evi olurdu. Kırsal kesimde ise, genellikle geniş aile tipi yaygındı. Bu durum kabileler halinde ve göçebe bir yaşam sürmenin getirdiği bir nevi zorunluluktu. İslâm öncesi dönemde çok eşlilik yaygın bir uygulamaydı. İslâmiyet döneminde ise sınırsız sayıda kadınla evliliğe kısıtlama getirilmiş ve bir erkeğin en fazla dört kadınla evlenebilmesine, belirli şartları yerine getirmesi şartıyla müsaade edilmiştir. Bu şartların başında da eşler arasında adaleti sağlamak en önemlisiydi. Bununla birlikte İslâm’da ailenin tek evlilik esasına göre kurulduğunu ifade etmek gerekir. Dolayısıyla dört kadınla evliliğin dini bir emir değil sadece bir ruhsat olduğu görülür.

Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belli bir para veya mal ödemek ya da ödeme borcu altına girmek zorundaydı. Mehir, boşanma dahil hiç bir şekilde geri alınamazdı. Kız ya da erkek olsun bütün çocuklar babanın mirasında hak sahibiydiler. Nikâh ile başlayan evlilik ölüm ve boşanma yoluyla son bulurdu. Boşanma ancak zaruret halinde gerçekleşebilirdi. Boşanma bir zaruret haline geldiği takdirde kadın da kocasından ayrılmayı isteyebiliyordu.

Gündelik Yaşam : İslâmiyet’in ilk dönemlerinde insanlar kendilerine ait evlerde otururlardı. Evin geçimi erkek tarafından sağlanırdı. Bir Müslümanın gündelik yaşantısı sabah namazıyla başlar, yatsı namazıyla sona ererdi.

Emevîler devrinde halk ile halifelerin yaşam tarzları arasında ciddi anlamda farklılıklar meydana gelmiştir. Bu dönemde halifeler ve ileri gelen devlet adamları kendilerine ait saraylarda ikamet etmişlerdir. Bu saraylarda eski Roma imparatorlarının saraylarındaki gibi birtakım görevliler, hizmetçiler, nedimler vb. yer alırdı.

Toplumun önemli bir kesimi gündelik yaşamlarında kılık ve kıyafetlerine özen gösterirlerdi. Şehirlerdeki ahali ile köylerdeki halkın gündelik hayatı arasında belirgin bir fark vardı. Çöldeki hayat daha ziyade avlanma, hayvanların bakımı ile geçerdi. Ayrıca çölde, kentten gelen zengin aile çocukları da eğitilirdi. Köylerde ise halkın vaktinin çoğu tarlalarda çalışarak geçerdi. Buna karşın, şehirlerde daha müreffeh bir hayat söz konusuydu. Alışveriş pazarlardan sağlanırdı. Camiler aynı zamanda birer eğitim kurumuydu.

Giyim Kuşam : Kıyafetler yaşanılan bölgeye, zamana, giyenin cinsiyetine ve sosyal statüsüne göre farklılık göstermekteydi. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde devlet yöneticilerinin ve valilerin kıyafetleri oldukça sadeydi. Bu sadelik yerini Emevîler döneminde daha gösterişli elbiselere bırakmıştır. Emevî halifelerinin son derece pahalı, gösterişli ve rengârenk elbiseler giydikleri bilinmektedir. Hatta bu dönemde, bazı renklerdeki giysilerin sadece halifeler tarafından giyilmesi, halkın giymesinin yasaklandığı görülmüştür. Bu dönemden itibaren, Abbasîler ve daha sonraki İslâm devletlerinde de devam edecek şekilde, insanlar sosyal statülerine, mesleklerine ya da görevlerine göre değişen elbiseler giymeye başlamışlardır.

Arap coğrafyasında erkeklerin başı açık dolaşmaları hoş karşılanmadığı için sarık dolamaları adettendi. Sarık, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde giyilen en temel başlıktı. Sadece gayrimüslimlerin sarık giymesi yasaklanmıştı. Erkekler elbise olarak bellerinden aşağıya kadar uzanan ve adına da izâr denilen bir tür kıyafet giyerlerdi. Bu elbise dış giysisi olarak toplum önüne çıkılan veya çıkılmayan hemen her ortamda giyilirdi. Bu elbisenin haricinde zaman zaman gömlek ve pantolon da giyilirdi. Hz. Peygamber devrinden beri giyildiği bilinen cübbe Emevîler ve Abbasîler devrinde de oldukça yaygındı. Halifeler, emirler, hatipler, fakihler, âlimler ve toplumun diğer unsurları cübbe giyerlerdi. Erkekler ayaklarına iklim şartlarına göre deriden yapılmış nalın veya sandal giyerlerdi.

Kadınlar başlarına cilbab adı verilen bir örtü takarlardı. Oldukça geniş olan bu örtü sadece başı değil bedenin üst kısmını tamamen örterdi. Cilbab daha ziyade sokağa çıkıldığında kullanılırdı. Hz. Peygamber döneminde kadınlar üzerlerine kaftan veya yeldirme şeklinde uzun bir elbise giyerlerdi. Ayrıca gömleklerinin altına şalvar giyerlerdi. Bellerine ise nitâk denilen bir tür kemer takarlardı. Kadınların giydiği giysiler de yöreden yöreye farklı olurdu. Kadınlarda mücevher kullanımı ilk dönemlerden itibaren oldukça yaygındı.

Eğlenceler, Törenler, Bayramlar : Eğlence kültürünün kökeni İslâmiyet öncesi devre kadar uzanmaktadır. Büyük şehirlerde yılın belirli dönemlerinde düzenlenen panayırlarda bazı seyirlik oyunlar oynanırdı. Eğlence geleneği İslâmiyet sonrasında da devam etmiştir. Eğlenceler belirli bir olayın kutlanması, boş vakitlerin değerlendirilmesi, hayattan zevk alma gibi amaçlarla yapılırdı. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinde de yaygın ve aşırı olmamak kaydıyla bazı eğlenceler tertip edilirdi. Emevîler devrinde rakkaselerin oynadığı ve şarkıların söylendiği saray eğlenceleri ve güzel sesli şairlerin şiirlerini okudukları toplantılar oldukça popülerdi. Eğlence düzenlendiği zaman, şarkıcılar, şairler, sihirbazlar, şaklabanlar, soytarılar, mizahçılar, kadın ve erkek dansçılar hünerlerini sergilerlerdi. Ayrıca sık sık tarih ve soy ile ilgili hikâyeler de anlatılırdı.

Halifenin huzurunda şarkılar söylenir, raks edilir, değişik enstrümanları çalanlar kendilerine ayrılan yerlere otururlardı. Bu meclislere katılanların hiyerarşik bir oturma düzeni olurdu. Müzikli eğlenceler sadece sarayda değil bazı önde gelen şahısların evlerinde de düzenlenirdi. Saray eğlencelerinin haricinde bazı sportif eğlenceler de düzenlenirdi. İslâmiyet öncesi dönemden beri çok yaygın olan at yarışları bu tür eğlencelerin başında gelmekteydi. Ok atma, savaşa hazırlık, yüzme, koşu, ağırlık kaldırmak, çeşitli harp oyunları oynamak ve seyretmek, güreşmek de diğer sportif eğlencelerdi. Bunların haricinde satranç ve tavla gibi evlerde veya arkadaş meclislerinde oynanan oyunlar da vardı.

Arap yarımadasında gerek İslâmiyet öncesi gerekse sonrası dönemlerde, düğün, sünnet törenleri gibi merasimler ve toplantılar Dârü’n-Nedve adı verilen yer yapılmaktaydı. İslâm toplumunda, yeni doğan çocuklar için ad koyma gibi merasimlerin yanı sıra erkek çocuklar için sünnet düğünleri düzenlenirdi. Yeni evlenenler için düzenlenen düğünler de önemli törenler arasında yer almaktaydı. Diğer bir tören de ölüm ve defin törenleriydi. Savaşta şehit olanlar elbise ve bedenleri yıkanmadan defnedilirdi. Sıradan bir kimse öldüğünde ise yıkanır, kefenlenir ve namazı kılındıktan sonra gömülürdü. Ölüler yüzleri kıbleye dönecek şekilde defnedilirlerdi. Cenaze evine komşuları üç gün süreyle yemek getirirlerdi. Mezarlıklar yılın belli günlerinde ziyaret edilirdi.

İslâm toplumunda Ramazan bayramı ve Kurban bayramı olmak üzere iki bayram vardı. Bu bayramlarda ahali topluca bayram namazı kılar, namaz sonrasında birbirleriyle bayramlaşırlardı. Kökeni Hz. İbrahim’a kadar dayandırılan Kurban Bayramı, İslâmiyet sonrasında ilk defa Beni Kaynuka Yahudileri ile yapılan mücadele sonrasında bir koyunun kurban edilmesiyle başlamıştı. Bayram namazları, her iki dinî bayramın vazgeçilmez unsuruydu. Hz. Peygamber devrinde bayram namazı geniş bir arazide, Musallâ denilen bir yerde kılınırdı. Onun kıldırdığı namazlara Medine dışındaki kabilelerden ve değişik bölgelerden çok sayıda Müslümanlar, hatta kadınlar ve genç kızlar da katılırdı.

Ayrıca, Müslümanlar için cuma günleri de bayram kabul edilirdi. Bunların haricinde, daha sonraki devirlerde, Hz. Peygamber’in doğum gecesine rastlayan Mevlit gecesinin yanı sıra Kadir gecesi, Mir’ac gecesi, Berat gecesi büyük bir coşkuyla kutlanırdı. Ayrıca, Abbasîler devrinden itibaren mevalinin bayramları da İslâm toplumu içerisinde önemli bir yer tutmaya başlamıştır. İran takvimine göre yılbaşı kabul edilen Nevruz bayramı bunlardan birisiydi.

İslâm coğrafyasında yaşayan gayrimüslimlerin bayramları da bir hayli coşkulu geçerdi. Özellikle paskalya için günler öncesinden hazırlıklar yapılırdı. Yine, Hz. İsa’nın doğum günü de büyük bir katılımla kutlanırdı. Öte yandan, Fısıh bayramı Hıristiyanların en önemli dinî bayramlarından birisiydi. Mısır’da yaşayan ve Hıristiyan olan Kıptîlerin pek çok bayramı vardı. Bu bölgedeki bayramlara halifeler ve Mısır’da görev yapan yöneticiler de katılırlardı. Hıristiyanlar nezdinde önemli bir yere sahip olan Üç Kral Yortusu (İdu’l-Gitâs) Nil nehrinin kenarında kutlanırdı. Yahudilerin en görkemli bayramlarından birisi yılbaşını simgeleyen Roş-ha-Şanah bayramı idi. Bu bayram Müslümanların Kurban Bayramı ile eşdeğer kabul edilebilir. Sumayra Bayramı, Mizalle Bayramı Yahudilerin kutladığı diğer bayramlardır.

Sosyal Zümreler

Meslek Grupları : Halkın geçimini sağladığı meslekler yaşanılan bölgeye, mensup olunan dine, toplumsal statüye göre farklılık göstermekteydi. Büyük bir kısmı çöllerle kaplı olan Arap yarımadasında şehirlerdeki halkın yaygın mesleği ticaretti. Mekke ahalisinin önemli bir kısmı geçimini ticaretle sağlardı. Bunların dışında derici, bezci, kasap, kuyumcu, kitapçı, ayakkabıcı, oyuncakçı, inşaat ustası, eczacı, attâr vb. çok sayıda meslek grubu mevcuttu.

Kırsal kesimde yaşayan halk gününün tamamını çalışarak geçirirdi. Köylerde ailenin geçimi daha ziyade, çiftçilik ve hayvancılık, çölde ise yine çobanlık, hayvan besiciliği ve avcılık yapılarak sağlanırdı. At, koyun ve deve en sık yetiştirilen hayvanlardı. Çiftçilerin tarlayı sürme ve ziraat işlerinde danışacakları yaşlı, deneyimli ve bilgili reisleri olurdu. Ekili araziyi hayvanlardan veya çeşitli zararlardan korumak için natûr denilen bir meslek erbabı daha mevcuttu.

Kadınlar : İslâm toplumunda kadın hür olanlar ve cariyeler olmak üzere ikiye ayrılıyordu. İslâm bir eşitlik dini olarak kadınlara da belirli haklar getirmiş; toplumda söz sahibi olmalarına destek vermiştir. Hür bir kadın aile kurumunun temelini oluşturan iki unsurdan birisiydi ve kocasıyla eşit haklara sahipti. Mirasta kendisine hak verilmek zorundaydı. Kadınlar, hukuki çerçeve içerisinde nikah, hibe, emanet verme, vekalet, şirket, dava, ikrar, sulh ve vasiyet gibi sosyal ve ekonomik haklar bakımından da erkeklerle eşit konumdaydılar. Yine, çarşı-pazar alışverişleri için sokağa çıkabilirler, camilerde cemaatle namaz kılabilirler, dost ve arkadaşlarını ziyaret edebilirlerdi.

Çocuklar : Çocuk, istisnasız hemen her dönemde soyun devam etmesi ve ailenin varlığını sürdürmesini ifade etmektedir. Bu nedenle, çocuk, ailenin vazgeçilmez unsurudur. Özellikle iktidar ailesinde erkek çocuk hanedanın ve dolayısıyla saltanatın sürmesi için çok önemli kabul edilirdi. Çocuk aynı zamanda İslâm toplumunda masumiyetin sembolü olarak kabul edilirdi. Çocuk doğduğu zaman ona ailesi tarafından bir isim verilirdi. Bu isim bazen bir kabile adı, babasının künyesi, taş, bitki, hayvan ve renk isimleri de olabilirdi. Yeni doğan çocuğun kulağına babası veya ailenin en büyük ferdi tarafından ezan okunurdu.

Çocuk bir toplumun, medeniyetin, ülkenin, ırkın, fikrî yapısının geleceğinin teminatı olarak da ön plana çıkartılmaktaydı. Bu amaçla çocuğun eğitimine ayrı bir önem verilirdi. Hükümdar ailelerinin çocukları özel bir eğitime tabi tutulurken, diğer ailelerin çocukları camilerde veya küttablarda eğitilirlerdi. Eğitimde cinsiyet ayrımı yapılmazdı. Hem kız çocuklarının hem de erkek çocuklarının en iyi şekilde eğitilmesi tavsiye edilirdi. Bu durum İslâmiyet’in, toplumu kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü cahiliye zihniyetinden kurtarıp getirdiği noktayı görmek açısından hayli önemlidir. İslâm toplumunda şehitlerin ve kimsesizlerin çocuklarına ayrıca bir önem verilirdi. Bu çocukların eğitimi ve bakımını devlet üstlenirdi.

Köle ve Cariyeler : İslâm öncesi dönemde Arap toplumunda kölelik son derece yaygındı. Cahiliye döneminde köleler, savaşlarda esir edilmek veya Habeşistan, İran, Bizans gibi Arabistan’a komşu ülkelerden satın alınmak suretiyle temin edilirdi. Köleler her türlü işlerde çalıştırılır, çok kötü muamelelere maruz bırakılırlardı. Sahibinin kölesini öldürmesi bile herhangi bir cezayı gerektirmezdi.

İslâmiyet sonrasında ise zengin ile fakir, yönetici ile halk, göçebe ile yerleşik, şehirli ile köylü, siyah ile beyaz ırk arasında herhangi bir fark gözetilmemiştir. Bu nedenle, İslâm öncesi dönemin aksine kölelik hayli azalmış, Hz. Peygamber kölelerin azad edilmesini tavsiye etmişti. Bu tavsiye uyarınca ilk sahabeler kölelere çok iyi muamele etmişlerdi. Köleler bu dönemde, İslâmiyet’in getirdiği eşitlik sayesinde yüksek makam ve mevkiler elde edebildiler. Bununla birlikte kölelik kesin bir hükümle yasaklanmadığı için İslâmiyet sonrasında da kölelerin mevcudiyetinden söz edilebilir. Ancak bunlar genellikle savaşlarda ele geçirilen esirlerdi. Kölelik, kölenin Müslüman olmasıyla sona ererdi. Fetihlerdeki artış, savaşlarda çok sayıda kölenin ele geçirilmesi sonucunu da beraberinde getirdi. Bu rakam Emevîler dönemine gelindiğinde yüzbinleri aşmıştı. Bu esirlerin pek çoğu belli şartlar dahilinde serbest bırakılırlardı. Savaş esirlerinin haricinde, köle ve cariyelerin belirli usuller çerçevesinde satıldığı pazarlar da vardı.

Müslüman Arap toplumunda cariyelik de oldukça yaygındı. Cariyeler de tıpkı köleler gibi savaş ya da satın alınmak suretiyle elde edilirdi. Cariyelerin fiyatlarının belirlenmesinde cariyenin güzelliği, el becerisi, sanatı, fiziki özellikleri gibi faktörler etkiliydi. Bu yüzden sahipleri iyi gelir elde edebilmek için cariyeleri çok küçük yaşlarından itibaren belirli alanlarda eğitirlerdi. Onlara şiir, görgü kuralları, güzel konuşma, efendilerine hizmet gibi konularda dersler verilirdi. Saraylarda şarkı söyleme geleneği oldukça yaygın olduğu için şarkıcı olarak yetiştirilen cariyeler iyi bir gelir kaynağıydı. Şarkı söyleyenlerin haricinde sırf güzellikleri veya çocuk doğurmaları için alınan cariyeler de vardı. Bunların haricinde cariyeler genellikle ev işlerinde de kullanılırlardı. Özellikle zengin aileler evlerinde mutlaka cariye bulundururlardı.

Sosyal Yardım Kurumları

İslâm dini sosyal yardımlaşmaya ve dayanışmaya oldukça önem vermiştir. İnsanların birbirlerine yardımda bulunmaları, aç kalanlara, yolda kalanlara, kimsesizlere yardım edilmesi, toplum içerisinde huzurun ve refahın sağlanması yolunda faaliyetlerde bulunulması Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde değişik vesilelerle tavsiye edilmiştir. Yardımseverlik bazen bizzat halifeler tarafından emirnâmeler gönderilmek suretiyle de teşvik edilmiştir.

Hz. Ömer devrinden itibaren her ay, kadın-erkek, hür-köle ayrımı yapılmaksızın herkese erzak dağıtımı uygulaması başlatılmış. Halifenin emri uyarınca fetih gelirlerinden devlete ait beşte bir payın içinde yer alan yiyecek ve giyecekler başkent Medine’de toplanıyordu. Sürekli olarak gelen bu yiyeceklerin toplandığı bu merkeze Dârü’r-Rızk (Erzak Dağıtım Merkezi) adı verildi. Ayrıca, yoksulların ve kimsesizlerin gündelik yemek ihtiyaçlarını karşılaması için Aşevleri (Dârü’t-Taâm) kurulmuştur.

Bu tür yardım kuruluşlarının varlıklarını sürdürebilmesi için vakıf kurumu tesis edilmiş. Herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım etmeyi gaye edinen vakıf kurumu, İslâm tarihinde ilk defa Hz. Ömer tarafından tesis edilmiş. Hz. Ömer, kendisine ait Semg hurmalığını vakfetmiş; mücahidler, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler bu vakıftan yararlanmıştır. Hayır ve yardım kurumlarının gitgide artmasıyla birlikte, daha sonraki dönemlerde de çok sayıda vakıf tahsis edilmiş. Vakıflar, bazen bir arazi, hayır işlerinde kullanılmak için bir bina, okul, hurmalık, çeşme olabildiği gibi bazen de bir kitap da olabilirdi. Vakıf kurmaktaki temel amaç, topluma ve insanlara faydalı olabilmek ve bu sayede Allah’ın rızasını kazanmaktı. Vakıf şartları, bir vakfiye ile belirlenirdi.

Sosyal Yapı

Kent Yaşamı : İslâm toplumunu ilk dönemlerinden itibaren göçebeler ve yerleşikler; köylüler ve kentliler şeklinde iki türlü tasnif edilmektedir.

Arap yarımadasının önemli bir bölümü İslâmiyet öncesi dönemde ağırlıklı olarak göçebe karakter arz eden kabilelerden meydana gelmekteydi. Şehirler ise, sosyal hayatın her yönünü kapsayan çeşitli faaliyetlerin görüldüğü, ekonomik ve kültürel birikimin yoğunlaştığı yerleşim birimleriydi. Özellikle Mekke şehri önemli bir ticaret merkeziydi. Mekke’nin önemli bir şehir olmasının nedeni, Müslümanlar için önemli ziyaret yeri ve hac merkezi olan Kâbe’nin burada bulunmasıdır. Bir diğer önemli şehir de Hz. Peygamber’in kurmuş olduğu İslâm Devleti’nin de ilk başkenti olan Medine şehriydi.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, gerek Hulefâ-i Râşidîn gerekse Emevîler ve Abbasîler devrinde gerçekleştirilen fetihler neticesinde İslâm ülkesinin sınırları genişleyince, Roma, Bizans ve Sasanî İmparatorluklarının önemli kültür ve medeniyet merkezleri Müslümanların eline geçmiş. Bunların yanı sıra, bizzat Müslümanlar tarafından da yeni şehirler kuruldu. Yeni şehirlerin kurulmasını İslâmiyet ile birlikte şehirleşmenin gelişmesi şeklinde de yorumlanabilir.

İslâm fetihleriyle birlikte başta İranlılar ve Türkler olmak üzere Hintli, Kıptî, Habeşli, Rum, Nebatî ve Berberilerden de İslâmiyeti benimseyenler olmuş. Daha önceki dönemlerden imparatorluk tecrübesi olmayan Araplar, dinlerini benimseyen fakat kendi soylarından gelmeyen bu insanları tanımlamak için mevali terimini kullanmışlardır. Dolayısıyla mevaliyi ister köle ister hür olsun, Arap olmayan Müslümanlar şeklinde tanımlamak mümkündür. Mevali Abbasîler devrinden itibaren İslâm toplumunun en temel dinamiklerinden birisini oluşturmuştur. Çeşitli kademelerde görev yapan bu grupların aileleri şehirlerin başlıca sakinlerini oluşturmuş.

Bir İslâm şehri çok değişik unsurları bünyesinde barındırıyordu. Alanı ve sınırları belli olan bu yapının içerisinde, kırsal kesimdekilerin aksine, kendilerine belirli bir altyapı oluşturan değişik meslek gruplarına mensup insanlar ve ticaret erbabı bulunuyordu. Şehrin merkezini büyük cami, Dârü’l-imare denilen yönetim merkezi ve ticari faaliyetlerin sürdürüldüğü çarşı oluşturulmaktaydı. Çarşı ve pazarlar gündelik hayatın en yoğun yaşandığı mekânlardı. Bu pazarlarda gündelik hayatının gerektirdiği hemen her şeyi bulmak mümkündü. Bunların dışında büyük şehirlerde devlet görevlilerine ait saraylar, zenginlerin konakları, evler, misafirhaneler, eğlence mekânları, hamamlar, değişik mahallelerde mescitler vb. yerler bulunmaktaydı.

Emevîler devrinde kurulan şehirler, denizden gelebilecek tehlikelere karşı şehir halkını korumak adına iç kesimlerde kurulmuştur. Şehirdeki sosyal faaliyetlerin yürütüldüğü en önemli mekânlar ise camilerdi.

Kırsal Yaşam : İslâm coğrafyasında şehirlerin dışında, kasabalarda, köylerde ve çöllerde önemli bir nüfus yaşamaktaydı. Özellikle çöl niteliğindeki bir alan olan Hicaz bölgesinde göçebe yaşam biçimi hâkimdi. Kabilelerden oluşan göçebe toplumu, kırsal hayatın temel özelliğini oluşturmaktaydı. Kabile yapısı İslâmiyet sonrasında da varlığını sürdürmüştür. Kabile içerisindeki her fert, kabilesine sıkı sıkıya bağlıydı. Kabile içerisinden bir kimsenin işlediği iyi veya kötü bir olay kabileye mal edilir, yine aynı şekilde, kabilenin herhangi bir ferdine yapılan bir saldırı da bütün kabileye yapılmış sayılırdı. Kabile ile ilgili kararları kabile reisi verirdi.

Kırsal kesimde yaşayan halk temel ihtiyaçlarını haftalık olarak kurulan pazarlardan karşılamaktaydılar. Pazarlara gelen alıcı ve satıcıların en az yarım günlük bir yoldan gelmekteydiler. Çölde, barınmak için en fazla tercih edilen mekânlar çadırlardı. Ancak çoğu zaman açıkta yatılırdı. Kırsal kesimdeki ahalinin temel geçim kaynağı hayvancılıktı. Hayvanların, etinden ve sütünden istifade edilirdi. Ayrıca çok sayıda hayvanı olanlar bu ürünleri götürüp şehirlerdeki pazarlarda satarlardı. Köylerde yaşayan halkın temel geçim kaynağı ise tarımdı.

Toplum Yapısı : İslâm toplumu içerisinde Müslümanlar ve gayrimüslimler olmak üzere iki ayrı tebaa yaşamaktaydı. Müslümanlar, kendi içerisinde Araplar ve Arap olmayanlar şeklinde ikiye ayrılıyordu. Hz. Peygamber devrinde, çoğunluğu Arap olmakla birlikte, Selman-ı Farisi, Bilal-i Habeşi gibi Arap olmayan sahabeler de vardı.

Hz. Peygamber döneminde, Arap olan ve olmayan bütün Müslümanlar birbirine eşit kabul edilirdi. Bu dönemde üstünlük ibadetlerin eksiksiz yerine getirilmesi ve takvayla ölçülürdü. Emevîler devrinde bu durum tamamıyla değişerek Arap ırkının üstünlüğüne dayalı bir hale gelmiştir. Dönemin İslâm toplumunda, Hz. Peygamber’in soyunu oluşturanlara, Abbasîler ve daha sonraki dönemde kurulan Müslüman Türk Devletlerinde büyük saygı duyulmuş; onlar toplum içerisinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuşlardır.

Daha sonraki dönemlerde yapılan fetihlerle birlikte Berberi, Habeşî, Fârisî (İranlı), Türk, Kürt ve diğerlerine oranla nispeten az da olsa Rumlar İslâmiyet’i benimsemiştir. Gayrimüslim nüfusu ise Rum, Berberi, Fârisî, Türk ve İbrânî ırklarına mensup Hıristiyanlar, Kıptîler, Mecûsîler, Mazdeistler, Budist ve Maniheistler ile Yahudiler oluşturmaktaydı. Zımmî adı verilen bu gayrimüslimlerin hukukunun korunması için devlet yöneticileri tarafından bazı tedbirler alınmıştır.

Gayrimüslimlere İslâmiyet’i seçmeleri konusunda herhangi bir baskı yapılmamış. Can, mal ve çocuklarının güvenliği devlet tarafından sağlanmış. Buna karşın, onlar da İslâm devletine cizye vergisi ödemek zorundaydılar. Cizye, İslâm devletlerinde yaşayan gayrimüslimlerden alınan baş vergisidir. İslâm ülkesinde yaşamak istediği halde Müslümanlığı kabul etmeyen gayrimüslimlere mâlî  yükümlülük getiren ayetle sabit olmuştur. Bu ayetin inmesiyle birlikte Hz. Peygamber devrinden itibaren cizye vergisi alınmaya başlanmıştır. Cizye, gayrimüslim tebaa ile yapılan zimmet anlaşması sonucunda alınıyordu. İslâm ülkesinde bir yıldan daha uzun süre yaşayanların bu vergiyi ödemeleri gerekiyordu.

Aile : Aile, İslâm’da dini-sosyal hayatın düzeni ve sürekliliği için en temel kurumlardan birisi kabul ediliyordu. Erken dönem İslâm toplumunda, bilhassa şehirlerde geniş aile tipinden söz etmek mümkün değildi. Genellikle her ferdin kendisine ait bir evi olurdu. Kırsal kesimde ise, genellikle geniş aile tipi yaygındı. Bu durum kabileler halinde ve göçebe bir yaşam sürmenin getirdiği bir nevi zorunluluktu. İslâm öncesi dönemde çok eşlilik yaygın bir uygulamaydı. İslâmiyet döneminde ise sınırsız sayıda kadınla evliliğe kısıtlama getirilmiş ve bir erkeğin en fazla dört kadınla evlenebilmesine, belirli şartları yerine getirmesi şartıyla müsaade edilmiştir. Bu şartların başında da eşler arasında adaleti sağlamak en önemlisiydi. Bununla birlikte İslâm’da ailenin tek evlilik esasına göre kurulduğunu ifade etmek gerekir. Dolayısıyla dört kadınla evliliğin dini bir emir değil sadece bir ruhsat olduğu görülür.

Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belli bir para veya mal ödemek ya da ödeme borcu altına girmek zorundaydı. Mehir, boşanma dahil hiç bir şekilde geri alınamazdı. Kız ya da erkek olsun bütün çocuklar babanın mirasında hak sahibiydiler. Nikâh ile başlayan evlilik ölüm ve boşanma yoluyla son bulurdu. Boşanma ancak zaruret halinde gerçekleşebilirdi. Boşanma bir zaruret haline geldiği takdirde kadın da kocasından ayrılmayı isteyebiliyordu.

Gündelik Yaşam : İslâmiyet’in ilk dönemlerinde insanlar kendilerine ait evlerde otururlardı. Evin geçimi erkek tarafından sağlanırdı. Bir Müslümanın gündelik yaşantısı sabah namazıyla başlar, yatsı namazıyla sona ererdi.

Emevîler devrinde halk ile halifelerin yaşam tarzları arasında ciddi anlamda farklılıklar meydana gelmiştir. Bu dönemde halifeler ve ileri gelen devlet adamları kendilerine ait saraylarda ikamet etmişlerdir. Bu saraylarda eski Roma imparatorlarının saraylarındaki gibi birtakım görevliler, hizmetçiler, nedimler vb. yer alırdı.

Toplumun önemli bir kesimi gündelik yaşamlarında kılık ve kıyafetlerine özen gösterirlerdi. Şehirlerdeki ahali ile köylerdeki halkın gündelik hayatı arasında belirgin bir fark vardı. Çöldeki hayat daha ziyade avlanma, hayvanların bakımı ile geçerdi. Ayrıca çölde, kentten gelen zengin aile çocukları da eğitilirdi. Köylerde ise halkın vaktinin çoğu tarlalarda çalışarak geçerdi. Buna karşın, şehirlerde daha müreffeh bir hayat söz konusuydu. Alışveriş pazarlardan sağlanırdı. Camiler aynı zamanda birer eğitim kurumuydu.

Giyim Kuşam : Kıyafetler yaşanılan bölgeye, zamana, giyenin cinsiyetine ve sosyal statüsüne göre farklılık göstermekteydi. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde devlet yöneticilerinin ve valilerin kıyafetleri oldukça sadeydi. Bu sadelik yerini Emevîler döneminde daha gösterişli elbiselere bırakmıştır. Emevî halifelerinin son derece pahalı, gösterişli ve rengârenk elbiseler giydikleri bilinmektedir. Hatta bu dönemde, bazı renklerdeki giysilerin sadece halifeler tarafından giyilmesi, halkın giymesinin yasaklandığı görülmüştür. Bu dönemden itibaren, Abbasîler ve daha sonraki İslâm devletlerinde de devam edecek şekilde, insanlar sosyal statülerine, mesleklerine ya da görevlerine göre değişen elbiseler giymeye başlamışlardır.

Arap coğrafyasında erkeklerin başı açık dolaşmaları hoş karşılanmadığı için sarık dolamaları adettendi. Sarık, Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devrinde giyilen en temel başlıktı. Sadece gayrimüslimlerin sarık giymesi yasaklanmıştı. Erkekler elbise olarak bellerinden aşağıya kadar uzanan ve adına da izâr denilen bir tür kıyafet giyerlerdi. Bu elbise dış giysisi olarak toplum önüne çıkılan veya çıkılmayan hemen her ortamda giyilirdi. Bu elbisenin haricinde zaman zaman gömlek ve pantolon da giyilirdi. Hz. Peygamber devrinden beri giyildiği bilinen cübbe Emevîler ve Abbasîler devrinde de oldukça yaygındı. Halifeler, emirler, hatipler, fakihler, âlimler ve toplumun diğer unsurları cübbe giyerlerdi. Erkekler ayaklarına iklim şartlarına göre deriden yapılmış nalın veya sandal giyerlerdi.

Kadınlar başlarına cilbab adı verilen bir örtü takarlardı. Oldukça geniş olan bu örtü sadece başı değil bedenin üst kısmını tamamen örterdi. Cilbab daha ziyade sokağa çıkıldığında kullanılırdı. Hz. Peygamber döneminde kadınlar üzerlerine kaftan veya yeldirme şeklinde uzun bir elbise giyerlerdi. Ayrıca gömleklerinin altına şalvar giyerlerdi. Bellerine ise nitâk denilen bir tür kemer takarlardı. Kadınların giydiği giysiler de yöreden yöreye farklı olurdu. Kadınlarda mücevher kullanımı ilk dönemlerden itibaren oldukça yaygındı.

Eğlenceler, Törenler, Bayramlar : Eğlence kültürünün kökeni İslâmiyet öncesi devre kadar uzanmaktadır. Büyük şehirlerde yılın belirli dönemlerinde düzenlenen panayırlarda bazı seyirlik oyunlar oynanırdı. Eğlence geleneği İslâmiyet sonrasında da devam etmiştir. Eğlenceler belirli bir olayın kutlanması, boş vakitlerin değerlendirilmesi, hayattan zevk alma gibi amaçlarla yapılırdı. Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinde de yaygın ve aşırı olmamak kaydıyla bazı eğlenceler tertip edilirdi. Emevîler devrinde rakkaselerin oynadığı ve şarkıların söylendiği saray eğlenceleri ve güzel sesli şairlerin şiirlerini okudukları toplantılar oldukça popülerdi. Eğlence düzenlendiği zaman, şarkıcılar, şairler, sihirbazlar, şaklabanlar, soytarılar, mizahçılar, kadın ve erkek dansçılar hünerlerini sergilerlerdi. Ayrıca sık sık tarih ve soy ile ilgili hikâyeler de anlatılırdı.

Halifenin huzurunda şarkılar söylenir, raks edilir, değişik enstrümanları çalanlar kendilerine ayrılan yerlere otururlardı. Bu meclislere katılanların hiyerarşik bir oturma düzeni olurdu. Müzikli eğlenceler sadece sarayda değil bazı önde gelen şahısların evlerinde de düzenlenirdi. Saray eğlencelerinin haricinde bazı sportif eğlenceler de düzenlenirdi. İslâmiyet öncesi dönemden beri çok yaygın olan at yarışları bu tür eğlencelerin başında gelmekteydi. Ok atma, savaşa hazırlık, yüzme, koşu, ağırlık kaldırmak, çeşitli harp oyunları oynamak ve seyretmek, güreşmek de diğer sportif eğlencelerdi. Bunların haricinde satranç ve tavla gibi evlerde veya arkadaş meclislerinde oynanan oyunlar da vardı.

Arap yarımadasında gerek İslâmiyet öncesi gerekse sonrası dönemlerde, düğün, sünnet törenleri gibi merasimler ve toplantılar Dârü’n-Nedve adı verilen yer yapılmaktaydı. İslâm toplumunda, yeni doğan çocuklar için ad koyma gibi merasimlerin yanı sıra erkek çocuklar için sünnet düğünleri düzenlenirdi. Yeni evlenenler için düzenlenen düğünler de önemli törenler arasında yer almaktaydı. Diğer bir tören de ölüm ve defin törenleriydi. Savaşta şehit olanlar elbise ve bedenleri yıkanmadan defnedilirdi. Sıradan bir kimse öldüğünde ise yıkanır, kefenlenir ve namazı kılındıktan sonra gömülürdü. Ölüler yüzleri kıbleye dönecek şekilde defnedilirlerdi. Cenaze evine komşuları üç gün süreyle yemek getirirlerdi. Mezarlıklar yılın belli günlerinde ziyaret edilirdi.

İslâm toplumunda Ramazan bayramı ve Kurban bayramı olmak üzere iki bayram vardı. Bu bayramlarda ahali topluca bayram namazı kılar, namaz sonrasında birbirleriyle bayramlaşırlardı. Kökeni Hz. İbrahim’a kadar dayandırılan Kurban Bayramı, İslâmiyet sonrasında ilk defa Beni Kaynuka Yahudileri ile yapılan mücadele sonrasında bir koyunun kurban edilmesiyle başlamıştı. Bayram namazları, her iki dinî bayramın vazgeçilmez unsuruydu. Hz. Peygamber devrinde bayram namazı geniş bir arazide, Musallâ denilen bir yerde kılınırdı. Onun kıldırdığı namazlara Medine dışındaki kabilelerden ve değişik bölgelerden çok sayıda Müslümanlar, hatta kadınlar ve genç kızlar da katılırdı.

Ayrıca, Müslümanlar için cuma günleri de bayram kabul edilirdi. Bunların haricinde, daha sonraki devirlerde, Hz. Peygamber’in doğum gecesine rastlayan Mevlit gecesinin yanı sıra Kadir gecesi, Mir’ac gecesi, Berat gecesi büyük bir coşkuyla kutlanırdı. Ayrıca, Abbasîler devrinden itibaren mevalinin bayramları da İslâm toplumu içerisinde önemli bir yer tutmaya başlamıştır. İran takvimine göre yılbaşı kabul edilen Nevruz bayramı bunlardan birisiydi.

İslâm coğrafyasında yaşayan gayrimüslimlerin bayramları da bir hayli coşkulu geçerdi. Özellikle paskalya için günler öncesinden hazırlıklar yapılırdı. Yine, Hz. İsa’nın doğum günü de büyük bir katılımla kutlanırdı. Öte yandan, Fısıh bayramı Hıristiyanların en önemli dinî bayramlarından birisiydi. Mısır’da yaşayan ve Hıristiyan olan Kıptîlerin pek çok bayramı vardı. Bu bölgedeki bayramlara halifeler ve Mısır’da görev yapan yöneticiler de katılırlardı. Hıristiyanlar nezdinde önemli bir yere sahip olan Üç Kral Yortusu (İdu’l-Gitâs) Nil nehrinin kenarında kutlanırdı. Yahudilerin en görkemli bayramlarından birisi yılbaşını simgeleyen Roş-ha-Şanah bayramı idi. Bu bayram Müslümanların Kurban Bayramı ile eşdeğer kabul edilebilir. Sumayra Bayramı, Mizalle Bayramı Yahudilerin kutladığı diğer bayramlardır.

Sosyal Zümreler

Meslek Grupları : Halkın geçimini sağladığı meslekler yaşanılan bölgeye, mensup olunan dine, toplumsal statüye göre farklılık göstermekteydi. Büyük bir kısmı çöllerle kaplı olan Arap yarımadasında şehirlerdeki halkın yaygın mesleği ticaretti. Mekke ahalisinin önemli bir kısmı geçimini ticaretle sağlardı. Bunların dışında derici, bezci, kasap, kuyumcu, kitapçı, ayakkabıcı, oyuncakçı, inşaat ustası, eczacı, attâr vb. çok sayıda meslek grubu mevcuttu.

Kırsal kesimde yaşayan halk gününün tamamını çalışarak geçirirdi. Köylerde ailenin geçimi daha ziyade, çiftçilik ve hayvancılık, çölde ise yine çobanlık, hayvan besiciliği ve avcılık yapılarak sağlanırdı. At, koyun ve deve en sık yetiştirilen hayvanlardı. Çiftçilerin tarlayı sürme ve ziraat işlerinde danışacakları yaşlı, deneyimli ve bilgili reisleri olurdu. Ekili araziyi hayvanlardan veya çeşitli zararlardan korumak için natûr denilen bir meslek erbabı daha mevcuttu.

Kadınlar : İslâm toplumunda kadın hür olanlar ve cariyeler olmak üzere ikiye ayrılıyordu. İslâm bir eşitlik dini olarak kadınlara da belirli haklar getirmiş; toplumda söz sahibi olmalarına destek vermiştir. Hür bir kadın aile kurumunun temelini oluşturan iki unsurdan birisiydi ve kocasıyla eşit haklara sahipti. Mirasta kendisine hak verilmek zorundaydı. Kadınlar, hukuki çerçeve içerisinde nikah, hibe, emanet verme, vekalet, şirket, dava, ikrar, sulh ve vasiyet gibi sosyal ve ekonomik haklar bakımından da erkeklerle eşit konumdaydılar. Yine, çarşı-pazar alışverişleri için sokağa çıkabilirler, camilerde cemaatle namaz kılabilirler, dost ve arkadaşlarını ziyaret edebilirlerdi.

Çocuklar : Çocuk, istisnasız hemen her dönemde soyun devam etmesi ve ailenin varlığını sürdürmesini ifade etmektedir. Bu nedenle, çocuk, ailenin vazgeçilmez unsurudur. Özellikle iktidar ailesinde erkek çocuk hanedanın ve dolayısıyla saltanatın sürmesi için çok önemli kabul edilirdi. Çocuk aynı zamanda İslâm toplumunda masumiyetin sembolü olarak kabul edilirdi. Çocuk doğduğu zaman ona ailesi tarafından bir isim verilirdi. Bu isim bazen bir kabile adı, babasının künyesi, taş, bitki, hayvan ve renk isimleri de olabilirdi. Yeni doğan çocuğun kulağına babası veya ailenin en büyük ferdi tarafından ezan okunurdu.

Çocuk bir toplumun, medeniyetin, ülkenin, ırkın, fikrî yapısının geleceğinin teminatı olarak da ön plana çıkartılmaktaydı. Bu amaçla çocuğun eğitimine ayrı bir önem verilirdi. Hükümdar ailelerinin çocukları özel bir eğitime tabi tutulurken, diğer ailelerin çocukları camilerde veya küttablarda eğitilirlerdi. Eğitimde cinsiyet ayrımı yapılmazdı. Hem kız çocuklarının hem de erkek çocuklarının en iyi şekilde eğitilmesi tavsiye edilirdi. Bu durum İslâmiyet’in, toplumu kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü cahiliye zihniyetinden kurtarıp getirdiği noktayı görmek açısından hayli önemlidir. İslâm toplumunda şehitlerin ve kimsesizlerin çocuklarına ayrıca bir önem verilirdi. Bu çocukların eğitimi ve bakımını devlet üstlenirdi.

Köle ve Cariyeler : İslâm öncesi dönemde Arap toplumunda kölelik son derece yaygındı. Cahiliye döneminde köleler, savaşlarda esir edilmek veya Habeşistan, İran, Bizans gibi Arabistan’a komşu ülkelerden satın alınmak suretiyle temin edilirdi. Köleler her türlü işlerde çalıştırılır, çok kötü muamelelere maruz bırakılırlardı. Sahibinin kölesini öldürmesi bile herhangi bir cezayı gerektirmezdi.

İslâmiyet sonrasında ise zengin ile fakir, yönetici ile halk, göçebe ile yerleşik, şehirli ile köylü, siyah ile beyaz ırk arasında herhangi bir fark gözetilmemiştir. Bu nedenle, İslâm öncesi dönemin aksine kölelik hayli azalmış, Hz. Peygamber kölelerin azad edilmesini tavsiye etmişti. Bu tavsiye uyarınca ilk sahabeler kölelere çok iyi muamele etmişlerdi. Köleler bu dönemde, İslâmiyet’in getirdiği eşitlik sayesinde yüksek makam ve mevkiler elde edebildiler. Bununla birlikte kölelik kesin bir hükümle yasaklanmadığı için İslâmiyet sonrasında da kölelerin mevcudiyetinden söz edilebilir. Ancak bunlar genellikle savaşlarda ele geçirilen esirlerdi. Kölelik, kölenin Müslüman olmasıyla sona ererdi. Fetihlerdeki artış, savaşlarda çok sayıda kölenin ele geçirilmesi sonucunu da beraberinde getirdi. Bu rakam Emevîler dönemine gelindiğinde yüzbinleri aşmıştı. Bu esirlerin pek çoğu belli şartlar dahilinde serbest bırakılırlardı. Savaş esirlerinin haricinde, köle ve cariyelerin belirli usuller çerçevesinde satıldığı pazarlar da vardı.

Müslüman Arap toplumunda cariyelik de oldukça yaygındı. Cariyeler de tıpkı köleler gibi savaş ya da satın alınmak suretiyle elde edilirdi. Cariyelerin fiyatlarının belirlenmesinde cariyenin güzelliği, el becerisi, sanatı, fiziki özellikleri gibi faktörler etkiliydi. Bu yüzden sahipleri iyi gelir elde edebilmek için cariyeleri çok küçük yaşlarından itibaren belirli alanlarda eğitirlerdi. Onlara şiir, görgü kuralları, güzel konuşma, efendilerine hizmet gibi konularda dersler verilirdi. Saraylarda şarkı söyleme geleneği oldukça yaygın olduğu için şarkıcı olarak yetiştirilen cariyeler iyi bir gelir kaynağıydı. Şarkı söyleyenlerin haricinde sırf güzellikleri veya çocuk doğurmaları için alınan cariyeler de vardı. Bunların haricinde cariyeler genellikle ev işlerinde de kullanılırlardı. Özellikle zengin aileler evlerinde mutlaka cariye bulundururlardı.

Sosyal Yardım Kurumları

İslâm dini sosyal yardımlaşmaya ve dayanışmaya oldukça önem vermiştir. İnsanların birbirlerine yardımda bulunmaları, aç kalanlara, yolda kalanlara, kimsesizlere yardım edilmesi, toplum içerisinde huzurun ve refahın sağlanması yolunda faaliyetlerde bulunulması Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hadislerinde değişik vesilelerle tavsiye edilmiştir. Yardımseverlik bazen bizzat halifeler tarafından emirnâmeler gönderilmek suretiyle de teşvik edilmiştir.

Hz. Ömer devrinden itibaren her ay, kadın-erkek, hür-köle ayrımı yapılmaksızın herkese erzak dağıtımı uygulaması başlatılmış. Halifenin emri uyarınca fetih gelirlerinden devlete ait beşte bir payın içinde yer alan yiyecek ve giyecekler başkent Medine’de toplanıyordu. Sürekli olarak gelen bu yiyeceklerin toplandığı bu merkeze Dârü’r-Rızk (Erzak Dağıtım Merkezi) adı verildi. Ayrıca, yoksulların ve kimsesizlerin gündelik yemek ihtiyaçlarını karşılaması için Aşevleri (Dârü’t-Taâm) kurulmuştur.

Bu tür yardım kuruluşlarının varlıklarını sürdürebilmesi için vakıf kurumu tesis edilmiş. Herhangi bir karşılık beklemeksizin başkalarına yardım etmeyi gaye edinen vakıf kurumu, İslâm tarihinde ilk defa Hz. Ömer tarafından tesis edilmiş. Hz. Ömer, kendisine ait Semg hurmalığını vakfetmiş; mücahidler, esaretten kurtulmak isteyen köleler, misafirler bu vakıftan yararlanmıştır. Hayır ve yardım kurumlarının gitgide artmasıyla birlikte, daha sonraki dönemlerde de çok sayıda vakıf tahsis edilmiş. Vakıflar, bazen bir arazi, hayır işlerinde kullanılmak için bir bina, okul, hurmalık, çeşme olabildiği gibi bazen de bir kitap da olabilirdi. Vakıf kurmaktaki temel amaç, topluma ve insanlara faydalı olabilmek ve bu sayede Allah’ın rızasını kazanmaktı. Vakıf şartları, bir vakfiye ile belirlenirdi.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.