Açıköğretim Ders Notları

Batı Edebiyatında Akımlar 2 Dersi 7. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Batı Edebiyatında Akımlar 2 Dersi 7. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Postmodernizm

Giriş

Başlangıcı tam kestirilemeyen ama genellikle 1960’lı yıllara dayandırılan bu akım, 1970’lerde yaygınlaşmaya 1980’lerde ise yoğunlukla akademik çalışmalara konu olmaya başlamıştır. Postmodernizmin daha çok her türlü üretime, iletişim biçimine, üretim ilişkilerine sızan ve onları yeniden yorumlayan bir bakış açısı olduğu söylenebilir.

Postmodernizm ortaya çıktığı yıllardan bugüne giderek farklılaşmış, çeşitlenmiş ve temelindeki çoğulculuk düşüncesi daha da egemen hale gelmiştir. Temellerini Derrid, Baudrillard gibi Fransız postyapısalcılardan alan akım, özellikle son 30 yılın her türlü sanatsal üretimine sızmıştır. Düşünme ve gerçek algısının yanı sıra üretim ve tüketim ilişkilerinde meydana gelen gelişmeler görme biçimini ve sanat anlayışını değiştirmiştir.

Modernizmden Postmodernizme

Postmodernizmin üzerinde uzlaşılmış ve eksiksiz bir tanımı yapmak oldukça zordur. Postmodernizm yeni bir kuram ya da sistemli bir yapı sunmaz, daha çok modernizmin norm, değer ve yöntemlerini sorgular ve bunların dışına çıkmaya çalışır. Postmodernizmi anlayabilmek için içinden çıktığı modernizmi anlamak gerekir.

Modern, Modernite, Modernizm

Farklı içeriklerle, modern terimi kendini geçmişle ilişkilendirerek, eskiden yeniye geçişin bir sonucu olarak ifade etmiştir. İnsanlar kendilerini, eskiyle/antikiteyle yenilenmiş ilişkiler sonucu doğan yeni bir devir bilincinin oluştuğu dönemlerde modern olarak görmüşlerdir. Rönesans, Fransız Devrimi, Aydınlanma gibi eski-yeni karşıtlığı oluşturan ve paradigma kırılmalarına yol açan olgular “modern”in farklı dönemlerde yeni tanımlarla karşımıza çıkmasını sağlarlar.

Foucault tarihsel kategori olarak moderniteyi, geleneğin sorgulanması veya reddinin, bireycilik, özgürlük ve resmi eşitliğe verilen önceliğin; sosyal, bilimsel ve teknolojik ilerlemeye ve insanların mükemmelleşmesine olan inancın; rasyonelleştirme ve profesyonelleşmenin; feodalizmden, kapitalizme ve piyasa ekonomisine yönelik bir hareketin; sanayileşme, kentleşme ve sekülerleşme; ulus devlet ve onun kurucu kurumlarının gelişiminin ve gözetim biçimlerinin damgasını vurduğu bir dönem şeklinde tanımlar.

Modernizm ise 1850’lerden sonra temeli atılan ve 20. yüzyılın ilk yarısını kapsayan estetik hareketlere gönderme yapmak üzere kullanılan bir terimdir. Bir estetik hareket olarak modernizm, modernitenin de dayandığı Aydınlanma ve hümanizm idealleriyle ile yer yer çatışır. Modernizm adı altında toplanan akımlar ve sanatçılar sadece geleneğe ve yerleşik estetik ölçülere değil akla da meydan okur.

Postmodernlerin modernizme ve onun çıktılarına bakış açısı şu şekilde özetlenebilir: Geleneksel (modern öncesi) dönemde otorite Tanrı’ya dayandırılıyordu, modern Çağ’da ise akla. Kanun geleneksel dönemde Tanrı istediği için öyle yapılıyordu, modern çağda ise bilim öyle emrettiği için. Postmodernizm bu tür bir nesnelliğe bu nesnellik zemininin meşrulaştırdığı sistemlere karşı çıkar. Bilim de diğer bilgi türleri gibi bir anlatıdır. Nesnel bilgi yoktur.

Bir Estetik Hareket Olarak Modernizm

Bir estetik hareket olarak modernizm şöyle tanımlanır: Modernizm 20. Yüzyılda Batıda sanat hakkında öne sürülen fikirlerle aşağı yukarı aynı sınırlara sahiptir. Modernizm, görsel sanatlarda, müzikte, edebiyatta ve tiyatroda, sanatın nasıl yapılması, tüketilmesi ve ne anlama gelmesi gerektiğiyle ilgili Viktorya dönemi ölçülerini reddeden bir harekettir. 1910lardan 1930lara kadar süren “yüksek modernizm” döneminde, modernizmin önde gelen isimleri, şiir ve edebiyatın ne olabileceğini ve ne yapabileceğini kökten değiştirerek yeniden tanımlar. Woolf, Joyce, Eliot, Pound, Stevens, Proust, Mallarme, Kafka ve Rilke gibi isimler yirminci yüzyıl modernizminin kurucusu olurlar.

Edebiyat açısından modernizmin belli başlı özellikleri şunlardır:

  • Yazıda (ve görsel sanatlarda) izlenim ve öznelliğe vurgu; algılananın ne olduğundan çok görme nin (ya da okumanın ya da algılamanın kendisinin) nasıl gerçekleştiğine vurgu. Buna bilinç-akışı tarzındaki yazı örnek verilebilir.
  • Her şeyi bilen üçüncü tekil şahıs anlatıcıların, sabit bakış açılarının ve kesin ahlâkî konumların sağladığı görünüşte nesnellikten uzaklaşma.
  • Edebî türler arasında bulanıklaşan ayrımlar, şiirin daha belgesel ve düzyazının daha şiirsel olması.
  • Parçalanmış biçimlere, kesintili anlatılara, farklı malzemelerin rastgele görünümlü kolajlarına vurgu.
  • Sanat eserinin üretimine yönelik bir öz-bilinç (kendini bilme, kendini yansıtma) eğiliminin oluşması. Böylece her bir sanat eseri bir üretim olarak, yapılan ve çeşitli şekillerde tüketilen bir şey olarak kendi durumuna dikkat çeker.
  • Minimalist tasarımların, spontanlığın ve yaratımdaki keşfin karmaşık biçim estetiğine tercih edilmesi.
  • Sanat eseri üretmede kullanılan materyallerin seçiminde olsun, sanat eserini sergileme, dağıtma ve tüketmede olsun, yüksek ve alt kültür, ya da kitle kültürü gibi ayrımların reddedilmesi.

Estetik Modernite değişen bir zaman bilinciyle karakterize olur. Bu zaman bilinci kendini öncü ve avangard metaforlarla ifade eder. Avangard kendine doğada kimsenin keşfetmediği bir yol bulmak zorundadır. Bergson’un yazılarında felsefeye giren bu yeni zaman bilinci, toplumdaki hareketlilik, tarihteki hızlanma ve gündelik yaşamdaki süreksizlik deneyimlerini ifade eder. Geçici, anlaşılmaz ve kısa süreli olana yüklenen yeni değer, kirletilmemiş, tertemiz ve kararlı bir şimdiye duyulan özlemi ifade eder ve geçmişten soyut bir dille söz eden modernist öfkeyi açıklar. Modernizmde tarihsel sürekliliği ortadan kaldırma niyeti gözlenebilir. Modernite geleneğin işlevlerinin normalleştirilmesine isyan eder; moderniteyi yaşatan şey, normal olan her şeye isyan etmektir.

Sanat giderek daha da özerkleşme eğilimi gösterir. 19. yüzyılda sanatın estetist bir bakış açısıyla algılanmasının başlaması sanatçıyı, sanat için sanat algısına göre eser üretmeye teşvik eder. Estetik alanın özerkliği isteğe bağlı bir proje haline gelir. 19. Yüzyılın ortalarında resim ve edebiyatta, ifade araç ve tekniklerinin kendisinin estetik nesne haline geldiği bir hareket başlar.

Postmodernizmi Hazırlayan Koşullar

Modemiteden postmodemiteye geçişi hazırlayan tarihsel, ekonomik, felsefî, sosyolojik koşulları konusunda kuramcıların yaklaşımları temelde demokratikleşme, heterojenleşme, kadın hareketi ve enformatik devrimi temelinde şekillenir.

Modernist düşüncenin insanlığa mutluluk getireceği düşüncesinin 20. yüzyılın ikinci yarısında sorgulanmaya başlandığı ileri sürülür. Bunun nedenleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  1. Sömürgelerin bağımsızlığını kazanmaya başlamasıyla birlikte burada yaşayanlar Batı merkezli hümanist düşünceyi sorgulamaya başladı. Bu düşünce insanların değil belli toplumların ve grupların çıkarlarına hizmet ediyordu.
  2. Feminist hareketin güç kazanması: Kadın hareketi Batı toplumlarının yapısının ve ilkelerinin, kadın erkek eşitliğine ve herkesin mutluluğuna değil ataerkil sisteme ve özelde beyaz ve orta sınıf erkeğin çıkar ve mutluluğuna hizmet ettiğini göstermişlerdi.
  3. Elektronik iletişim sistemlerinin ve teknolojilerinin icadı ve yaygınlaşması sonucu bilgi edinme, aktarma yöntemlerinin ve sosyal yapının değişmesi.

Modernite ideallerinin çökmesi, daha doğrusu pratikte yanlı ve eşitsizlikçi olduğunun görülmesi, felsefî, toplumsal, ekonomik, bilimsel ve sanatsal zemindeki kırılmalarla beraber başka bir çağın kapısını açar. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, felsefî altyapısı ve üretim ilişkileri klasik modern toplumun, yani aklın ve bilimin, Aydınlanma Çağı’nın değerlerinin, endüstriyel üretimin yön verdiği toplumların dinamiklerinden farklı yeni bir toplum doğar.

Simülasyon ve Simulakra Çağı

Baudrillard Simülasyonlar adlı eserinde Modernite dönemini, “sanayi üretiminin ön plana çıktığı burjuva sınıfı dönemi” olarak tanımladıktan sonra, bu dönemde daha sonra teknoloji devrimiyle birlikte yeniden üretimin (kopyalama, reproduction) toplumun düzenlenme ilkesi olarak üretimin yerini aldığını söyler. İlk düzenin başat imgesi resim ve tiyatronun yerini fotoğraf ve sinema alır. Postmodernite döneminde ise eşyanın kullanım değerinin ve üretim gerekliliğinin yerini simülasyonlar, kodlar, simülakra, hipergerçeklik alır.

Yeni postmodern evren her şeyi simülakraya dönüştürür. Baudrillard bununla hepimizin belli taklitleri kullandığı, taklit edilebilecek bir orijinalin de bulunmadığı bir dünyayı anlatmak ister. Artık “öykünme” ya da “benzetme’ye karşılık içeren bir gerçek alanı bulunmaz, yalnızca taklitlerin bulunduğu bir düzey söz konusudur.

Baudrillard’a göre artık dünya doğrudan doğruya bağlantı içinde olduğumuz bir şey değil, televizyon ekranlarından verilendir. Televizyon yaşam içerisinde yaşamsa televizyon içerisinde çözelmektedir. Kurgu gerçekleştirilir ve böylelikle gerçek kurgusal olur. Televizyon ve kitle iletişiminin işlevi tepkiyi önlemek, bireyi özelleştirmek, ve görüntüyle gerçek arasında bir ayrım yapabilmenin olanaksızlaştığı bir taklit (simülasyon) evrenine yerleştirmektir.

Çok fazla enformasyonun buna karşılık çok az anlamın bulunduğu bir evrende yaşıyoruz. Sürekli olarak zengin imgelerle süslü enformasyon bombardımanı altındayız. Baudrillard’a göre buna direnmenin tek yolu anlamı reddetmektir: İmgeleri yalnızca gösterenler, yüzeysel görünüşler olarak kabul etmek ve bunlarını anlamlarını reddetmek.

Descartesçı Öznenin/Bireyin Ölümü

Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle düşünen, düşündüğünü bilen, kendinin farkında olan, hedefleri olan, özgür iradesi ve sorumluluğu olan bir özne ortaya koyar. Öncelikle düşünen özne olarak varlığını ispat eden Descartes’a göre bütün bilgimizin kaynağı da akıldır, düşünmedir. Kant , bilen özne kavramını devam ettirir. Kant’a göre bilgi ne sadece deneyimle, ne de sadece akılla elde edinebilir. Bilginin kaynağı deneyim ya da tecrübe ile aklın sentezidir.

Foucault, özneyi, bilen, isteyen, özerk, kendini eleştirebilen ya da Kantçı söylemde olduğu üzere, transandental bir özne olarak görmememiz gerektiğini vurgular. Artık özne, çok yönlü, dağınık ve belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiği olarak anlaşılmak durumundadır. Foucault insan öznesinin sorumlu ve özerk olduğu biçimindeki düşünceyi yeterince sorgulamadan kabul eden felsefe geleneğine açıkça karşıdır. Ayrıca kendisini evrensel bir gerçekliğin temsilcisi olarak konumlandıran entelektüel fikrine de karşı çıkar. Birey artık sosyal ve tarihsel bir üretim olarak görülür. Kendine özgü ve evrensel bir yanı olmayan, konumsal bir varlıktır. Modernist öznenin ölümü, modernist anlamda bireyciliğin sonudur.

Bugün farklı bakış açılarından sosyal kuramcılar, psikanalistler, hatta dilbilimciler, bu türde bir bireysellik ve kişisel kimliğin geçmişe ait bir şey olduğunu, eski bireysel ya da bireyci öznenin öldüğünü söylerler. Benzersiz birey kavramının ve bireyciliğin temelinin ideolojik olduğunu düşünürler.

Baudrillard öznenin ölümünü gerçeğin gerçekdışı olmasına bağlar. Gerçeklik zaten her zaman sanal olduğundan artık hakkında hayal kurulacak hiçbir şey kalmamışsa bu durum insanın hayalgücünü her türlü güçten yoksun bırakır; rasyonalitemiz de etkisiz olduğundan insan öznesi nosyonu hiçbir anlam ifade etmez olur. Soğuk bir uzak duruş ve boş bir aldırmazlık “hipergerçekçiliğin simülasyon boyutu”nun duyarsızlaştırmasına verilecek tek uygun tepkidir.

Tarihin Ölümü

Tarihin sonu ya da tarihin ölümü ifadesi, postmodernistlerin ilerleme fikrine duydukları kuşkuyu ifade eder. Tarih aynı zamanda anlam açısından bakıldığında gösterge ve gösterilen arasındaki kurgusal ilişkinin nesnel bir ilişkiymiş gibi gözükmesine, tarih anlatısının bir gerçeğin yansıması (göstergesi) olduğu yanılgısına yol açan bir zemindir. Bu zemin denklemden çıkarıldığında göstergeler ve işaret ettikleri iddia edilen gerçekler arasındaki bağ kaybolur ve uçuşan göstergelerden oluşan bir yeni semantik evren oluşur. Tarihin ölümü postmodernistler için, modernizmin norm ve değerlerinin anlam kazandığı bağlamın yıkılışıdır.

Büyük Anlatıların Çöküşü

Bilgiyi kullanan ve üretenlerin ürettikleri ve kullandıkları bilgiyle olan ilişkileri, bir malı üreten ve tüketenlerin o malla ilişkisine benzemektedir. Bilgi satılmak üzere üretilmeye başlanmıştır ve bu durum böyle devam edecek gibi görünmektedir. Bilgi kendinde bir amaç olmaktan uzaklaşmakta, “kullanım değeri”ni kaybetmektedir.

Bilgi, son çeyrek yüzyılda üretimin esas gücü konumuna gelmiştir. Sanayi sonrası (postendüstriyel) ve postmodern çağda bilim ulus devletlerin üretici kapasite alanındaki önceliğini arttıracaktır. Enformasyon malı formundaki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde dünyadaki rekabetin bir parçasıdır.

Lyotard son yıllarda çokuluslu şirketlerin sermaye dolaşımının yeni biçimleri aracılığıyla devletin konumunu tehlikeye sokmaya başlamış olduğunu söyler. Bunun sonucu olarak bilginin kontrolüyle ilgili yasaları kimin yapacağı ya da bilginin dolaşımının nasıl kontrol edileceği sorunu ortaya çıkmıştır. Bilginin sorunu artık bir yönetim sorunu olmuştur.

Lyotard önce bilimsel bilginin kendisini nesnellik temelinde meşrulaştırmasına ve diğer bilgi türlerinin üzerinde tutulmasına, onları baskılamasına karşı çıkar.

Modern bilim en başta anlatısal bilginin meşruluğunun reddedilmesi ve bastırılmasıyla belirlenir.

Büyük Anlatı (“Grand Récit”)

Büyük anlatılar ise, bilginin kurumsal ve ideolojik biçimleridir ve modernizmin araçlarıdır. Büyük anlatıların bittiği, inanılırlığını yitirdiği noktada postmodernizm başlar. Bir başka deyişle, modernizmin gelişme, akılcılık ve bilimsel nesnellik iddialarının bittiği noktada postmodernizm başlamıştır.

Lyotard’a göre, modernite bilgiyi büyük anlatı senaryolarına ya da büyük anlatılara (grands recits) (örneğin Fransız Devrimi’nin aydınlanma ve özgürleşme büyük hikâyesine) dönüştürerek meşrulaştırmıştır. Günümüzde kimse bu tip felsefî “büyük anlatı”lara inanmamaktadır ve postmodernite bilgiye ancak küçük, yerel, paradoksal, mantıkötesi (paralogic) anlatılara meşruiyet sağlar. Lyotard yıkılan büyük anlatıların yerine küçük anlatıları önerir.

Demokratikleşme ve Heterojenleşme

Lyotard’a göre modernite temelde düzenle ilgilidir: rasyonalite ve rasyonalizasyon, kaostan düzen yaratma. Buradaki varsayım, daha fazla rasyonalite yaratmanın daha fazla düzen yaratmaya yardım ettiği, toplumun da daha düzenli oldukça daha iyi bir işleyişi olacağıdır.

Postmodernizme Yöneltilen Eleştiriler

Postmodernizm gördüğü büyük ilgiye karşılık özellikle Marksist eleştirmen ve düşünürlerce eleştirilmiştir. Marksistler akıma hem ilgi duymuş hem de çeşitli eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu eleştiriler geniş bir çeşitlilik gösteriyor olsa da birkaç temel başlık şu şekilde sıralanabilir: Düşünüyor gibi yapıp düşünmemek, her şeyi söylemle, dil oyunlarıyla açıklamak, bu tartışmalar bir yere kadar anlamlı olsa da nihayet gerçek hayatta bir eylem gücünün olmayışı, yani düşünce ile eylemin bağlantısını kesmek…

Eagleton postmodernizmi, yüzeysellik açısından da eleştirir. Postmodernizmin doğurduğu kültürel solun, günlük hayatımızı yönlendiren ve yöneten iktidara karşı kayıtsız ve sessiz olduğunu, Her türlü baskıcı sistem biçimini, (devlet, medya, ataerkil düzen, ırkçılık, yeni sömürgecilik gibi) tartışmanın ancak onların kökenlerini ya da uzun vadedeki gündemlerini tartışmamak koşuluyla mubah sayıldığını söyler.

Edebiyatta Postmodernizm

Postmodernizm ikinci sınıf filmlerden, edebî olmayan (paraliterature) kurgudan, gotik ve romanslardan, popüler biyografiden, polisiye, bilimkurgu ve fantezi romandan etkilenmiştir. Bu tür metinleri Joyce’un yapacağı gibi alıntılamaz, yüksek sanatla ticari biçimlerin nerede ayrıldığını belirlemenin giderek zorlaşacağı ölçüde, onları kendi metinlerine dâhil ederler.

1960lar birçok açıdan bir geçiş dönemiydi; yeni uluslararası düzenin (yeni sömürgecilik, Yeşil Devrim, bilgisayar teknolojilerine geçilmesi ve elektronik bilgi) kurulduğu ve aynı zamanda kendi iç çelişkileri ve dış direnişle sarsıldığı bir dönem. Postmodernizm geç kapitalizmin yeni ortaya çıkan toplumsal düzeninin içsel gerçeğini ifade eder. Jameson’a göre postmodernizmin iki önemli özelliği bunun kanıtıdır: pastiş ve şizofreni.

Modern edebiyat parodiye geniş imkân tanır çünkü büyük modern yazarların hepsi benzersiz üsluplar üretmeleriyle tanınırlar: Faulkner tarzı uzun cümleyi ya da D.H. lawrence’ın karakteristik doğa tasvirlerini; Heidegger’in Sartre’ın yaklaşımlarını ve üsluplarını buna örnek verebiliriz. Bu üslupların her biri bir diğerinden farklı olsa da hepsi şüphe götürmez bir şekilde kendine özgüdür, bir kez öğrenildi mi bir başkasınınkiyle karıştırılmaz. Parodi bu üslupların benzersizliğinden yararlanır, yapısal özelliklerini ve tuhaflıklarını yakalayıp orijinaliyle alay eden bir taklit üretir.

Pastiş de parodi gibi kendine özgü ya da benzersiz bir üslubun taklidi, bir üslup maskesinin takılmasıdır. Fakat ondan farklı olarak nötr bir taklittir; parodinin gizli amacını, hiciv dürtüsünü, kahkahayı ve nihayet taklidi yapılana nazaran normal olanın var olduğu şeklindeki gizli inancı içermez. Pastiş boş parodidir, mizah duygusunu yitirmiş parodi.

Jameson’ın bu tarifi, akla Baudrillard’ın simülakra kavramını getirir. Değişen gerçeklik algısı edebiyat eserinin yapısına yansır: Artık orijinal ve kopyası diye bir ayrım yoktur, çünkü bu ikisi aynı şeye dönüşmüştür. Artık diğerlerinden şüphe götürmez bir biçimde ayrılan bir üslûp yoktur çünkü artık başkalarından bu şekilde ayrılan bir birey yoktur.

Postmodern Edebiyatın Özellikleri

Toynbee’nin Batı tarihindeki “postmodern çağ” anlayışı, Black Mountain şairlerinin apokaliptik duyarlılıklarına hitap ediyordu. Daha sonra asimile oldu ve çağdaş edebiyatla ve özellikle çağdaş edebiyatın yenileşmeye adanmış kısmıyla ilgili yazan eleştirmenlerin üslûbuna dönüştü.

Postmodernizmi edebiyat ve sanatla ilgili bir terim olarak ilk kez kullanan kişi, Amerikalı eleştirmen Ihab Hassandır. Hassan 1985’te Paris’te yapılan Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresinde sunduğu “Postmodern Perspektifte Çoğulculuk” başlıklı bildirisinde Postmodernizmin özelliklerini sıralar ve tanımlar. Buna göre postmodern edebiyatın özellikleri; belirsizlik, parçalanma, kutsallığını alma, kendiliksizlik/derinliksizlik, temsli edilemez olan, ironi, melezleme, karnavallaştırma, performans/katılım, inşa etme ve içkinlik olarak sıralanabilir.

Postmodernizmin felsefî temellerini ortaya koyduktan ve Hassan’ın sıraladığı özellikleri gördükten sonra postmodern edebiyatın o günden bugüne büründüğü nitelikleri ve getirdikleri genel ilkeler olarak şöyle sıralanabilir:

  • Çoğulculuk esastır.
  • Kurgu tutarsızlaşır ve boşluklar içerir.
  • Tüm ayrımlar ortadan kalkar.
  • Yazar ölmüştür.
  • Anlam tasarlanamaz.
  • Üst kurmaca egemendir.
  • Parodi ve pastiş yaygındır.

Postmodernizmin Temsilcileri

Filozoflar

Friedrich Nietzsche, Michel Foucalt, Jacques Derrida, Jean François Lyotad ve Jean Baudrillard.

Edebiyatçılar

Paul Auster, Samuel Beckett, Umberto Eco, Italo Calvino, Kathy Acker, Don Delillo, Jerzy Kosinski, Thomas Pynchon, Chuck Palahniuk ve Orhan Pamuk.

Yönetmenler

Ridley Scott, Quentin Tarantino, David Lynch, Wim Wenders, David Fincher, Jean-Luc Godard ve Sam Mendes.

Ressamlar

Andy Warhol, Jeef Koons, Sigmar Polke ve Robert Rauschenberg.

Müzisyenler

John Cage ve Igor Fyodorovich Stravinsky.

Giriş

Başlangıcı tam kestirilemeyen ama genellikle 1960’lı yıllara dayandırılan bu akım, 1970’lerde yaygınlaşmaya 1980’lerde ise yoğunlukla akademik çalışmalara konu olmaya başlamıştır. Postmodernizmin daha çok her türlü üretime, iletişim biçimine, üretim ilişkilerine sızan ve onları yeniden yorumlayan bir bakış açısı olduğu söylenebilir.

Postmodernizm ortaya çıktığı yıllardan bugüne giderek farklılaşmış, çeşitlenmiş ve temelindeki çoğulculuk düşüncesi daha da egemen hale gelmiştir. Temellerini Derrid, Baudrillard gibi Fransız postyapısalcılardan alan akım, özellikle son 30 yılın her türlü sanatsal üretimine sızmıştır. Düşünme ve gerçek algısının yanı sıra üretim ve tüketim ilişkilerinde meydana gelen gelişmeler görme biçimini ve sanat anlayışını değiştirmiştir.

Modernizmden Postmodernizme

Postmodernizmin üzerinde uzlaşılmış ve eksiksiz bir tanımı yapmak oldukça zordur. Postmodernizm yeni bir kuram ya da sistemli bir yapı sunmaz, daha çok modernizmin norm, değer ve yöntemlerini sorgular ve bunların dışına çıkmaya çalışır. Postmodernizmi anlayabilmek için içinden çıktığı modernizmi anlamak gerekir.

Modern, Modernite, Modernizm

Farklı içeriklerle, modern terimi kendini geçmişle ilişkilendirerek, eskiden yeniye geçişin bir sonucu olarak ifade etmiştir. İnsanlar kendilerini, eskiyle/antikiteyle yenilenmiş ilişkiler sonucu doğan yeni bir devir bilincinin oluştuğu dönemlerde modern olarak görmüşlerdir. Rönesans, Fransız Devrimi, Aydınlanma gibi eski-yeni karşıtlığı oluşturan ve paradigma kırılmalarına yol açan olgular “modern”in farklı dönemlerde yeni tanımlarla karşımıza çıkmasını sağlarlar.

Foucault tarihsel kategori olarak moderniteyi, geleneğin sorgulanması veya reddinin, bireycilik, özgürlük ve resmi eşitliğe verilen önceliğin; sosyal, bilimsel ve teknolojik ilerlemeye ve insanların mükemmelleşmesine olan inancın; rasyonelleştirme ve profesyonelleşmenin; feodalizmden, kapitalizme ve piyasa ekonomisine yönelik bir hareketin; sanayileşme, kentleşme ve sekülerleşme; ulus devlet ve onun kurucu kurumlarının gelişiminin ve gözetim biçimlerinin damgasını vurduğu bir dönem şeklinde tanımlar.

Modernizm ise 1850’lerden sonra temeli atılan ve 20. yüzyılın ilk yarısını kapsayan estetik hareketlere gönderme yapmak üzere kullanılan bir terimdir. Bir estetik hareket olarak modernizm, modernitenin de dayandığı Aydınlanma ve hümanizm idealleriyle ile yer yer çatışır. Modernizm adı altında toplanan akımlar ve sanatçılar sadece geleneğe ve yerleşik estetik ölçülere değil akla da meydan okur.

Postmodernlerin modernizme ve onun çıktılarına bakış açısı şu şekilde özetlenebilir: Geleneksel (modern öncesi) dönemde otorite Tanrı’ya dayandırılıyordu, modern Çağ’da ise akla. Kanun geleneksel dönemde Tanrı istediği için öyle yapılıyordu, modern çağda ise bilim öyle emrettiği için. Postmodernizm bu tür bir nesnelliğe bu nesnellik zemininin meşrulaştırdığı sistemlere karşı çıkar. Bilim de diğer bilgi türleri gibi bir anlatıdır. Nesnel bilgi yoktur.

Bir Estetik Hareket Olarak Modernizm

Bir estetik hareket olarak modernizm şöyle tanımlanır: Modernizm 20. Yüzyılda Batıda sanat hakkında öne sürülen fikirlerle aşağı yukarı aynı sınırlara sahiptir. Modernizm, görsel sanatlarda, müzikte, edebiyatta ve tiyatroda, sanatın nasıl yapılması, tüketilmesi ve ne anlama gelmesi gerektiğiyle ilgili Viktorya dönemi ölçülerini reddeden bir harekettir. 1910lardan 1930lara kadar süren “yüksek modernizm” döneminde, modernizmin önde gelen isimleri, şiir ve edebiyatın ne olabileceğini ve ne yapabileceğini kökten değiştirerek yeniden tanımlar. Woolf, Joyce, Eliot, Pound, Stevens, Proust, Mallarme, Kafka ve Rilke gibi isimler yirminci yüzyıl modernizminin kurucusu olurlar.

Edebiyat açısından modernizmin belli başlı özellikleri şunlardır:

  • Yazıda (ve görsel sanatlarda) izlenim ve öznelliğe vurgu; algılananın ne olduğundan çok görme nin (ya da okumanın ya da algılamanın kendisinin) nasıl gerçekleştiğine vurgu. Buna bilinç-akışı tarzındaki yazı örnek verilebilir.
  • Her şeyi bilen üçüncü tekil şahıs anlatıcıların, sabit bakış açılarının ve kesin ahlâkî konumların sağladığı görünüşte nesnellikten uzaklaşma.
  • Edebî türler arasında bulanıklaşan ayrımlar, şiirin daha belgesel ve düzyazının daha şiirsel olması.
  • Parçalanmış biçimlere, kesintili anlatılara, farklı malzemelerin rastgele görünümlü kolajlarına vurgu.
  • Sanat eserinin üretimine yönelik bir öz-bilinç (kendini bilme, kendini yansıtma) eğiliminin oluşması. Böylece her bir sanat eseri bir üretim olarak, yapılan ve çeşitli şekillerde tüketilen bir şey olarak kendi durumuna dikkat çeker.
  • Minimalist tasarımların, spontanlığın ve yaratımdaki keşfin karmaşık biçim estetiğine tercih edilmesi.
  • Sanat eseri üretmede kullanılan materyallerin seçiminde olsun, sanat eserini sergileme, dağıtma ve tüketmede olsun, yüksek ve alt kültür, ya da kitle kültürü gibi ayrımların reddedilmesi.

Estetik Modernite değişen bir zaman bilinciyle karakterize olur. Bu zaman bilinci kendini öncü ve avangard metaforlarla ifade eder. Avangard kendine doğada kimsenin keşfetmediği bir yol bulmak zorundadır. Bergson’un yazılarında felsefeye giren bu yeni zaman bilinci, toplumdaki hareketlilik, tarihteki hızlanma ve gündelik yaşamdaki süreksizlik deneyimlerini ifade eder. Geçici, anlaşılmaz ve kısa süreli olana yüklenen yeni değer, kirletilmemiş, tertemiz ve kararlı bir şimdiye duyulan özlemi ifade eder ve geçmişten soyut bir dille söz eden modernist öfkeyi açıklar. Modernizmde tarihsel sürekliliği ortadan kaldırma niyeti gözlenebilir. Modernite geleneğin işlevlerinin normalleştirilmesine isyan eder; moderniteyi yaşatan şey, normal olan her şeye isyan etmektir.

Sanat giderek daha da özerkleşme eğilimi gösterir. 19. yüzyılda sanatın estetist bir bakış açısıyla algılanmasının başlaması sanatçıyı, sanat için sanat algısına göre eser üretmeye teşvik eder. Estetik alanın özerkliği isteğe bağlı bir proje haline gelir. 19. Yüzyılın ortalarında resim ve edebiyatta, ifade araç ve tekniklerinin kendisinin estetik nesne haline geldiği bir hareket başlar.

Postmodernizmi Hazırlayan Koşullar

Modemiteden postmodemiteye geçişi hazırlayan tarihsel, ekonomik, felsefî, sosyolojik koşulları konusunda kuramcıların yaklaşımları temelde demokratikleşme, heterojenleşme, kadın hareketi ve enformatik devrimi temelinde şekillenir.

Modernist düşüncenin insanlığa mutluluk getireceği düşüncesinin 20. yüzyılın ikinci yarısında sorgulanmaya başlandığı ileri sürülür. Bunun nedenleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  1. Sömürgelerin bağımsızlığını kazanmaya başlamasıyla birlikte burada yaşayanlar Batı merkezli hümanist düşünceyi sorgulamaya başladı. Bu düşünce insanların değil belli toplumların ve grupların çıkarlarına hizmet ediyordu.
  2. Feminist hareketin güç kazanması: Kadın hareketi Batı toplumlarının yapısının ve ilkelerinin, kadın erkek eşitliğine ve herkesin mutluluğuna değil ataerkil sisteme ve özelde beyaz ve orta sınıf erkeğin çıkar ve mutluluğuna hizmet ettiğini göstermişlerdi.
  3. Elektronik iletişim sistemlerinin ve teknolojilerinin icadı ve yaygınlaşması sonucu bilgi edinme, aktarma yöntemlerinin ve sosyal yapının değişmesi.

Modernite ideallerinin çökmesi, daha doğrusu pratikte yanlı ve eşitsizlikçi olduğunun görülmesi, felsefî, toplumsal, ekonomik, bilimsel ve sanatsal zemindeki kırılmalarla beraber başka bir çağın kapısını açar. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, felsefî altyapısı ve üretim ilişkileri klasik modern toplumun, yani aklın ve bilimin, Aydınlanma Çağı’nın değerlerinin, endüstriyel üretimin yön verdiği toplumların dinamiklerinden farklı yeni bir toplum doğar.

Simülasyon ve Simulakra Çağı

Baudrillard Simülasyonlar adlı eserinde Modernite dönemini, “sanayi üretiminin ön plana çıktığı burjuva sınıfı dönemi” olarak tanımladıktan sonra, bu dönemde daha sonra teknoloji devrimiyle birlikte yeniden üretimin (kopyalama, reproduction) toplumun düzenlenme ilkesi olarak üretimin yerini aldığını söyler. İlk düzenin başat imgesi resim ve tiyatronun yerini fotoğraf ve sinema alır. Postmodernite döneminde ise eşyanın kullanım değerinin ve üretim gerekliliğinin yerini simülasyonlar, kodlar, simülakra, hipergerçeklik alır.

Yeni postmodern evren her şeyi simülakraya dönüştürür. Baudrillard bununla hepimizin belli taklitleri kullandığı, taklit edilebilecek bir orijinalin de bulunmadığı bir dünyayı anlatmak ister. Artık “öykünme” ya da “benzetme’ye karşılık içeren bir gerçek alanı bulunmaz, yalnızca taklitlerin bulunduğu bir düzey söz konusudur.

Baudrillard’a göre artık dünya doğrudan doğruya bağlantı içinde olduğumuz bir şey değil, televizyon ekranlarından verilendir. Televizyon yaşam içerisinde yaşamsa televizyon içerisinde çözelmektedir. Kurgu gerçekleştirilir ve böylelikle gerçek kurgusal olur. Televizyon ve kitle iletişiminin işlevi tepkiyi önlemek, bireyi özelleştirmek, ve görüntüyle gerçek arasında bir ayrım yapabilmenin olanaksızlaştığı bir taklit (simülasyon) evrenine yerleştirmektir.

Çok fazla enformasyonun buna karşılık çok az anlamın bulunduğu bir evrende yaşıyoruz. Sürekli olarak zengin imgelerle süslü enformasyon bombardımanı altındayız. Baudrillard’a göre buna direnmenin tek yolu anlamı reddetmektir: İmgeleri yalnızca gösterenler, yüzeysel görünüşler olarak kabul etmek ve bunlarını anlamlarını reddetmek.

Descartesçı Öznenin/Bireyin Ölümü

Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle düşünen, düşündüğünü bilen, kendinin farkında olan, hedefleri olan, özgür iradesi ve sorumluluğu olan bir özne ortaya koyar. Öncelikle düşünen özne olarak varlığını ispat eden Descartes’a göre bütün bilgimizin kaynağı da akıldır, düşünmedir. Kant , bilen özne kavramını devam ettirir. Kant’a göre bilgi ne sadece deneyimle, ne de sadece akılla elde edinebilir. Bilginin kaynağı deneyim ya da tecrübe ile aklın sentezidir.

Foucault, özneyi, bilen, isteyen, özerk, kendini eleştirebilen ya da Kantçı söylemde olduğu üzere, transandental bir özne olarak görmememiz gerektiğini vurgular. Artık özne, çok yönlü, dağınık ve belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiği olarak anlaşılmak durumundadır. Foucault insan öznesinin sorumlu ve özerk olduğu biçimindeki düşünceyi yeterince sorgulamadan kabul eden felsefe geleneğine açıkça karşıdır. Ayrıca kendisini evrensel bir gerçekliğin temsilcisi olarak konumlandıran entelektüel fikrine de karşı çıkar. Birey artık sosyal ve tarihsel bir üretim olarak görülür. Kendine özgü ve evrensel bir yanı olmayan, konumsal bir varlıktır. Modernist öznenin ölümü, modernist anlamda bireyciliğin sonudur.

Bugün farklı bakış açılarından sosyal kuramcılar, psikanalistler, hatta dilbilimciler, bu türde bir bireysellik ve kişisel kimliğin geçmişe ait bir şey olduğunu, eski bireysel ya da bireyci öznenin öldüğünü söylerler. Benzersiz birey kavramının ve bireyciliğin temelinin ideolojik olduğunu düşünürler.

Baudrillard öznenin ölümünü gerçeğin gerçekdışı olmasına bağlar. Gerçeklik zaten her zaman sanal olduğundan artık hakkında hayal kurulacak hiçbir şey kalmamışsa bu durum insanın hayalgücünü her türlü güçten yoksun bırakır; rasyonalitemiz de etkisiz olduğundan insan öznesi nosyonu hiçbir anlam ifade etmez olur. Soğuk bir uzak duruş ve boş bir aldırmazlık “hipergerçekçiliğin simülasyon boyutu”nun duyarsızlaştırmasına verilecek tek uygun tepkidir.

Tarihin Ölümü

Tarihin sonu ya da tarihin ölümü ifadesi, postmodernistlerin ilerleme fikrine duydukları kuşkuyu ifade eder. Tarih aynı zamanda anlam açısından bakıldığında gösterge ve gösterilen arasındaki kurgusal ilişkinin nesnel bir ilişkiymiş gibi gözükmesine, tarih anlatısının bir gerçeğin yansıması (göstergesi) olduğu yanılgısına yol açan bir zemindir. Bu zemin denklemden çıkarıldığında göstergeler ve işaret ettikleri iddia edilen gerçekler arasındaki bağ kaybolur ve uçuşan göstergelerden oluşan bir yeni semantik evren oluşur. Tarihin ölümü postmodernistler için, modernizmin norm ve değerlerinin anlam kazandığı bağlamın yıkılışıdır.

Büyük Anlatıların Çöküşü

Bilgiyi kullanan ve üretenlerin ürettikleri ve kullandıkları bilgiyle olan ilişkileri, bir malı üreten ve tüketenlerin o malla ilişkisine benzemektedir. Bilgi satılmak üzere üretilmeye başlanmıştır ve bu durum böyle devam edecek gibi görünmektedir. Bilgi kendinde bir amaç olmaktan uzaklaşmakta, “kullanım değeri”ni kaybetmektedir.

Bilgi, son çeyrek yüzyılda üretimin esas gücü konumuna gelmiştir. Sanayi sonrası (postendüstriyel) ve postmodern çağda bilim ulus devletlerin üretici kapasite alanındaki önceliğini arttıracaktır. Enformasyon malı formundaki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde dünyadaki rekabetin bir parçasıdır.

Lyotard son yıllarda çokuluslu şirketlerin sermaye dolaşımının yeni biçimleri aracılığıyla devletin konumunu tehlikeye sokmaya başlamış olduğunu söyler. Bunun sonucu olarak bilginin kontrolüyle ilgili yasaları kimin yapacağı ya da bilginin dolaşımının nasıl kontrol edileceği sorunu ortaya çıkmıştır. Bilginin sorunu artık bir yönetim sorunu olmuştur.

Lyotard önce bilimsel bilginin kendisini nesnellik temelinde meşrulaştırmasına ve diğer bilgi türlerinin üzerinde tutulmasına, onları baskılamasına karşı çıkar.

Modern bilim en başta anlatısal bilginin meşruluğunun reddedilmesi ve bastırılmasıyla belirlenir.

Büyük Anlatı (“Grand Récit”)

Büyük anlatılar ise, bilginin kurumsal ve ideolojik biçimleridir ve modernizmin araçlarıdır. Büyük anlatıların bittiği, inanılırlığını yitirdiği noktada postmodernizm başlar. Bir başka deyişle, modernizmin gelişme, akılcılık ve bilimsel nesnellik iddialarının bittiği noktada postmodernizm başlamıştır.

Lyotard’a göre, modernite bilgiyi büyük anlatı senaryolarına ya da büyük anlatılara (grands recits) (örneğin Fransız Devrimi’nin aydınlanma ve özgürleşme büyük hikâyesine) dönüştürerek meşrulaştırmıştır. Günümüzde kimse bu tip felsefî “büyük anlatı”lara inanmamaktadır ve postmodernite bilgiye ancak küçük, yerel, paradoksal, mantıkötesi (paralogic) anlatılara meşruiyet sağlar. Lyotard yıkılan büyük anlatıların yerine küçük anlatıları önerir.

Demokratikleşme ve Heterojenleşme

Lyotard’a göre modernite temelde düzenle ilgilidir: rasyonalite ve rasyonalizasyon, kaostan düzen yaratma. Buradaki varsayım, daha fazla rasyonalite yaratmanın daha fazla düzen yaratmaya yardım ettiği, toplumun da daha düzenli oldukça daha iyi bir işleyişi olacağıdır.

Postmodernizme Yöneltilen Eleştiriler

Postmodernizm gördüğü büyük ilgiye karşılık özellikle Marksist eleştirmen ve düşünürlerce eleştirilmiştir. Marksistler akıma hem ilgi duymuş hem de çeşitli eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu eleştiriler geniş bir çeşitlilik gösteriyor olsa da birkaç temel başlık şu şekilde sıralanabilir: Düşünüyor gibi yapıp düşünmemek, her şeyi söylemle, dil oyunlarıyla açıklamak, bu tartışmalar bir yere kadar anlamlı olsa da nihayet gerçek hayatta bir eylem gücünün olmayışı, yani düşünce ile eylemin bağlantısını kesmek…

Eagleton postmodernizmi, yüzeysellik açısından da eleştirir. Postmodernizmin doğurduğu kültürel solun, günlük hayatımızı yönlendiren ve yöneten iktidara karşı kayıtsız ve sessiz olduğunu, Her türlü baskıcı sistem biçimini, (devlet, medya, ataerkil düzen, ırkçılık, yeni sömürgecilik gibi) tartışmanın ancak onların kökenlerini ya da uzun vadedeki gündemlerini tartışmamak koşuluyla mubah sayıldığını söyler.

Edebiyatta Postmodernizm

Postmodernizm ikinci sınıf filmlerden, edebî olmayan (paraliterature) kurgudan, gotik ve romanslardan, popüler biyografiden, polisiye, bilimkurgu ve fantezi romandan etkilenmiştir. Bu tür metinleri Joyce’un yapacağı gibi alıntılamaz, yüksek sanatla ticari biçimlerin nerede ayrıldığını belirlemenin giderek zorlaşacağı ölçüde, onları kendi metinlerine dâhil ederler.

1960lar birçok açıdan bir geçiş dönemiydi; yeni uluslararası düzenin (yeni sömürgecilik, Yeşil Devrim, bilgisayar teknolojilerine geçilmesi ve elektronik bilgi) kurulduğu ve aynı zamanda kendi iç çelişkileri ve dış direnişle sarsıldığı bir dönem. Postmodernizm geç kapitalizmin yeni ortaya çıkan toplumsal düzeninin içsel gerçeğini ifade eder. Jameson’a göre postmodernizmin iki önemli özelliği bunun kanıtıdır: pastiş ve şizofreni.

Modern edebiyat parodiye geniş imkân tanır çünkü büyük modern yazarların hepsi benzersiz üsluplar üretmeleriyle tanınırlar: Faulkner tarzı uzun cümleyi ya da D.H. lawrence’ın karakteristik doğa tasvirlerini; Heidegger’in Sartre’ın yaklaşımlarını ve üsluplarını buna örnek verebiliriz. Bu üslupların her biri bir diğerinden farklı olsa da hepsi şüphe götürmez bir şekilde kendine özgüdür, bir kez öğrenildi mi bir başkasınınkiyle karıştırılmaz. Parodi bu üslupların benzersizliğinden yararlanır, yapısal özelliklerini ve tuhaflıklarını yakalayıp orijinaliyle alay eden bir taklit üretir.

Pastiş de parodi gibi kendine özgü ya da benzersiz bir üslubun taklidi, bir üslup maskesinin takılmasıdır. Fakat ondan farklı olarak nötr bir taklittir; parodinin gizli amacını, hiciv dürtüsünü, kahkahayı ve nihayet taklidi yapılana nazaran normal olanın var olduğu şeklindeki gizli inancı içermez. Pastiş boş parodidir, mizah duygusunu yitirmiş parodi.

Jameson’ın bu tarifi, akla Baudrillard’ın simülakra kavramını getirir. Değişen gerçeklik algısı edebiyat eserinin yapısına yansır: Artık orijinal ve kopyası diye bir ayrım yoktur, çünkü bu ikisi aynı şeye dönüşmüştür. Artık diğerlerinden şüphe götürmez bir biçimde ayrılan bir üslûp yoktur çünkü artık başkalarından bu şekilde ayrılan bir birey yoktur.

Postmodern Edebiyatın Özellikleri

Toynbee’nin Batı tarihindeki “postmodern çağ” anlayışı, Black Mountain şairlerinin apokaliptik duyarlılıklarına hitap ediyordu. Daha sonra asimile oldu ve çağdaş edebiyatla ve özellikle çağdaş edebiyatın yenileşmeye adanmış kısmıyla ilgili yazan eleştirmenlerin üslûbuna dönüştü.

Postmodernizmi edebiyat ve sanatla ilgili bir terim olarak ilk kez kullanan kişi, Amerikalı eleştirmen Ihab Hassandır. Hassan 1985’te Paris’te yapılan Karşılaştırmalı Edebiyat Kongresinde sunduğu “Postmodern Perspektifte Çoğulculuk” başlıklı bildirisinde Postmodernizmin özelliklerini sıralar ve tanımlar. Buna göre postmodern edebiyatın özellikleri; belirsizlik, parçalanma, kutsallığını alma, kendiliksizlik/derinliksizlik, temsli edilemez olan, ironi, melezleme, karnavallaştırma, performans/katılım, inşa etme ve içkinlik olarak sıralanabilir.

Postmodernizmin felsefî temellerini ortaya koyduktan ve Hassan’ın sıraladığı özellikleri gördükten sonra postmodern edebiyatın o günden bugüne büründüğü nitelikleri ve getirdikleri genel ilkeler olarak şöyle sıralanabilir:

  • Çoğulculuk esastır.
  • Kurgu tutarsızlaşır ve boşluklar içerir.
  • Tüm ayrımlar ortadan kalkar.
  • Yazar ölmüştür.
  • Anlam tasarlanamaz.
  • Üst kurmaca egemendir.
  • Parodi ve pastiş yaygındır.

Postmodernizmin Temsilcileri

Filozoflar

Friedrich Nietzsche, Michel Foucalt, Jacques Derrida, Jean François Lyotad ve Jean Baudrillard.

Edebiyatçılar

Paul Auster, Samuel Beckett, Umberto Eco, Italo Calvino, Kathy Acker, Don Delillo, Jerzy Kosinski, Thomas Pynchon, Chuck Palahniuk ve Orhan Pamuk.

Yönetmenler

Ridley Scott, Quentin Tarantino, David Lynch, Wim Wenders, David Fincher, Jean-Luc Godard ve Sam Mendes.

Ressamlar

Andy Warhol, Jeef Koons, Sigmar Polke ve Robert Rauschenberg.

Müzisyenler

John Cage ve Igor Fyodorovich Stravinsky.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.