Açıköğretim Ders Notları

Antropoloji Dersi 5. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Antropoloji Dersi 5. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

İnsanın Evrimi

Giriş

İnsanın biyolojisini, çeşitliliğini, biyolojik uyarlanması gibi insanı ilgilendiren birçok sorun evrim bakışı açısıyla çözümlenebilir. Evrim basitçe, zaman içerisinde bir türün genetik yapısında meydan gelen değişimi ifade eder. Eğer bu değişim genetik yapıda bir kuşaktan diğerine olduysa mikro evrim olarak adlandırılır. Ancak türü oluşturan grupların üreme engeliyle birbirlerinden ayrılarak yeni türlerin ortaya çıkmasına olanak sağladıysa, değişim makro evrim olarak adlandırılır. Hemen herkes evrim kuramıyla ilgili bir tartışma duymuş ya da bu konuda bir fikir beyan etmiştir. Bu konudaki tartışmalar çoğu zaman bilimsel ve dini görüşlerin çarpışmasına dönüşmektedir. Oysa bu iki alan birbirinden çok farklıdır. Bilim ve din farklı türde sorular sorar ve bu sorulara farklı tarzda cevaplar sunarlar. Bilim sorgulamaktır, ama din sorgulanamaz. Bilimsel yöntem soru sormaya, gözlem yapmaya, hipotezler geliştirmeye ve bu hipotezleri sınayarak kuramlar ortaya koymaya dayanır. Bir hipotez, gözleme dayanarak oluşturulan, sınanabilir bir önermedir. Bilimsel bir kuramsa kanıtlarla çok iyi bir şekilde desteklenmiş bir hipotezdir. Bu nedenle canlının kökeni ve gelişimini açıklayan evim, bilimsel bir kuramdır çünkü pek çok sağlam kanıtla desteklenmektedir.

Evrim Düşüncesinin Gelişimi

Yaygın inanışın tersine Charles Darwin, evrim fikrini ortaya atan ilk düşünür değildir. Evrim düşüncesi ile ilgili bilgilerin kökeni Antik çağa kadar uzanmaktadır. Antik düşünürlerin bir kısmı canlının kökeni ve gelişimini tanımlarken, Herakleitos canlılar arasındaki savaşımdan bahsederek, doğal seçilim fikrinin öncülüğünü yapmıştır. Ünlü düşünür Aristoteles, değişimi maddenin varoluş biçimi olarak görmektedir. Canlıları ilk kez sınıflayan Aristoteles’e göre canlılar alemi bir merdiven gibidir. Bitkilerden insana bütün canlılar sürekli ve hiyerarşik bir skalada yer almaktadırlar. Bu skalada basitten karmaşığa doğru gelişerek insana ulaşan bir dönüşüm mevcuttur. Canlıların en ilkel düzeyde kendiliğinden oluştuğunu belirterek transformizm adı verilen ilk evrim düşüncesini ortaya atan düşünür Aristeles’tir. Doğa tarihçileri olarak da adlandırılan ilk doğa bilimcilerden Carl von Linnie (1707-1778), taksonomi olarak da bilinen sınıflamayla, bilinen bütün canlıları anlamlı gruplar halinde organize etmiştir. Linne, aynı zamanda, cins ve tür ayrımını yaparak iki isimlendirmeyi bilim dünyasına kazandırmıştır. Fransız anatomist Cuvier (1769-1832) jeolojik katmanlarda yer alan fosilleri inceleyerek, bunların önemli bir kısmının geçmişte soyları tükenmiş canlılara ait olduğunu göstermiştir. Tabakalarda bulunan fosilleri inceleyen Cuvier, değişik katmanlarda saptanan fosiller arasındaki farklılıkların sel, deprem, volkanik patlama gibi tufanlarla açıklanabileceği tufan kuramını geliştirmiştir. Tufan kuramına katastrofizm de denmektedir. Bu kuram, yaşlanan tufanların bir çok canlı türünü yok ettiğini, daha sonra bu canlıların yerine Tanrı tarafından yenilerinin yaratıldığını kabul etmektedir. Her ne kadar değişen dünya ve canlılar arasındaki farklılıkları açıklama çalışmaları 18. Yüzyıla kadar uzansa da, bu döneme kadar inanılan temel görüş, canlıların Tanrı tarafından yaratıldıklarını ve değişmez niteliklere sahip olduklarını savunan yaradılışçılıktır. Canlıların değişmez niteliklere sahip oldukları görüşünü zedeleyen ilk kuram Jean-Baptiste Lamarck(1744-1829) tarafından ileri sürülmüştür. Lamarck’a göre canlı yaşamı boyunca çevreye uyum sağlayarak belli özellikler kazanır, daha sonra bu değişiklikleri kendi çocuklarına aktarır. Kazanılan karakterlerin kalıtımını açıklayan Lamakizmde uzun süre kullanılmayan organlar güdükleşir ve fonksiyonunu yitirir, körelir. Buna karşın ihtiyaçlara bağlı olarak kazılan özellikler ise gelecek kuşağa aktarılır. Jeolojinin kurucusu olarak da bilinen Charles Lyell (1797- 1875), günümüzde gözlenen jeolojik süreçlerin geçmiştekilere benzer bir şekilde gerçekleştiğini öngörmüştür. Tekdüzelik (unformitarianism) olarak da bilinen bu düşünce, yeryüzünü oluşturan katmanların günümüzde gözlemleyebildiğimiz rüzgar, sel, erozyon, bitkiler, volkan patlamaları, depremler ve buzul hareketleri gibi tekdüze olarak doğal süreçlerle oluştuğunu ileri sürmektedir. Bu olgular zaman içinde değişebilmekle birlikte, bulguları etkileyen süreç yavaş ve tekdüzedir. Bu kuramın sağladığı en büyük katkı, yeryüzünün tarihinin son derece kısa bir geçmişle sahip olduğu, hatta kutsal kitaplardan hareketle yapılan hesaplara göre İ.Ö. 404’te yaratıldığı yönündeki görüşleri zayıflatmasıdır. Dolayısıyla bu açıklama canlılardaki yavaş ve tedrici değişim için gerekli olan uzun zaman dilimi fikrine olanak sağlamıştır. Lamarck, Lyell ve Cuvier gibi düşünürler aslında evrim düşüncesinin temelini atmış ve evrimle ilgili kararlar kısmen de olsa Darwin öncesinde geliştirilmiştir. Darwin evrimin doğal seçilim yoluyla nasıl gerçekleştiğini kuram haline dönüştürmüştür. Onun evrim düşüncesine en önemli katkısı jeoloji, ekonomi, anatomi gibi farklı birçok alandan bilgileri bir araya getirip sentezleyerek yeni bir kuram ortaya koymuş olmasıdır. Beagle gemisi ile yaklaşık 5 vıl süren seyahati boyunca Charles Darwin (1809-1882), öncelikle incelediği türlerin hemen hepsini çeşitlilik (varyasyon) gösterdiğini gözlemlemiştir. Bir türün devamı ve evrimsel başarısı için, türü oluşturan bireylerin çeşitliliğinin zorunluluk olduğu sonucuna varmıştır. Darwin, çeşitliliğin türlerin yaşadıkları çevreyle uyumlu olduğunu, her canlının yaşadığı alana uyarlandığını göstermiştir. Malthus, canlıların yaşayan bireylerden çok fazlasını dünyaya getirdiklerini, birçok bireyin erişkinlik ve üreme aşamasına gelmeden yaşamını yitirdiğini belirtmektedir. Eğer böyle olmasaydı populasyonlar çevrenin onları beslemeyeceği oranda hızlı artacaklardı. Buna karşın doğadaki nüfus denge içindedir. Nüfusun büyüklüğü, açlık-kıtlık, hastalık ve savaşlarla kontrol edilmektedir. Çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri en fazla et, süt ve yumurta veren hayvanlarla, en iri ve en fazla tohumu veren bitkileri seçerek yapay seçilim olarak da bilinen bu yöntemi tarımın keşfinden bu yana uygulamaktadır. Darwin, canlıların arasında da beslenme, üreme gibi nedenlerle bir mücadelenin olduğunu ve bu mücadelede yaşadığı çevrede en iyi uyarlanan ve üreyenlerin başarılı oldukları, diğerlerinin ise elenerek yok oldukları sonucuna ulaşmıştır. Diğer bir deyişle çiftçilerin çeşitlilik gösteren ürünler arasında yaptığı seçimi, doğa bir amacı olmaksızın yapmaktadır. Kuşaklar boyunca çevrelerine uyumlarında daha fazla avantajlı olanların ve daha çok yavru verenlerin seçiliminin, canlılardaki değişimin temel düzeni olduğunu vurgulayarak doğal seçilim yoluyla evrim kuramı geliştirmiştir. Doğal seçilimde canlıların gösterdiği çeşitlilik oldukça önemlidir. Gerçekte hiçbir değişiklik (varyant) bir diğerine göre avantajlı değildir. Kısacası evrim canlılardaki değişimden başka bir şey değildir. Her ne kadar doğal seçilim yoluyla evrim kuramı Darwin ile birlikte anılsa da aynı sonuçlara Alfred Russell Wallace (1823-1913) tarafından da ulaşılmıştır. Darwin, canlıların çeşitliliğinin evrim açısından önemini, populasyon içerisindeki mücadele ve üreyen grupların birbirlerinden izolasyonunu ve coğrafi engellerin yeni bir türün oluşumundaki etkisini açıklamakla birlikte, tür içerisindeki çeşitliliğin kaynakları, tür içerisinde çeşitliliğin nasıl devam ettiği ve evrimin hızı gibi temel evrim sorunlarını çözümleyememiştir. Ancak, bu sorunlara yanıtlar farklı doğa bilimcilerden gelmiştir. Sir Francis Galton (1822- 1911), farklı renkteki tavşanlardan kan alarak, bunu diğer tavşanlara transfer etmiş; ardından bireyleri çiftleştirmiş, ancak renk özelliğinin kan transferi aracılığıyla geçmediği sonucunda ulaşmıştır. Özelliklerin gelecek kuşaklara nasıl aktarıldığı sorunu, Çek bilgin Gregory Mendel’in (1822- 1884) bezelyeler üzerinde gerçekleştirdiği çalışmalarla çözümlenmiştir. Mendel 1856’da bir manastırın bahçesinde bezelyelerin 7 farklı özelliğinin kalıtımı üzerine bir dizi deneysel üretim çalışmasına başlamıştır. Mendel, genetik özelliklerin ayrı birimler halinde eşit oranlarda karışan modeline karşıt tanecikli kalıtım modelini bulmuştur. Mendel’in ortaya koyduğu bir diğer buluş ise bezelyenin biçimi ve rengi gibi özelliklerin birbirinden bağımsız halde, gen olarak bildiğimiz özellikler tarafından aktarıldığıdır. Mendel bir kuşaktan diğerine kalıtımın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyarken, türün ya da türü oluşturan populasyonların genetik yapısındaki çeşitlilik, rekombinasyon ile açıklanmıştır. Rekombinasyon, rastgele üremeyle bir türün gen havuzu içerisindeki genlerin bir araya gelerek, sonsuz bir çeşitlilik oluşturabilmeleridir. Ancak, bu özellik mevcut genetik yapı içerisine yeni özelliklerin nasıl girdiğini açıklayamamaktadır. Bu durumda mutasyon adı verilen bir diğer evrimsel süreç karşımıza çıkmaktadır. Genetik yapı, yalnızca mutasyonlar aracılığıyla değil, aynı zamanda bir kuşaktan diğerine bir genin frekansının değişimiyle karakterize olan genetik sürüklenmeyle de değişebilmektedir. Bütün canlılarda üremenin rasgele olması, genetik yapının bir kuşaktan diğerine rastgele değişimine yol açmaktadır. Ayrıca, bir popülasyondan diğerine göçler de gerçekleşmektedir. Bu genetik göçlere gen akışı denmektedir. İşte evrim adını verdiğimiz kavram, bu süreçlerin ve eklenebilecek başka durumların karmaşık bir işleyişinin ürünüdür.

Primatların Evrimi

Primatlar da yeryüzünde Paleosen olarak adlandırılan Senozoyik çağın ilk evresinde ortaya çıkmışlardır. Senozoyik çağ, Paleosen, Eosen, Oligosen, Miyosen ve Pliyosen adı verilen beş evreden oluşur. (Yaygın şekliyle dinozorlar olarak da bilinen iri sürüngenlerin yeryüzünden yok olduğu bu dönemde, memeliler ve kuşlar yayılmışlardır. İlimin günümüzdekinden daha soğuk olduğu ve iklimsel dalgalanmalar gösterdiği Paleosen dönemde, memelilerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. İlk primat benzeri memeliler de bu evrede ortaya çıkmışlardır. Atlar, balinalar, yunuslar gibi birçok memelinin ortaya çıktığı Eosen dönemde, primat benzeri memelilerden ağaca tırmanmaya yarayan kavrayıcı el ve ayakları, kısalmış burun çıkıntıları ve iri beyinleri olan ilk gerçek primatlar (erken prosimiyenler ) evrimleşmişlerdir. Havanın tekrar soğuduğu, otlakların artmasına karşın ormanlık alanların daraldığı, olasılıkla buna bağlı olarak etçillerin yayıldığı Oligosen dönemde, gerçek maymunlar olarak da adlandırılan antropoid ler ortaya çıkmıştır. Fosil kanıtlardan hareketle goril, şempanze ve insanın ortak atasının ortaya çıktığı ve hominoid lerin atalarının yaygınlaştığı ve sonlarında ise iki ayaklı ilk hominid lerin ortaya çıkmaya başladığı dönem Miyosen ’dir. Miyosen dönem memelileri, çoğu günümüzde de yaşayan modern görünümlü türlerden oluşmaktadır. Bu döneme kadar birbirlerinden ayrık olan Afrika ve Avrasya kıtaları birbirleriyle birleşmiştir. Miyosen dönem hominoid leri, orangutan, goril, şempanze ve insana doğru giden evrimsel hatta yer almışlardır.

İlk Hominidler

İnsanın atasal ilişkisinin bulunduğu şempanze, goril ve orangutan gibi kuyruksuz büyük maymunlardan Miyosen dönemin sonları ile Pliyosen dönemin başlarında ayrıldığı gerek fosil kalıntılar gerekse moleküler araştırmalarla ortaya konulmuştur. Hominidler, kuyruksuz büyük maymunlarınkinden daha iri beyinli, onlardan daha az çıkıntı yapan yüz iskeletine, küçülmüş köpekdişlerine sahip iki ayak üzerinde dik yürüyen primatlardır. Australopiteklerin bütün türleri hiç kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte dik yürümektedirler. Dik yürüme insan evrimi açısından son derece önemlidir.

İlk İnsanlar

Evrimsel anlamda insan sayılmak ya da Homo cinsine dahil edilmek için, başta alet üretimi ve kullanımı olmak üzere, dik yürüme, iri bir beyin, konuşabilme yetisi gibi özelliklerin bütününe sahip olmak gerekmektedir. Bilim insanları, insanı insan yapan en temel özelliklerin bunlar olduğunda fikir birliğine varmışlardır. Bu özellikler tam olarak ancak bizde, yani Homo sapienslerde bulunmakla birlikte, bunları n gelişimi Homo cinsini oluşturan Homo habilis, H. rudolfensis, H. ergaster, H. erectus, H. neanderhlaensis, H. antecesor, H. heidelbergensis ve nihayet H. Sapiens gibi türlerde, 2,5 milyon yıllık bir evrimsel süreçte gerçekleşmiştir.

Homo habilis ve Homo rudolfensis: Homo habilis adını, fosillerle birlikte ele geçen taş aletler ve üzerinde kesik izleri saptanan hayvan kalıntılarından hareketle, kendisine atfedilen “becerikli, yetenekli insan” tanımlamalarından almıştır. Homo habilis fosillerinin önemli bir kısmı Doğu Afrika’dan ele geçmiştir.

Güney Afrika’dan da gün ışığına çıkarılan fosiller bulunmakla birlikte, son zamanlarda her iki bölgeden ele geçen fosiller Homo habilis ve Homo rudolfensis olmak üzere iki farklı tür altında değerlendirilmektedir. Bunlardan iri beyinli ve iri dişli olanlar Homorudolfensis olarak adlandırılırken, daha küçük beyine sahip, küçük diş ve yüz yapısı gösteren grup ise Homo habilis olarak adlandırılmaya devam edilmektedir. Ürettikleri aletlerle habilislerin avlandıklarına ilişkin kesin kanıtlar mevcut değildir.

Homo ergaster ve Homo erectuslar: Afrika’dan ele geçen ve 1,8 ilâ 1,6 milyon yıl öncesine tarihlendirilen insan fosilleri esasen Homo erectus lar ile büyük benzerlikler göstermesine karşın, Homohabilis ve australopitkelere de benzeyen bazı özellikleri nedeniyle Homo ergaster (Yunanca işçi/çalışan anlamında) adında ayrı bir gruba dahil edilmişlerdir. Homo erectuslar , Australopitekler ve Homo habilisin tersine, fosil kalıntılarına Afrika dışındaki kıtalarda da rastladığımız ilk türdür. Homo erectus lar Alt Paleolitik olarak adlandırılan eski taş çağı kültürünün üreticileridir. Belki de Homo erectus larla ilgili en önemli kültürel gelişim, ateşin kullanımıdır.

Neandertal İnsanı (Homo neanderthalensis): İlk örnekleri 1848 yılında İspanya’da Cebelitarık’ta, daha sonra 1856 yılında Almanya’nın Neander vadisinde bulunan fosiller, Almanya’daki buluntu yerinden hareketle Homo neanderthalensis (Neandertal insanı) olarak isimlendirilmiştir. Neandertaller günümüzden önce 200 bin yıl ilâ yaklaşık 30 bin yılları arasında yaşamışlardır. Homo neanderthalensis olarak tanımlanan bu türün yeryüzündeki dağılımı doğuda Özbekistan’dan batıda Atlantik kıyılarına, kuzeyde Galler bölgesinden güneyde Cebelitarık ve Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Avcı ve toplayıcı olan Neandertaller, balık ve midye gibi denizel ve tatlı su hayvanlarını diyetlerine dahil eden ilk türdür. eandertaller ölülerini de gömmüşlerdir. Alet teknolojisi, konuşma yetisi, iletişim, sanat, karmaşık düşünce sistemi gibi bakımlardan daha gelişmiş olan Homo sapiens lerle giriştikleri biyolojik savaşı kaybederek yerlerini, bizim doğrudan atamız olan Homo sapiens lere bırakmışlardır.

Homo Sapiens: Modern insanın kökeniyle ilgili tartışmalar Neandertal fosillerinin gün ışığına çıkarıldığı 19. yüzyıla kadar uzanmakla birlikte, günümüzde yürütülen tartışmalar temelde iki ana başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki günümüz insanlarının DNA ’ları üzerinde yürütülen çalışmalara dayanmaktadır. Son zamanlarda yaşayan insan topluluklarının DNA yapıları üzerinde yürütülen genetik araştırmalar günümüz modern insanlarının kökeninin ortak bir ata olduğuna işaret etmektedir. Afrika, Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Yakındoğu, Avustralya yerlileri ve Yeni Gine topluluklarından alınan mitokondriyal ya da sitoplazmik DNA’ lar üzerinde yürütülen çalışmalar, günümüzde yaşayan insanların tamamının kökeninin Afrika kıtası olduğunu ortaya koymuştur. Yalnızca ortak ata ve bunun hangi bölgede yer aldığı değil, aynı zamanda bu ayrımın ne zaman gerçekleştiği de moleküler saat olarak bilinen yöntemle belirlenmeye çalışılmaktadır. Mitokondriyal DNA’nın yalnızca kadınlar tarafından aktarılması ve genetik kodunun erkeklerinkiyle karışmaması nedeniyle, ortak ata Mitokondriyal Havva olarak adlandırılmıştır. Moleküler çalışmaların bulguları ve bunların antropolojik çalışmalardan elde edilenlerle desteklenmesi sonucunda oluşturulan tek merkezli görüşe karşı, Milford Wolpoff, Alan Thorne ve WU Xinzhi gibi araştırmacıların fosillerin morfolojik özelliklerine dayalı karşılaştırmalı çalışmalarına göre, modern insan gruplarının bulundukları bölgelerde, birbirlerinden bağımsız olarak evrim geçirmişlerdir. Çok merkezli evrim olarak bilinen bu hipotezde Homo erectus ve Homo sapiensler arasındaki morfolojik benzerliğin bu insanların bölgesel evriminin ürünü olabileceği, birbirini izleyen fosil gruplarının yerel evrimleşmesinin sonucu olduğu kabul edilmektedir. Modern Homo sapiens lerle birlikte karşımıza çıkan en etkileyici arkeolojik buluntular onların inanç sistemlerini ve değerlerini yansıtan heykelcikler ve mağara resimleridir.

Giriş

İnsanın biyolojisini, çeşitliliğini, biyolojik uyarlanması gibi insanı ilgilendiren birçok sorun evrim bakışı açısıyla çözümlenebilir. Evrim basitçe, zaman içerisinde bir türün genetik yapısında meydan gelen değişimi ifade eder. Eğer bu değişim genetik yapıda bir kuşaktan diğerine olduysa mikro evrim olarak adlandırılır. Ancak türü oluşturan grupların üreme engeliyle birbirlerinden ayrılarak yeni türlerin ortaya çıkmasına olanak sağladıysa, değişim makro evrim olarak adlandırılır. Hemen herkes evrim kuramıyla ilgili bir tartışma duymuş ya da bu konuda bir fikir beyan etmiştir. Bu konudaki tartışmalar çoğu zaman bilimsel ve dini görüşlerin çarpışmasına dönüşmektedir. Oysa bu iki alan birbirinden çok farklıdır. Bilim ve din farklı türde sorular sorar ve bu sorulara farklı tarzda cevaplar sunarlar. Bilim sorgulamaktır, ama din sorgulanamaz. Bilimsel yöntem soru sormaya, gözlem yapmaya, hipotezler geliştirmeye ve bu hipotezleri sınayarak kuramlar ortaya koymaya dayanır. Bir hipotez, gözleme dayanarak oluşturulan, sınanabilir bir önermedir. Bilimsel bir kuramsa kanıtlarla çok iyi bir şekilde desteklenmiş bir hipotezdir. Bu nedenle canlının kökeni ve gelişimini açıklayan evim, bilimsel bir kuramdır çünkü pek çok sağlam kanıtla desteklenmektedir.

Evrim Düşüncesinin Gelişimi

Yaygın inanışın tersine Charles Darwin, evrim fikrini ortaya atan ilk düşünür değildir. Evrim düşüncesi ile ilgili bilgilerin kökeni Antik çağa kadar uzanmaktadır. Antik düşünürlerin bir kısmı canlının kökeni ve gelişimini tanımlarken, Herakleitos canlılar arasındaki savaşımdan bahsederek, doğal seçilim fikrinin öncülüğünü yapmıştır. Ünlü düşünür Aristoteles, değişimi maddenin varoluş biçimi olarak görmektedir. Canlıları ilk kez sınıflayan Aristoteles’e göre canlılar alemi bir merdiven gibidir. Bitkilerden insana bütün canlılar sürekli ve hiyerarşik bir skalada yer almaktadırlar. Bu skalada basitten karmaşığa doğru gelişerek insana ulaşan bir dönüşüm mevcuttur. Canlıların en ilkel düzeyde kendiliğinden oluştuğunu belirterek transformizm adı verilen ilk evrim düşüncesini ortaya atan düşünür Aristeles’tir. Doğa tarihçileri olarak da adlandırılan ilk doğa bilimcilerden Carl von Linnie (1707-1778), taksonomi olarak da bilinen sınıflamayla, bilinen bütün canlıları anlamlı gruplar halinde organize etmiştir. Linne, aynı zamanda, cins ve tür ayrımını yaparak iki isimlendirmeyi bilim dünyasına kazandırmıştır. Fransız anatomist Cuvier (1769-1832) jeolojik katmanlarda yer alan fosilleri inceleyerek, bunların önemli bir kısmının geçmişte soyları tükenmiş canlılara ait olduğunu göstermiştir. Tabakalarda bulunan fosilleri inceleyen Cuvier, değişik katmanlarda saptanan fosiller arasındaki farklılıkların sel, deprem, volkanik patlama gibi tufanlarla açıklanabileceği tufan kuramını geliştirmiştir. Tufan kuramına katastrofizm de denmektedir. Bu kuram, yaşlanan tufanların bir çok canlı türünü yok ettiğini, daha sonra bu canlıların yerine Tanrı tarafından yenilerinin yaratıldığını kabul etmektedir. Her ne kadar değişen dünya ve canlılar arasındaki farklılıkları açıklama çalışmaları 18. Yüzyıla kadar uzansa da, bu döneme kadar inanılan temel görüş, canlıların Tanrı tarafından yaratıldıklarını ve değişmez niteliklere sahip olduklarını savunan yaradılışçılıktır. Canlıların değişmez niteliklere sahip oldukları görüşünü zedeleyen ilk kuram Jean-Baptiste Lamarck(1744-1829) tarafından ileri sürülmüştür. Lamarck’a göre canlı yaşamı boyunca çevreye uyum sağlayarak belli özellikler kazanır, daha sonra bu değişiklikleri kendi çocuklarına aktarır. Kazanılan karakterlerin kalıtımını açıklayan Lamakizmde uzun süre kullanılmayan organlar güdükleşir ve fonksiyonunu yitirir, körelir. Buna karşın ihtiyaçlara bağlı olarak kazılan özellikler ise gelecek kuşağa aktarılır. Jeolojinin kurucusu olarak da bilinen Charles Lyell (1797- 1875), günümüzde gözlenen jeolojik süreçlerin geçmiştekilere benzer bir şekilde gerçekleştiğini öngörmüştür. Tekdüzelik (unformitarianism) olarak da bilinen bu düşünce, yeryüzünü oluşturan katmanların günümüzde gözlemleyebildiğimiz rüzgar, sel, erozyon, bitkiler, volkan patlamaları, depremler ve buzul hareketleri gibi tekdüze olarak doğal süreçlerle oluştuğunu ileri sürmektedir. Bu olgular zaman içinde değişebilmekle birlikte, bulguları etkileyen süreç yavaş ve tekdüzedir. Bu kuramın sağladığı en büyük katkı, yeryüzünün tarihinin son derece kısa bir geçmişle sahip olduğu, hatta kutsal kitaplardan hareketle yapılan hesaplara göre İ.Ö. 404’te yaratıldığı yönündeki görüşleri zayıflatmasıdır. Dolayısıyla bu açıklama canlılardaki yavaş ve tedrici değişim için gerekli olan uzun zaman dilimi fikrine olanak sağlamıştır. Lamarck, Lyell ve Cuvier gibi düşünürler aslında evrim düşüncesinin temelini atmış ve evrimle ilgili kararlar kısmen de olsa Darwin öncesinde geliştirilmiştir. Darwin evrimin doğal seçilim yoluyla nasıl gerçekleştiğini kuram haline dönüştürmüştür. Onun evrim düşüncesine en önemli katkısı jeoloji, ekonomi, anatomi gibi farklı birçok alandan bilgileri bir araya getirip sentezleyerek yeni bir kuram ortaya koymuş olmasıdır. Beagle gemisi ile yaklaşık 5 vıl süren seyahati boyunca Charles Darwin (1809-1882), öncelikle incelediği türlerin hemen hepsini çeşitlilik (varyasyon) gösterdiğini gözlemlemiştir. Bir türün devamı ve evrimsel başarısı için, türü oluşturan bireylerin çeşitliliğinin zorunluluk olduğu sonucuna varmıştır. Darwin, çeşitliliğin türlerin yaşadıkları çevreyle uyumlu olduğunu, her canlının yaşadığı alana uyarlandığını göstermiştir. Malthus, canlıların yaşayan bireylerden çok fazlasını dünyaya getirdiklerini, birçok bireyin erişkinlik ve üreme aşamasına gelmeden yaşamını yitirdiğini belirtmektedir. Eğer böyle olmasaydı populasyonlar çevrenin onları beslemeyeceği oranda hızlı artacaklardı. Buna karşın doğadaki nüfus denge içindedir. Nüfusun büyüklüğü, açlık-kıtlık, hastalık ve savaşlarla kontrol edilmektedir. Çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri en fazla et, süt ve yumurta veren hayvanlarla, en iri ve en fazla tohumu veren bitkileri seçerek yapay seçilim olarak da bilinen bu yöntemi tarımın keşfinden bu yana uygulamaktadır. Darwin, canlıların arasında da beslenme, üreme gibi nedenlerle bir mücadelenin olduğunu ve bu mücadelede yaşadığı çevrede en iyi uyarlanan ve üreyenlerin başarılı oldukları, diğerlerinin ise elenerek yok oldukları sonucuna ulaşmıştır. Diğer bir deyişle çiftçilerin çeşitlilik gösteren ürünler arasında yaptığı seçimi, doğa bir amacı olmaksızın yapmaktadır. Kuşaklar boyunca çevrelerine uyumlarında daha fazla avantajlı olanların ve daha çok yavru verenlerin seçiliminin, canlılardaki değişimin temel düzeni olduğunu vurgulayarak doğal seçilim yoluyla evrim kuramı geliştirmiştir. Doğal seçilimde canlıların gösterdiği çeşitlilik oldukça önemlidir. Gerçekte hiçbir değişiklik (varyant) bir diğerine göre avantajlı değildir. Kısacası evrim canlılardaki değişimden başka bir şey değildir. Her ne kadar doğal seçilim yoluyla evrim kuramı Darwin ile birlikte anılsa da aynı sonuçlara Alfred Russell Wallace (1823-1913) tarafından da ulaşılmıştır. Darwin, canlıların çeşitliliğinin evrim açısından önemini, populasyon içerisindeki mücadele ve üreyen grupların birbirlerinden izolasyonunu ve coğrafi engellerin yeni bir türün oluşumundaki etkisini açıklamakla birlikte, tür içerisindeki çeşitliliğin kaynakları, tür içerisinde çeşitliliğin nasıl devam ettiği ve evrimin hızı gibi temel evrim sorunlarını çözümleyememiştir. Ancak, bu sorunlara yanıtlar farklı doğa bilimcilerden gelmiştir. Sir Francis Galton (1822- 1911), farklı renkteki tavşanlardan kan alarak, bunu diğer tavşanlara transfer etmiş; ardından bireyleri çiftleştirmiş, ancak renk özelliğinin kan transferi aracılığıyla geçmediği sonucunda ulaşmıştır. Özelliklerin gelecek kuşaklara nasıl aktarıldığı sorunu, Çek bilgin Gregory Mendel’in (1822- 1884) bezelyeler üzerinde gerçekleştirdiği çalışmalarla çözümlenmiştir. Mendel 1856’da bir manastırın bahçesinde bezelyelerin 7 farklı özelliğinin kalıtımı üzerine bir dizi deneysel üretim çalışmasına başlamıştır. Mendel, genetik özelliklerin ayrı birimler halinde eşit oranlarda karışan modeline karşıt tanecikli kalıtım modelini bulmuştur. Mendel’in ortaya koyduğu bir diğer buluş ise bezelyenin biçimi ve rengi gibi özelliklerin birbirinden bağımsız halde, gen olarak bildiğimiz özellikler tarafından aktarıldığıdır. Mendel bir kuşaktan diğerine kalıtımın nasıl gerçekleştiğini ortaya koyarken, türün ya da türü oluşturan populasyonların genetik yapısındaki çeşitlilik, rekombinasyon ile açıklanmıştır. Rekombinasyon, rastgele üremeyle bir türün gen havuzu içerisindeki genlerin bir araya gelerek, sonsuz bir çeşitlilik oluşturabilmeleridir. Ancak, bu özellik mevcut genetik yapı içerisine yeni özelliklerin nasıl girdiğini açıklayamamaktadır. Bu durumda mutasyon adı verilen bir diğer evrimsel süreç karşımıza çıkmaktadır. Genetik yapı, yalnızca mutasyonlar aracılığıyla değil, aynı zamanda bir kuşaktan diğerine bir genin frekansının değişimiyle karakterize olan genetik sürüklenmeyle de değişebilmektedir. Bütün canlılarda üremenin rasgele olması, genetik yapının bir kuşaktan diğerine rastgele değişimine yol açmaktadır. Ayrıca, bir popülasyondan diğerine göçler de gerçekleşmektedir. Bu genetik göçlere gen akışı denmektedir. İşte evrim adını verdiğimiz kavram, bu süreçlerin ve eklenebilecek başka durumların karmaşık bir işleyişinin ürünüdür.

Primatların Evrimi

Primatlar da yeryüzünde Paleosen olarak adlandırılan Senozoyik çağın ilk evresinde ortaya çıkmışlardır. Senozoyik çağ, Paleosen, Eosen, Oligosen, Miyosen ve Pliyosen adı verilen beş evreden oluşur. (Yaygın şekliyle dinozorlar olarak da bilinen iri sürüngenlerin yeryüzünden yok olduğu bu dönemde, memeliler ve kuşlar yayılmışlardır. İlimin günümüzdekinden daha soğuk olduğu ve iklimsel dalgalanmalar gösterdiği Paleosen dönemde, memelilerin sayısı hızla artmaya başlamıştır. İlk primat benzeri memeliler de bu evrede ortaya çıkmışlardır. Atlar, balinalar, yunuslar gibi birçok memelinin ortaya çıktığı Eosen dönemde, primat benzeri memelilerden ağaca tırmanmaya yarayan kavrayıcı el ve ayakları, kısalmış burun çıkıntıları ve iri beyinleri olan ilk gerçek primatlar (erken prosimiyenler ) evrimleşmişlerdir. Havanın tekrar soğuduğu, otlakların artmasına karşın ormanlık alanların daraldığı, olasılıkla buna bağlı olarak etçillerin yayıldığı Oligosen dönemde, gerçek maymunlar olarak da adlandırılan antropoid ler ortaya çıkmıştır. Fosil kanıtlardan hareketle goril, şempanze ve insanın ortak atasının ortaya çıktığı ve hominoid lerin atalarının yaygınlaştığı ve sonlarında ise iki ayaklı ilk hominid lerin ortaya çıkmaya başladığı dönem Miyosen ’dir. Miyosen dönem memelileri, çoğu günümüzde de yaşayan modern görünümlü türlerden oluşmaktadır. Bu döneme kadar birbirlerinden ayrık olan Afrika ve Avrasya kıtaları birbirleriyle birleşmiştir. Miyosen dönem hominoid leri, orangutan, goril, şempanze ve insana doğru giden evrimsel hatta yer almışlardır.

İlk Hominidler

İnsanın atasal ilişkisinin bulunduğu şempanze, goril ve orangutan gibi kuyruksuz büyük maymunlardan Miyosen dönemin sonları ile Pliyosen dönemin başlarında ayrıldığı gerek fosil kalıntılar gerekse moleküler araştırmalarla ortaya konulmuştur. Hominidler, kuyruksuz büyük maymunlarınkinden daha iri beyinli, onlardan daha az çıkıntı yapan yüz iskeletine, küçülmüş köpekdişlerine sahip iki ayak üzerinde dik yürüyen primatlardır. Australopiteklerin bütün türleri hiç kuşkuya yer bırakmayacak nitelikte dik yürümektedirler. Dik yürüme insan evrimi açısından son derece önemlidir.

İlk İnsanlar

Evrimsel anlamda insan sayılmak ya da Homo cinsine dahil edilmek için, başta alet üretimi ve kullanımı olmak üzere, dik yürüme, iri bir beyin, konuşabilme yetisi gibi özelliklerin bütününe sahip olmak gerekmektedir. Bilim insanları, insanı insan yapan en temel özelliklerin bunlar olduğunda fikir birliğine varmışlardır. Bu özellikler tam olarak ancak bizde, yani Homo sapienslerde bulunmakla birlikte, bunları n gelişimi Homo cinsini oluşturan Homo habilis, H. rudolfensis, H. ergaster, H. erectus, H. neanderhlaensis, H. antecesor, H. heidelbergensis ve nihayet H. Sapiens gibi türlerde, 2,5 milyon yıllık bir evrimsel süreçte gerçekleşmiştir.

Homo habilis ve Homo rudolfensis: Homo habilis adını, fosillerle birlikte ele geçen taş aletler ve üzerinde kesik izleri saptanan hayvan kalıntılarından hareketle, kendisine atfedilen “becerikli, yetenekli insan” tanımlamalarından almıştır. Homo habilis fosillerinin önemli bir kısmı Doğu Afrika’dan ele geçmiştir.

Güney Afrika’dan da gün ışığına çıkarılan fosiller bulunmakla birlikte, son zamanlarda her iki bölgeden ele geçen fosiller Homo habilis ve Homo rudolfensis olmak üzere iki farklı tür altında değerlendirilmektedir. Bunlardan iri beyinli ve iri dişli olanlar Homorudolfensis olarak adlandırılırken, daha küçük beyine sahip, küçük diş ve yüz yapısı gösteren grup ise Homo habilis olarak adlandırılmaya devam edilmektedir. Ürettikleri aletlerle habilislerin avlandıklarına ilişkin kesin kanıtlar mevcut değildir.

Homo ergaster ve Homo erectuslar: Afrika’dan ele geçen ve 1,8 ilâ 1,6 milyon yıl öncesine tarihlendirilen insan fosilleri esasen Homo erectus lar ile büyük benzerlikler göstermesine karşın, Homohabilis ve australopitkelere de benzeyen bazı özellikleri nedeniyle Homo ergaster (Yunanca işçi/çalışan anlamında) adında ayrı bir gruba dahil edilmişlerdir. Homo erectuslar , Australopitekler ve Homo habilisin tersine, fosil kalıntılarına Afrika dışındaki kıtalarda da rastladığımız ilk türdür. Homo erectus lar Alt Paleolitik olarak adlandırılan eski taş çağı kültürünün üreticileridir. Belki de Homo erectus larla ilgili en önemli kültürel gelişim, ateşin kullanımıdır.

Neandertal İnsanı (Homo neanderthalensis): İlk örnekleri 1848 yılında İspanya’da Cebelitarık’ta, daha sonra 1856 yılında Almanya’nın Neander vadisinde bulunan fosiller, Almanya’daki buluntu yerinden hareketle Homo neanderthalensis (Neandertal insanı) olarak isimlendirilmiştir. Neandertaller günümüzden önce 200 bin yıl ilâ yaklaşık 30 bin yılları arasında yaşamışlardır. Homo neanderthalensis olarak tanımlanan bu türün yeryüzündeki dağılımı doğuda Özbekistan’dan batıda Atlantik kıyılarına, kuzeyde Galler bölgesinden güneyde Cebelitarık ve Doğu Akdeniz’e kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Avcı ve toplayıcı olan Neandertaller, balık ve midye gibi denizel ve tatlı su hayvanlarını diyetlerine dahil eden ilk türdür. eandertaller ölülerini de gömmüşlerdir. Alet teknolojisi, konuşma yetisi, iletişim, sanat, karmaşık düşünce sistemi gibi bakımlardan daha gelişmiş olan Homo sapiens lerle giriştikleri biyolojik savaşı kaybederek yerlerini, bizim doğrudan atamız olan Homo sapiens lere bırakmışlardır.

Homo Sapiens: Modern insanın kökeniyle ilgili tartışmalar Neandertal fosillerinin gün ışığına çıkarıldığı 19. yüzyıla kadar uzanmakla birlikte, günümüzde yürütülen tartışmalar temelde iki ana başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki günümüz insanlarının DNA ’ları üzerinde yürütülen çalışmalara dayanmaktadır. Son zamanlarda yaşayan insan topluluklarının DNA yapıları üzerinde yürütülen genetik araştırmalar günümüz modern insanlarının kökeninin ortak bir ata olduğuna işaret etmektedir. Afrika, Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Yakındoğu, Avustralya yerlileri ve Yeni Gine topluluklarından alınan mitokondriyal ya da sitoplazmik DNA’ lar üzerinde yürütülen çalışmalar, günümüzde yaşayan insanların tamamının kökeninin Afrika kıtası olduğunu ortaya koymuştur. Yalnızca ortak ata ve bunun hangi bölgede yer aldığı değil, aynı zamanda bu ayrımın ne zaman gerçekleştiği de moleküler saat olarak bilinen yöntemle belirlenmeye çalışılmaktadır. Mitokondriyal DNA’nın yalnızca kadınlar tarafından aktarılması ve genetik kodunun erkeklerinkiyle karışmaması nedeniyle, ortak ata Mitokondriyal Havva olarak adlandırılmıştır. Moleküler çalışmaların bulguları ve bunların antropolojik çalışmalardan elde edilenlerle desteklenmesi sonucunda oluşturulan tek merkezli görüşe karşı, Milford Wolpoff, Alan Thorne ve WU Xinzhi gibi araştırmacıların fosillerin morfolojik özelliklerine dayalı karşılaştırmalı çalışmalarına göre, modern insan gruplarının bulundukları bölgelerde, birbirlerinden bağımsız olarak evrim geçirmişlerdir. Çok merkezli evrim olarak bilinen bu hipotezde Homo erectus ve Homo sapiensler arasındaki morfolojik benzerliğin bu insanların bölgesel evriminin ürünü olabileceği, birbirini izleyen fosil gruplarının yerel evrimleşmesinin sonucu olduğu kabul edilmektedir. Modern Homo sapiens lerle birlikte karşımıza çıkan en etkileyici arkeolojik buluntular onların inanç sistemlerini ve değerlerini yansıtan heykelcikler ve mağara resimleridir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.