Açıköğretim Ders Notları

Türkiye´nin Kültürel Mirası 2 Dersi 6. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Türkiye´nin Kültürel Mirası 2 Dersi 6. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Türkiye’De Modernleşme Sürecinde Resim Ve Heykel Sanatı

Giriş

Bu ünitede Türkiye’de varlık göstermiş eski uygarlıkların resim ve heykel sanatından bazı örneklere giriş bölümünde yer verilmiş; modern anlamda resim ve heykel sanatının gelişimi Osmanlı Dönemi’nde Resim ve Heykel Sanatı, Cumhuriyet Dönemi’nde Resim ve Heykel Sanatı başlıkları altında ele alınmıştır.

Türkiye’de tarih öncesi ve Antik Çağ uygarlıklarında çeşitli inançların etkisiyle biçimlenmiş resim, heykel ve kabartmaların zengin örnekleri arasında Neolitik Çağ’dan itibaren görülen ana tanrıça heykelcikleri; tanrı figürleriyle bezenmiş Hitit fildişi heykelleri, tanrı-tanrıça figürlü, hiyerogrişli taş kabartmaları, aslanlı ve sfenksli surları; Likya mezar kabartmaları, heykelcikleri; kaya mimarisinin en özgün eserlerini gerçekleştiren Frig uygarlığının taştan, fildişinden, kemikten yontulmuş Ana Tanrıça Kibele idolleri, kabartmaları; Lidya uygarlığının insan ve hayvan heykelleri, altın gümüş bezemeleri, duvar freskleri ile Urartuların maden, fildişi heykel ve kabartmaları sayılabilir.

Türk resim ve heykel sanatının Hun, Göktürk, Uygurlara kadar uzanan bir geçmişi vardır. Hun sanatında hayvan mücadeleleri ve insan figürlerini içeren sahnelerin yer aldığı taş kabartmalar; taş, ahşap, maden heykeller ile kumaş, keçe ve halılar üzerindeki bezemeler figüratif resim anlayışının oldukça gelişmiş olduğuna işaret etmektedir. Göktürk sanatında da Orhun anıtlarında görüldüğü gibi taş heykellerin, balbal denilen insan biçimli mezar anıtlarının yaygın olduğu görülmektedir. Türklerin Anadolu’ya girdiği 1071 tarihinden itibaren Türk resim ve heykel sanatı, Anadolu uygarlıklarının birikimiyle sentezlenerek gelişmiş, daha çok mimariyle bağlantılı figürlü kabartmalar, halı, kumaş ve ahşap bezemeler, duvarları süsleyen çiniler ve resimli el yazmalarda, dönemlere göre farklılaşan anlayışlarla biçimlenmiştir. Anadolu Selçuklu Dönemi’nde medrese, camii, medrese, türbe, köşk, kale, sur gibi yapılara insan ve hayvan figürlerinden oluşan kabartmalar yapılmıştır. Bizans İmparatorluğu ise tarihteki ilk Hristiyan imparatorluğu olması açısından ayrıca önemlidir. Bu dönemin resim ve heykel sanatında dinsel konular ve imgeler ön plana çıkmıştır. Özellikle anıtsal heykellere tepki gösterilmesine karşın, dinsel konuları içeren öyküleyici resim, tüm inançlı Hristiyanlarca benimsenmiştir. Resmin, dinin öğretilmesine eğitsel katkısı olduğuna ve kutsal öykülerin bellekte canlı tutulmasına yardımcı olduğuna inanılmıştır. Bizans resim sanatında başlangıçta Roma sanatının üslupsal özellikleri benimsenmiştir.

Duvar ve Tavan Resimleri (Freskler): Erken dönemde Büyük Konstantinus’un Roma, İstanbul  (Konstantinopolis), Kudüs ve Beytüllahim’de yaptırdığı kiliselerin büyük çoğunluğunda duvar resimlerinin bulunduğu kaynaklarda aktarılmaktadır. Anadolu’daki kiliselerde yine ağırlıklı olarak Tevrat ve İncil kaynaklı sahneler yer almıştır.

Kapadokya Bölgesi’nde Göreme, Ürgüp, Niğde’deki kaya kiliselerini süsleyen freskler/duvar resimleri Bizans resim sanatının önemli örneklerindendir. Sayısız yer altı şapelinde ve kilisesinde rastlanan bu resimler teknik ve üslup açısından ait olduğu dönemin genel estetik düzeyini yansıtırlar. Göreme’de Elmalı ve Tokalı Kiliseleri; Soğanlı’da Azize Barbara Kilisesi ve Niğde civarında Eski Gümüş Manastırı eyalet sanatını yansıtan önemli duvar resimlerini içermektedir.

Duvar ve Tonoz Mozaikleri: Küçük küp parçaları şeklinde kesilen cam, pişmiş toprak, mermer veya taşların harç üzerine yerleştirilerek yapıldığı mozaik, gerek Roma gerekse Bizans Dönemi’nde yaygın olarak kullanılmıştır. İstanbul’da bulunan Ayasofya Kilisesi’nin mozaikleri 6-13. yüzyıllar arasına tarihlenmektedir (Resim 6.4-6.5). En ünlü mozaiklerden biri; Ayasofya’da güney galerinin doğu duvarında tahtta oturan İsa, iki yanında İmparator IX. Konstantinos Monomakhos ile İmparatoriçe Zoe’yi konu alan mozaiktir. 1028-1034 yıllarına tarihlenen bu sahne ilk yapıldığında Zoe’nin önceki Paphlagonya’lı eşlerinden biri yer alırken daha sonra 1041’de IX. Konstantinos’un yüzü eklenmiştir.

13. yüzyıldan kalan mozaik tekniğiyle yapılmış en önemli Bizans resim sanatı örnekleri Trabzon Ayasofya Kilisesi’nde bulunmaktadır. 1260 yıllarında yapılmış olan resimler oldukça iyi korunmuş durumdadır.

İkonalar: İkona, Yunanca imge anlamına gelen eikon kelimesinden gelmektedir. Bizans döneminde ikonalar, özel bir yaklaşım ve saygıyla tapılması gereken imgeler olmuştur. Bu inanç Ortodoks Kilisesi’nde günümüzde hâlâ sürdürülmektedir. İkonalara saygıyla yaklaşılmasının nedeni, temsil ettikleri kişilerin kutsallıklarını taşımalarıydı.

Kitap Resimleri (Minyatürler): Bizans resim sanatının önemli bir diğer kolunu, el yazma eserlerin minyatürleri oluştururlar. İki tür el yazması vardır. 1-Rulo şeklinde olanlar: Bunlar rotulus adıyla da anılır. Yunan ve Roma Dönemlerinde kullanılmaya başlanmıştır.

Yaklaşık 9-10 metre uzunluğundaki ruloların yapımında malzeme olarak, (özellikle koyun, keçi, dana, eşek gibi hayvanların derilerinden elde edilen) parşömen kullanılmıştır. 4. yüzyıl sonlarından itibaren daha ucuz bir malzeme olan Mısır’da yetişen papirüs bitkisinden elde edilen papirüs yaygınlaşmıştır. Yahudiler de kutsal yazmaları için rulo kullanmıştır (Torah Rulosu gibi). 2Kitap şeklinde olan el yazmaları: Bunlara codeks denir ve 4. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Rotuluslarda minyatürler kenarlarda; codekslerde ya tam sayfa olarak, ya kenarlarda, ya satır aralarında, ya da ufak yüzeylerde veya sayfa altlarında çerçevesiz olarak yer alırlar.

Osmanlı Döneminde Resim ve Heykel Sanatı

15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan ve bir önceki ünitede kitap sanatları kapsamında değerlendirilen Osmanlı resim sanatının modern anlayışta gelişmesi 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılda olmuştur. Aslında Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde saraya davet edilen Gentile Bellini, Constanza da Ferrara gibi İtalyan ressamları sayesinde Avrupa tuval resmiyle yakından tanışılsa da bu tarz üretim ancak 18. yüzyıl ikinci yarısında başlamıştır. Osmanlıda heykel-kabartma sanatı ise mezar taşları, çeşmeler gibi taş eserlerin yanı sıra maden ve ahşap kabartma ve oymalar, zengin süsleme özellikleriyle gelişimini sürdürmüş, bu alanda Anadolu’da var olan yontu geleneğini kendine göre biçimlendirmiştir. Bu köklü deneyimlerden sonra Osmanlının modern anlamda heykel sanatına ilişkin ilk yönelimleri ancak 19. yüzyılda başlamıştır.

17. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı resim sanatında (cilt kapakları, resimli el yazmaları, albümler ve tek yaprak resimler) Avrupa resminin etkileri görülmeye başlamıştır. Bu etkiler 18. yüzyıl ortalarından itibaren duvar resminde de belirginleşmiştir. Topkapı Sarayı’na bu dönemde yapılan eklemelerde başta İstanbul ve Bursa olmak üzere, Anadolu ve Balkan şehirlerindeki çeşitli köşk, yalı, konak ve dinî mimari örneklerinin tavan ve duvarlarına -ahşap ya da sıva üzerine- ev, çeşme, köprü, nehir, ağaç içeren figürsüz manzaralar, Mekke Medine tasvirleri, natürmortlar yapılmış; kalemişlerinin yerini alan bu resimler, Avrupa etkisinin hissedildiği ve tuval resmine yaklaşan ilk mimari süslemeler olmuştur.

Resim sanatı açısından, 18. yüzyıl ikinci yarısından itibaren askerî okullarda resim dersi verilmeye başlanmış, donanmaya geometri ve coğrafya bilen, haritadan anlayan, gemi yapımında bilgili subaylar yetiştirmek amacıyla 1773’te kurulan Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’da verilen teknik çizim dersleri, Türk ressamların yetişmesi açısından önemli bir başlangıç olmuştur. 1795’ te kurulan Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Topçu Okulu)’nda ise yine topçuluk, haritacılık gibi alanlarda teknik bilgi vermek amacıyla konulan teknik resim dersi ilk kez programlı olarak ele alınmıştır. 1835’te açılan Mekteb-i Fünun-u Harbiye-i fiahane’de de resim derslerine önem verilmiş; Alman asıllı İspanyol ressam Joseph Schranz bu okulun resim öğretmenliğine atanmıştır. Askerî okulların yanı sıra 1868’de kurulan Galatasaray Mektebi (Mekteb-i Sultani) gibi lise düzeyinde eğitim veren kurumlarda da resim derslerine yer verilmeye başlanmıştır.

18. yüzyıldan itibaren portre sanatında da geleneksel özelliklerin dışına çıkılmaya başlanmış, değişen beğeni ve gereksinimlerle Avrupa resim anlayışına yaklaşan, doğal renklerin kullanıldığı, malzemede de yeniliklerin görüldüğü eserler yapılmıştır. Bu tür şövale üzerinde tuvalde resimler yapmanın yaygınlaşmasında özellikle padişah portrelerinin ayrı bir yeri vardır. Sultan III. Selim poz verip portresini yaptıran ve dağıtılmak üzere bastıran ilk padişah olmuştur. Ardından Sultan II. Mahmud portrelerini devlet dairelerine astırmış, tasvir-i hümâyun nişanı denilen madalyon portrelerini yaptırarak devlet adamlarına, elçilere dağıtmıştır (Resim 6.11). 19. yüzyıl başından itibaren Avrupa tarzı bir ikonografya ile yapılan padişah portreleri 20. yüzyıl başına kadar yaygınlığını korumuş ve bunlar Avrupa hükümdarlarına armağan olarak ya da Avrupa’daki elçiliklere konulmak üzere gönderilmiştir.

Osmanlı resim sanatının gelişim sürecinde; İstanbul’da, özellikle Pera (Beyoğlu)’da atölye açıp resim dersleri veren Avrupalı ressamların da yeri büyüktür. Özellikle yabancı elçiliklerin 18. yüzyıldan itibaren İstanbul’da artması ve bunların kültür ve sanat ortamını canlandırmasıyla gittikçe sayıları artan Avrupalı sanatçılara (Jean Baptiste Vanmour, Jean Etienne Liotard, Jean Baptiste Hilair) 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren (daha çok padişah portreleri ve Osmanlı tarihi ile ilgili resimler yapmaları için) Osmanlı sarayında da görev verilmiş ve sarayda resim koleksiyonu oluşturulmaya başlanmıştır.

Resim sanatının gelişimi açısından önem taşıyan bir diğer konu da fotoğraf sanatıdır. Fransa’dan 19 Ağustos 1839’da dünyaya açıklanan bu buluş kısa süre içerisinde İstanbul’da birçok dilde yayımlanan Takvim-i Vekayi gazetesinin 28 Ekim 1839 tarihli nüshasıyla Osmanlı halkına duyurulmuştur. İstanbul’da faaliyette bulunan ilk fotoğrafçı İtalyan Carlo Naya, 1845 yılında Beyoğlu’nda açtığı stüdyodaki çalışmalarını 1857’ye kadar sürdürmüştür.

Plastik sanatlar eğitiminin kurumsallaştırılması yönünde ilk adım, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi) kurulmasıyla atılmıştır. Bu okul, Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde 1883 yılında, Osman Hamdi Bey’in (Resim 6.17-6.18) ve Mithat Paşa, Ahmet Vefik Paşa gibi dönemin devlet adamlarının öncülüğünde açılmıştır. Kurumun 1916’ya kadar kullandığı ilk binası, mimar Alexander Vallaury tarafından tasarlanan ve bugün İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi olarak bilinen yerdir. 1926’da Güzel Sanatlar Akademisi, 1969’da İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ismini almış, 1982’de de Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür. Paris’teki Güzel Sanatlar Akademisi (The École Nationale Supérieure des Beaux-Arts)’nin örnek alındığı bu kurumda önceleri yabancılar, daha sonra Avrupa’da eğitim almış Türk ressamlar, mimarlar ve heykeltıraşlar eğitim vermiş, dolayısıyla Avrupa’yla iletişimin kurulduğu öncü bir sanat kurumu olmuştur.

Cumhuriyet Döneminde Resim ve Heykel Sanatı

Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan ilk sanat topluluğu, Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’dir. 1920’li yıllarda Paris, Münih gibi Avrupa merkezlerinde eğitim gören sanatçılar, kurdukları bu birlikle yeni anlayışlarını yaymaya çalışmışlardır. 1927-1928’de sergiler gerçekleştirmelerine karşılık daha çok 1929’da Ankara Etnografya Müzesi’nde açtıkları sergiyle gündeme gelmişlerdir. Sanatçıları, kendilerinden önceki kuşağın sanat anlayışına karşı çıkarak, yeni kurulmuş olan Cumhuriyet’i temsil eden ulusal bir sanata yön vereceklerini açıklamışlardır. Bu grup 1929-1948 arasında İstanbul, Ankara ve diğer Anadolu şehirlerini gezerek çok sayıda sergi açmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sanat alanında yaşanan önemli gelişmelerden biri de 1933 yılında İnkılâp Sergisi’nin düzenlenmesidir. Şeref Akdik, Zeki Faik İzer (Resim 6.24), Arif Kaptan, Turgut Zaim gibi ressamlar, Cumhuriyet’in 10. yılında düzenlenen bu sergide yeni düzeni ve inkılâpları yansıtan eserler gerçekleştirmişlerdir. Zeki Faik İzer’in, İnkılâp Yolunda (Eugène Delacroix’nın Paris, Louvre Müzesi’ndeki 1830 tarihli Özgürlük/La Liberté adlı eserinden uyarladığı) bunlardan biridir. İnkılâp Sergileri 1937 yılına kadar sürmüştür. 29 Ekim 1939 tarihinde ise -bir anlamda İnkılâp Sergilerinin devamı niteliği taşıyan- ilk Devlet Resim ve Heykel Sergisi (DRHS) gerçekleştirilmiş, 1943 yılına kadar her yıl devam etmiştir. 1940’lı yıllara doğru devlet politikasının sanat alanına yansıyan yeniliklerinden bir diğeri Atatürk’ün emriyle 1937 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin açılmasıdır.

Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında heykel sanatında da önemli gelişmeler olmuş, özellikle yeni düşünceyi temsil eden anıtlar, Atatürk başta olmak üzere asker kahramanların ve komutanların büstleri yapılmıştır. Bu dönemin ilk heykeltıraşları arasında 1920’li yıllarda Avrupa’da eğitim alıp yurda dönen Ratip Aşir Acudoğu, Nusret Suman, Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Kenan Yontuç, Nermin Faruki, Sabiha Bengütaş sayılabilir.

1933 yılında, Cumhuriyet’in 10. yılı etkinlikleri ve sergileri sürerken başka önemli gelişmeler de olmuştur. Örneğin D Grubu adı altında bir sanatçı birliği kurulmuştur. Ressamlardan Nurullah Berk (Resim 6.27), Cemal Tollu, Elif Naci, Zeki Faik İzer, Abidin Dino ve heykeltıraş Zühtü Müridoğlu tarafından kurulan 6 kişilik bu grup, ilk sergilerini Beyoğlu’nda Narmanlı Yurdu’nun altındaki bir dükkanda açmışlardır. Çağdaş sanatı toplumla buluşturma amacıyla çeşitli sergiler, etkinlikler, konferanslar düzenleyip yazılar yazan bu sanatçılar Avrupa’da gelişen akımları takip eden -şematik olsa da- bu akımlara uyan eserler gerçekleştirme çabasında olmuşlardır.

1940’lı yıllardan itibaren D grubunun Avrupa akımlarını, tekniklerini benimseyen tutumunun karşısında olanlar, Yeniler Grubu adıyla (çoğunluğunu İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim bölümü başkanlığı yapan Fransız ressam Léopold Lévy’nin öğrencilerinin oluşturduğu) ortaya çıkmıştır. Ressamlardan Nuri İyem (Resim 6.28), Selim Turan, Agop Arad, Avni Arbaş, Turgut Atalay, Nejat Devrim, Kemal Sönmezler; heykeltıraş Faruk Morel, afiş sanatçısı Yusuf Karaçay, fotoğrafçı İlhan Arakon ile D Grubu’ndan ayrılan ressam Abidin Dino’nun yer aldığı Yeniler Grubu’nun 1941’de İstanbul’da düzenlenen ilk sergisinde liman konusu ele alınmıştır. Bu nedenle Liman Ressamları olarak da anılmışlardır. Avrupa etkisindeki D grubun biçimciliğine karşı duran sanatçılar, İstanbul limanı ve çevresindeki yoksul yaşamı, balıkçıları, işçileri, yaşam mücadelelerini konu edindikleri toplumsal içerikli bir sergi gerçekleştirmişlerdir.

1947 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencileri tarafından On’lar Grubu kurulmuştur. Hulusi Sarptürk, Turan Erol, Fahrünnisa Sönmez, Ivy Stangali, Mustafa Esirkuş (Resim 6.29), Nedim Günsür, Orhan Peker, Mehmet Pesen, Fikret Otyam, Leyla Gamsız’ın yer aldığı grubun amacı Avrupa resim sanatının çağdaş biçimleriyle geleneksel Anadolu motif, bezeme ve nakışlarını kaynaştırmaktı. Bu sanatçılar İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim alırken Leonardo da Vinci, El Greco, Dürer gibi Avrupalı ressamların eserlerini yakından tanıma fırsatı bulmuş, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan öğrendiklerinin de etkisiyle bir tür senteze gitmişlerdir.

1950’lerde sanatta soyut yönelimler güçlenmeye başlamıştır. Soyut sanat akımlarına ilgi duyan sanatçılar bunu halka benimsetmek için sergiler ve etkinlikler düzenlemiş, çeşitli yazılar yazmışlardır. Devlet Resim ve Heykel Sergilerine de ilk soyut çalışmalar girmiştir. Örneğin Ferruh Başağa’nın Aşk adlı eseri ilk sergilenenlerden biridir. İlk soyut sergi ise 1953 yılında Adnan Çoker ve Lütfü Günay tarafından Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde, Sergi Öncesi adı altında düzenlenmiştir. Bu sırada, sanatın düşüncede olduğunu vurgulayan yazılı açıklamalar da yapmışlardır. Yine, 1954 yılında İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Kuyucu Murad Paşa Medresesi’nde yirmi sanatçı tarafından açılan sergi yeni soyut anlayışı tanıtan niteliktedir.

1970’li yıllardan itibaren sanatta çoğulcu bir döneme geçilmiştir. Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde sanat galerileri açılmış, plastik sanat dergileri artmış; basın, sanat haberlerine ve yazılarına daha fazla yer vermeye başlamıştır. Dolayısıyla sanat ortamı canlanmıştır. Bu yıllarda toplumsal içerikli eserler ve soyut yönelimler devam ederken, diğer yandan figüratif soyut bireşiminde ve başka yeni arayışlarla yapıtlar üretilmiştir. Sabri Berkel, Adnan Çoker, Ferruh Başağa gibi geometrik soyut çalışanlara 1980’lerde Burhan Doğançay, Halil Akdeniz, Adem Genç, Tamer Akakıncı, Bekir Sami Çimen, Süleyman Saim Tekcan gibi başka ressamlar da katılmıştır. Adnan Turani, Selim Turan, Erdal Alantar, Erol Eti, Güngör Taner, Zafer Gençaydın, Zahit Büyükişleyen gibi sanatçılar (lirik-soyut, soyut dışavurumculuk, serbest biçimli sanat gibi nitelemelerle tanımlananlar) geometrik soyutun karşıtı bir türü benimsemişlerdir. Özdemir Altan ve Zekai Ormancı; kent, moda, endüstri gibi çağdaş yaşam alanlarından kaynaklanan imgeleri kullanarak 1960’larda Avrupa’da ortaya çıkan fotogerçekçilik ve pop sanat ile örtüşen bazı eserler gerçekleştirmişlerdir.

1990’lardan itibaren, dijital gelişmelerin sanattaki etkisi diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de artmıştır. Bir yandan dijital sanatlar çeşitlenmeye başlarken, izleyicileri sanatsal sürecin içine çeken performanslar da gerçekleştirilmiştir. Kutluğ Ataman’ın 18. İstanbul Tiyatro Festivali için hazırladığı Sılsel adlı çalışması, her kesimden insanın Türkiye’ye ilişkin düşüncelerini, dileklerini, umutlarını, eleştirilerini yazmaya davet edildiği, son zamanlarda yapılmış performanslardan biridir.

Giriş

Bu ünitede Türkiye’de varlık göstermiş eski uygarlıkların resim ve heykel sanatından bazı örneklere giriş bölümünde yer verilmiş; modern anlamda resim ve heykel sanatının gelişimi Osmanlı Dönemi’nde Resim ve Heykel Sanatı, Cumhuriyet Dönemi’nde Resim ve Heykel Sanatı başlıkları altında ele alınmıştır.

Türkiye’de tarih öncesi ve Antik Çağ uygarlıklarında çeşitli inançların etkisiyle biçimlenmiş resim, heykel ve kabartmaların zengin örnekleri arasında Neolitik Çağ’dan itibaren görülen ana tanrıça heykelcikleri; tanrı figürleriyle bezenmiş Hitit fildişi heykelleri, tanrı-tanrıça figürlü, hiyerogrişli taş kabartmaları, aslanlı ve sfenksli surları; Likya mezar kabartmaları, heykelcikleri; kaya mimarisinin en özgün eserlerini gerçekleştiren Frig uygarlığının taştan, fildişinden, kemikten yontulmuş Ana Tanrıça Kibele idolleri, kabartmaları; Lidya uygarlığının insan ve hayvan heykelleri, altın gümüş bezemeleri, duvar freskleri ile Urartuların maden, fildişi heykel ve kabartmaları sayılabilir.

Türk resim ve heykel sanatının Hun, Göktürk, Uygurlara kadar uzanan bir geçmişi vardır. Hun sanatında hayvan mücadeleleri ve insan figürlerini içeren sahnelerin yer aldığı taş kabartmalar; taş, ahşap, maden heykeller ile kumaş, keçe ve halılar üzerindeki bezemeler figüratif resim anlayışının oldukça gelişmiş olduğuna işaret etmektedir. Göktürk sanatında da Orhun anıtlarında görüldüğü gibi taş heykellerin, balbal denilen insan biçimli mezar anıtlarının yaygın olduğu görülmektedir. Türklerin Anadolu’ya girdiği 1071 tarihinden itibaren Türk resim ve heykel sanatı, Anadolu uygarlıklarının birikimiyle sentezlenerek gelişmiş, daha çok mimariyle bağlantılı figürlü kabartmalar, halı, kumaş ve ahşap bezemeler, duvarları süsleyen çiniler ve resimli el yazmalarda, dönemlere göre farklılaşan anlayışlarla biçimlenmiştir. Anadolu Selçuklu Dönemi’nde medrese, camii, medrese, türbe, köşk, kale, sur gibi yapılara insan ve hayvan figürlerinden oluşan kabartmalar yapılmıştır. Bizans İmparatorluğu ise tarihteki ilk Hristiyan imparatorluğu olması açısından ayrıca önemlidir. Bu dönemin resim ve heykel sanatında dinsel konular ve imgeler ön plana çıkmıştır. Özellikle anıtsal heykellere tepki gösterilmesine karşın, dinsel konuları içeren öyküleyici resim, tüm inançlı Hristiyanlarca benimsenmiştir. Resmin, dinin öğretilmesine eğitsel katkısı olduğuna ve kutsal öykülerin bellekte canlı tutulmasına yardımcı olduğuna inanılmıştır. Bizans resim sanatında başlangıçta Roma sanatının üslupsal özellikleri benimsenmiştir.

Duvar ve Tavan Resimleri (Freskler): Erken dönemde Büyük Konstantinus’un Roma, İstanbul  (Konstantinopolis), Kudüs ve Beytüllahim’de yaptırdığı kiliselerin büyük çoğunluğunda duvar resimlerinin bulunduğu kaynaklarda aktarılmaktadır. Anadolu’daki kiliselerde yine ağırlıklı olarak Tevrat ve İncil kaynaklı sahneler yer almıştır.

Kapadokya Bölgesi’nde Göreme, Ürgüp, Niğde’deki kaya kiliselerini süsleyen freskler/duvar resimleri Bizans resim sanatının önemli örneklerindendir. Sayısız yer altı şapelinde ve kilisesinde rastlanan bu resimler teknik ve üslup açısından ait olduğu dönemin genel estetik düzeyini yansıtırlar. Göreme’de Elmalı ve Tokalı Kiliseleri; Soğanlı’da Azize Barbara Kilisesi ve Niğde civarında Eski Gümüş Manastırı eyalet sanatını yansıtan önemli duvar resimlerini içermektedir.

Duvar ve Tonoz Mozaikleri: Küçük küp parçaları şeklinde kesilen cam, pişmiş toprak, mermer veya taşların harç üzerine yerleştirilerek yapıldığı mozaik, gerek Roma gerekse Bizans Dönemi’nde yaygın olarak kullanılmıştır. İstanbul’da bulunan Ayasofya Kilisesi’nin mozaikleri 6-13. yüzyıllar arasına tarihlenmektedir (Resim 6.4-6.5). En ünlü mozaiklerden biri; Ayasofya’da güney galerinin doğu duvarında tahtta oturan İsa, iki yanında İmparator IX. Konstantinos Monomakhos ile İmparatoriçe Zoe’yi konu alan mozaiktir. 1028-1034 yıllarına tarihlenen bu sahne ilk yapıldığında Zoe’nin önceki Paphlagonya’lı eşlerinden biri yer alırken daha sonra 1041’de IX. Konstantinos’un yüzü eklenmiştir.

13. yüzyıldan kalan mozaik tekniğiyle yapılmış en önemli Bizans resim sanatı örnekleri Trabzon Ayasofya Kilisesi’nde bulunmaktadır. 1260 yıllarında yapılmış olan resimler oldukça iyi korunmuş durumdadır.

İkonalar: İkona, Yunanca imge anlamına gelen eikon kelimesinden gelmektedir. Bizans döneminde ikonalar, özel bir yaklaşım ve saygıyla tapılması gereken imgeler olmuştur. Bu inanç Ortodoks Kilisesi’nde günümüzde hâlâ sürdürülmektedir. İkonalara saygıyla yaklaşılmasının nedeni, temsil ettikleri kişilerin kutsallıklarını taşımalarıydı.

Kitap Resimleri (Minyatürler): Bizans resim sanatının önemli bir diğer kolunu, el yazma eserlerin minyatürleri oluştururlar. İki tür el yazması vardır. 1-Rulo şeklinde olanlar: Bunlar rotulus adıyla da anılır. Yunan ve Roma Dönemlerinde kullanılmaya başlanmıştır.

Yaklaşık 9-10 metre uzunluğundaki ruloların yapımında malzeme olarak, (özellikle koyun, keçi, dana, eşek gibi hayvanların derilerinden elde edilen) parşömen kullanılmıştır. 4. yüzyıl sonlarından itibaren daha ucuz bir malzeme olan Mısır’da yetişen papirüs bitkisinden elde edilen papirüs yaygınlaşmıştır. Yahudiler de kutsal yazmaları için rulo kullanmıştır (Torah Rulosu gibi). 2Kitap şeklinde olan el yazmaları: Bunlara codeks denir ve 4. yüzyılda yaygınlaşmıştır. Rotuluslarda minyatürler kenarlarda; codekslerde ya tam sayfa olarak, ya kenarlarda, ya satır aralarında, ya da ufak yüzeylerde veya sayfa altlarında çerçevesiz olarak yer alırlar.

Osmanlı Döneminde Resim ve Heykel Sanatı

15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar uzanan ve bir önceki ünitede kitap sanatları kapsamında değerlendirilen Osmanlı resim sanatının modern anlayışta gelişmesi 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılda olmuştur. Aslında Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde saraya davet edilen Gentile Bellini, Constanza da Ferrara gibi İtalyan ressamları sayesinde Avrupa tuval resmiyle yakından tanışılsa da bu tarz üretim ancak 18. yüzyıl ikinci yarısında başlamıştır. Osmanlıda heykel-kabartma sanatı ise mezar taşları, çeşmeler gibi taş eserlerin yanı sıra maden ve ahşap kabartma ve oymalar, zengin süsleme özellikleriyle gelişimini sürdürmüş, bu alanda Anadolu’da var olan yontu geleneğini kendine göre biçimlendirmiştir. Bu köklü deneyimlerden sonra Osmanlının modern anlamda heykel sanatına ilişkin ilk yönelimleri ancak 19. yüzyılda başlamıştır.

17. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı resim sanatında (cilt kapakları, resimli el yazmaları, albümler ve tek yaprak resimler) Avrupa resminin etkileri görülmeye başlamıştır. Bu etkiler 18. yüzyıl ortalarından itibaren duvar resminde de belirginleşmiştir. Topkapı Sarayı’na bu dönemde yapılan eklemelerde başta İstanbul ve Bursa olmak üzere, Anadolu ve Balkan şehirlerindeki çeşitli köşk, yalı, konak ve dinî mimari örneklerinin tavan ve duvarlarına -ahşap ya da sıva üzerine- ev, çeşme, köprü, nehir, ağaç içeren figürsüz manzaralar, Mekke Medine tasvirleri, natürmortlar yapılmış; kalemişlerinin yerini alan bu resimler, Avrupa etkisinin hissedildiği ve tuval resmine yaklaşan ilk mimari süslemeler olmuştur.

Resim sanatı açısından, 18. yüzyıl ikinci yarısından itibaren askerî okullarda resim dersi verilmeye başlanmış, donanmaya geometri ve coğrafya bilen, haritadan anlayan, gemi yapımında bilgili subaylar yetiştirmek amacıyla 1773’te kurulan Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’da verilen teknik çizim dersleri, Türk ressamların yetişmesi açısından önemli bir başlangıç olmuştur. 1795’ te kurulan Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Topçu Okulu)’nda ise yine topçuluk, haritacılık gibi alanlarda teknik bilgi vermek amacıyla konulan teknik resim dersi ilk kez programlı olarak ele alınmıştır. 1835’te açılan Mekteb-i Fünun-u Harbiye-i fiahane’de de resim derslerine önem verilmiş; Alman asıllı İspanyol ressam Joseph Schranz bu okulun resim öğretmenliğine atanmıştır. Askerî okulların yanı sıra 1868’de kurulan Galatasaray Mektebi (Mekteb-i Sultani) gibi lise düzeyinde eğitim veren kurumlarda da resim derslerine yer verilmeye başlanmıştır.

18. yüzyıldan itibaren portre sanatında da geleneksel özelliklerin dışına çıkılmaya başlanmış, değişen beğeni ve gereksinimlerle Avrupa resim anlayışına yaklaşan, doğal renklerin kullanıldığı, malzemede de yeniliklerin görüldüğü eserler yapılmıştır. Bu tür şövale üzerinde tuvalde resimler yapmanın yaygınlaşmasında özellikle padişah portrelerinin ayrı bir yeri vardır. Sultan III. Selim poz verip portresini yaptıran ve dağıtılmak üzere bastıran ilk padişah olmuştur. Ardından Sultan II. Mahmud portrelerini devlet dairelerine astırmış, tasvir-i hümâyun nişanı denilen madalyon portrelerini yaptırarak devlet adamlarına, elçilere dağıtmıştır (Resim 6.11). 19. yüzyıl başından itibaren Avrupa tarzı bir ikonografya ile yapılan padişah portreleri 20. yüzyıl başına kadar yaygınlığını korumuş ve bunlar Avrupa hükümdarlarına armağan olarak ya da Avrupa’daki elçiliklere konulmak üzere gönderilmiştir.

Osmanlı resim sanatının gelişim sürecinde; İstanbul’da, özellikle Pera (Beyoğlu)’da atölye açıp resim dersleri veren Avrupalı ressamların da yeri büyüktür. Özellikle yabancı elçiliklerin 18. yüzyıldan itibaren İstanbul’da artması ve bunların kültür ve sanat ortamını canlandırmasıyla gittikçe sayıları artan Avrupalı sanatçılara (Jean Baptiste Vanmour, Jean Etienne Liotard, Jean Baptiste Hilair) 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren (daha çok padişah portreleri ve Osmanlı tarihi ile ilgili resimler yapmaları için) Osmanlı sarayında da görev verilmiş ve sarayda resim koleksiyonu oluşturulmaya başlanmıştır.

Resim sanatının gelişimi açısından önem taşıyan bir diğer konu da fotoğraf sanatıdır. Fransa’dan 19 Ağustos 1839’da dünyaya açıklanan bu buluş kısa süre içerisinde İstanbul’da birçok dilde yayımlanan Takvim-i Vekayi gazetesinin 28 Ekim 1839 tarihli nüshasıyla Osmanlı halkına duyurulmuştur. İstanbul’da faaliyette bulunan ilk fotoğrafçı İtalyan Carlo Naya, 1845 yılında Beyoğlu’nda açtığı stüdyodaki çalışmalarını 1857’ye kadar sürdürmüştür.

Plastik sanatlar eğitiminin kurumsallaştırılması yönünde ilk adım, Sanayi-i Nefise Mektebi’nin (Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi) kurulmasıyla atılmıştır. Bu okul, Sultan II. Abdülhamid Dönemi’nde 1883 yılında, Osman Hamdi Bey’in (Resim 6.17-6.18) ve Mithat Paşa, Ahmet Vefik Paşa gibi dönemin devlet adamlarının öncülüğünde açılmıştır. Kurumun 1916’ya kadar kullandığı ilk binası, mimar Alexander Vallaury tarafından tasarlanan ve bugün İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi olarak bilinen yerdir. 1926’da Güzel Sanatlar Akademisi, 1969’da İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ismini almış, 1982’de de Mimar Sinan Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür. Paris’teki Güzel Sanatlar Akademisi (The École Nationale Supérieure des Beaux-Arts)’nin örnek alındığı bu kurumda önceleri yabancılar, daha sonra Avrupa’da eğitim almış Türk ressamlar, mimarlar ve heykeltıraşlar eğitim vermiş, dolayısıyla Avrupa’yla iletişimin kurulduğu öncü bir sanat kurumu olmuştur.

Cumhuriyet Döneminde Resim ve Heykel Sanatı

Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan ilk sanat topluluğu, Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’dir. 1920’li yıllarda Paris, Münih gibi Avrupa merkezlerinde eğitim gören sanatçılar, kurdukları bu birlikle yeni anlayışlarını yaymaya çalışmışlardır. 1927-1928’de sergiler gerçekleştirmelerine karşılık daha çok 1929’da Ankara Etnografya Müzesi’nde açtıkları sergiyle gündeme gelmişlerdir. Sanatçıları, kendilerinden önceki kuşağın sanat anlayışına karşı çıkarak, yeni kurulmuş olan Cumhuriyet’i temsil eden ulusal bir sanata yön vereceklerini açıklamışlardır. Bu grup 1929-1948 arasında İstanbul, Ankara ve diğer Anadolu şehirlerini gezerek çok sayıda sergi açmıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında sanat alanında yaşanan önemli gelişmelerden biri de 1933 yılında İnkılâp Sergisi’nin düzenlenmesidir. Şeref Akdik, Zeki Faik İzer (Resim 6.24), Arif Kaptan, Turgut Zaim gibi ressamlar, Cumhuriyet’in 10. yılında düzenlenen bu sergide yeni düzeni ve inkılâpları yansıtan eserler gerçekleştirmişlerdir. Zeki Faik İzer’in, İnkılâp Yolunda (Eugène Delacroix’nın Paris, Louvre Müzesi’ndeki 1830 tarihli Özgürlük/La Liberté adlı eserinden uyarladığı) bunlardan biridir. İnkılâp Sergileri 1937 yılına kadar sürmüştür. 29 Ekim 1939 tarihinde ise -bir anlamda İnkılâp Sergilerinin devamı niteliği taşıyan- ilk Devlet Resim ve Heykel Sergisi (DRHS) gerçekleştirilmiş, 1943 yılına kadar her yıl devam etmiştir. 1940’lı yıllara doğru devlet politikasının sanat alanına yansıyan yeniliklerinden bir diğeri Atatürk’ün emriyle 1937 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin açılmasıdır.

Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarında heykel sanatında da önemli gelişmeler olmuş, özellikle yeni düşünceyi temsil eden anıtlar, Atatürk başta olmak üzere asker kahramanların ve komutanların büstleri yapılmıştır. Bu dönemin ilk heykeltıraşları arasında 1920’li yıllarda Avrupa’da eğitim alıp yurda dönen Ratip Aşir Acudoğu, Nusret Suman, Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Kenan Yontuç, Nermin Faruki, Sabiha Bengütaş sayılabilir.

1933 yılında, Cumhuriyet’in 10. yılı etkinlikleri ve sergileri sürerken başka önemli gelişmeler de olmuştur. Örneğin D Grubu adı altında bir sanatçı birliği kurulmuştur. Ressamlardan Nurullah Berk (Resim 6.27), Cemal Tollu, Elif Naci, Zeki Faik İzer, Abidin Dino ve heykeltıraş Zühtü Müridoğlu tarafından kurulan 6 kişilik bu grup, ilk sergilerini Beyoğlu’nda Narmanlı Yurdu’nun altındaki bir dükkanda açmışlardır. Çağdaş sanatı toplumla buluşturma amacıyla çeşitli sergiler, etkinlikler, konferanslar düzenleyip yazılar yazan bu sanatçılar Avrupa’da gelişen akımları takip eden -şematik olsa da- bu akımlara uyan eserler gerçekleştirme çabasında olmuşlardır.

1940’lı yıllardan itibaren D grubunun Avrupa akımlarını, tekniklerini benimseyen tutumunun karşısında olanlar, Yeniler Grubu adıyla (çoğunluğunu İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim bölümü başkanlığı yapan Fransız ressam Léopold Lévy’nin öğrencilerinin oluşturduğu) ortaya çıkmıştır. Ressamlardan Nuri İyem (Resim 6.28), Selim Turan, Agop Arad, Avni Arbaş, Turgut Atalay, Nejat Devrim, Kemal Sönmezler; heykeltıraş Faruk Morel, afiş sanatçısı Yusuf Karaçay, fotoğrafçı İlhan Arakon ile D Grubu’ndan ayrılan ressam Abidin Dino’nun yer aldığı Yeniler Grubu’nun 1941’de İstanbul’da düzenlenen ilk sergisinde liman konusu ele alınmıştır. Bu nedenle Liman Ressamları olarak da anılmışlardır. Avrupa etkisindeki D grubun biçimciliğine karşı duran sanatçılar, İstanbul limanı ve çevresindeki yoksul yaşamı, balıkçıları, işçileri, yaşam mücadelelerini konu edindikleri toplumsal içerikli bir sergi gerçekleştirmişlerdir.

1947 yılında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencileri tarafından On’lar Grubu kurulmuştur. Hulusi Sarptürk, Turan Erol, Fahrünnisa Sönmez, Ivy Stangali, Mustafa Esirkuş (Resim 6.29), Nedim Günsür, Orhan Peker, Mehmet Pesen, Fikret Otyam, Leyla Gamsız’ın yer aldığı grubun amacı Avrupa resim sanatının çağdaş biçimleriyle geleneksel Anadolu motif, bezeme ve nakışlarını kaynaştırmaktı. Bu sanatçılar İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde eğitim alırken Leonardo da Vinci, El Greco, Dürer gibi Avrupalı ressamların eserlerini yakından tanıma fırsatı bulmuş, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan öğrendiklerinin de etkisiyle bir tür senteze gitmişlerdir.

1950’lerde sanatta soyut yönelimler güçlenmeye başlamıştır. Soyut sanat akımlarına ilgi duyan sanatçılar bunu halka benimsetmek için sergiler ve etkinlikler düzenlemiş, çeşitli yazılar yazmışlardır. Devlet Resim ve Heykel Sergilerine de ilk soyut çalışmalar girmiştir. Örneğin Ferruh Başağa’nın Aşk adlı eseri ilk sergilenenlerden biridir. İlk soyut sergi ise 1953 yılında Adnan Çoker ve Lütfü Günay tarafından Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde, Sergi Öncesi adı altında düzenlenmiştir. Bu sırada, sanatın düşüncede olduğunu vurgulayan yazılı açıklamalar da yapmışlardır. Yine, 1954 yılında İstanbul Şehzadebaşı’ndaki Kuyucu Murad Paşa Medresesi’nde yirmi sanatçı tarafından açılan sergi yeni soyut anlayışı tanıtan niteliktedir.

1970’li yıllardan itibaren sanatta çoğulcu bir döneme geçilmiştir. Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde sanat galerileri açılmış, plastik sanat dergileri artmış; basın, sanat haberlerine ve yazılarına daha fazla yer vermeye başlamıştır. Dolayısıyla sanat ortamı canlanmıştır. Bu yıllarda toplumsal içerikli eserler ve soyut yönelimler devam ederken, diğer yandan figüratif soyut bireşiminde ve başka yeni arayışlarla yapıtlar üretilmiştir. Sabri Berkel, Adnan Çoker, Ferruh Başağa gibi geometrik soyut çalışanlara 1980’lerde Burhan Doğançay, Halil Akdeniz, Adem Genç, Tamer Akakıncı, Bekir Sami Çimen, Süleyman Saim Tekcan gibi başka ressamlar da katılmıştır. Adnan Turani, Selim Turan, Erdal Alantar, Erol Eti, Güngör Taner, Zafer Gençaydın, Zahit Büyükişleyen gibi sanatçılar (lirik-soyut, soyut dışavurumculuk, serbest biçimli sanat gibi nitelemelerle tanımlananlar) geometrik soyutun karşıtı bir türü benimsemişlerdir. Özdemir Altan ve Zekai Ormancı; kent, moda, endüstri gibi çağdaş yaşam alanlarından kaynaklanan imgeleri kullanarak 1960’larda Avrupa’da ortaya çıkan fotogerçekçilik ve pop sanat ile örtüşen bazı eserler gerçekleştirmişlerdir.

1990’lardan itibaren, dijital gelişmelerin sanattaki etkisi diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de artmıştır. Bir yandan dijital sanatlar çeşitlenmeye başlarken, izleyicileri sanatsal sürecin içine çeken performanslar da gerçekleştirilmiştir. Kutluğ Ataman’ın 18. İstanbul Tiyatro Festivali için hazırladığı Sılsel adlı çalışması, her kesimden insanın Türkiye’ye ilişkin düşüncelerini, dileklerini, umutlarını, eleştirilerini yazmaya davet edildiği, son zamanlarda yapılmış performanslardan biridir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.