Açıköğretim Ders Notları

Türkiye´de Sosyoloji Dersi 6. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Türkiye´de Sosyoloji Dersi 6. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

1980-2000 Döneminde Türkiye’De Sosyoloji

Türk Sosyolojisinde Yeni Yönelişler

Sosyal teorinin tarihsel gelişiminde etkili olan süreçleri anlamak için belirli dönüm noktaları belirlemek ve dönemleştirmeler yapmak elbette geçerli bir yöntemdir. Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde gerçekleşmediğini düşünmek mümkündür. Bu nedenle 1950-1960, 1960-1980, 1980-2000 gibi kesin sınırlarla belirlenmiş dijital zaman kesitleri Türkiye’de sosyolojinin gelişimini kavramak açısından gerekli olsa bile yeterli değildir. Belirli bir teorik paradigmanın, zihniyetin, bakış açısının, kendi dışında gelişen yeni paradigma, zihniyet ve bakış açılarına bir süre mukavemet gösterebileceğini de hesaba katmalıyız. Sözgelişi 1940’lardaki veya 1970’lerdeki başat eğilimlerin 1980’lerde de varlığını sürdürmesi gibi. Bir dönem hâkim olan eğilimlerin daha sonra marjinal hale gelmesi dönüşümün yönü ve niteliği konusunda bize belirli ipuçları verir, sürece ilişkin değerlendirme olanağı sunar. Bu anlamda 1980’ler sadece Türk sosyolojisinde değil, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal pratiklerinde de önemli bir dönüşümün başladığı yıllardır. Türkiye 1980’lerin başında siyasal, ekonomik ve toplumsal alanda yörünge değişikliği içine girmiştir. 1980 sonrasında esen neo-liberal rüzgarlar, ülkedeki merkezi ve müdahaleci politikaların etkisini yitirmesine sebep olmuştur. Özellikle IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar Türkiye’yi liberalleştirme, özelleştirme, para ve maliye politikalarında kontrol gücünün bazı uluslarüstü kurumlara devredilmesi gibi konularda baskı uygulamıştır. Bu durumun altında ulus devletin düzenleyici ve kalkınmacı misyonunun tasfiye edilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu andan itibaren Türkiye küresel pazarın bir parçası olma ve ona uyum sağlama yoluna girmiştir. Bu gelişmelerin siyasal, entelektüel, kültürel alanda da yansımaları görülecektir. 1980’lerde ülke gündemine damgasını vuran düşünsel eğilim Türkİslam sentezidir. Bu eğilimin en önemli özelliklerinden birisi “anti-komünizm” eğilimidir. Bu gelişme solun etkisinin azaltılmasına ve İslamcı akımın yükselişine yol açmıştır. 1980’lerin ortalarından itibaren, askerî yönetimin geri çekilmesi ve sivil yönetimin işbaşına gelmesiyle siyaset arenasında sivilleşme yönündeki talepler güçlenmiştir. Sivilleşme arayışlarına liberal politikalar ve bireyselleşme doğrultusundaki yönelimler de eşlik etmektedir. Öncelikle sanayileşme, iktisadi kalkınma ve şehirleşme gibi klasik temaların Türk toplumunun modernleşmesi için yeterli bir zemin oluşturamayacağı, modernleşmenin yolunun devletin küçültülmesinden ve sivil toplumun güçlendirilmesinden geçtiği vurgulanmaya başlanmıştır. Sosyoloji literatüründe önceki dönemde yaygın olarak görülen konular ve yaklaşım tarzları 1980’lerin ortalarından itibaren aşınmaya ve terk edilmeye başlanmıştır. En başta da Marksist tez ve argümanlar sosyolojideki eski cazibesini ve gücünü yitirmiştir. Bu gelişmede askerî darbenin oynadığı rolü göz ardı etmemek gerekir. 1960 askerî darbesi nasıl Türkiye’de sosyolojinin ve sosyal bilimlerin gelişim seyrinde gözle görülür bir farklılaşmaya yol açmışsa, 1980 askerî darbesi de benzer bir farklılaşmaya, kopukluk ve kesintiye yol açmıştır. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur.

1980-2000 Arası Dönemde Türk Sosyolojisinde Başlıca Tema ve Kavramlar

1980’lerde başlayan bir başka tartışma, epistemoloji ve sosyal bilim metodolojisi ile ilgilidir. Bu yönde gelişen tartışmalar sosyolojideki yeni arayışların da ilk habercilerinden biridir. Bu çerçevede pozitivizmin doğa bilimlerinden devraldığı kesinlik, yasa ve objektişik kriterlerine yönelik ciddi eleştiriler gündeme gelmeye başlamıştır. Sosyolojide de pozitivist yöntemin nesnellik anlayışının sorgulandığı bir tartışma furyası açılmıştır. Bilimin toplumsal sürecin bir ürünü olduğu ve bilimsel yöntemleri mutlaklaştırmanın gereksizliği gibi fikirler bu dönemde revaç bulmuştur. Yeni arayışlar temelinde kimlik tartışmalarının gündeme geldiği bir dönemde bilim metodolojisi tartışmalarının da alevlenmesi şaşırtıcı değildir. Sosyal bilim metodolojisine ilişkin tartışmalara bağlı olarak, yeni dönemde sosyolojide gözlenen bir başka gelişme, disiplinler arası çalışmaların öne çıkması ve konuların çeşitlenmesidir. Kadın araştırmaları, etnik sorunlar, toplumsal cinsiyet, tüketim, şiddet, suç, çocuk ve aile araştırmaları günümüzde Batı sosyoloji kürsülerinde revaçta olan konulardır. 1980 sonrası dönemde pozitivizme, toplum mühendisliğine, tümelci ve nomotetik (genelleştirici, yasa koyucu) bilim anlayışlarına yönelik eleştirellik sosyolojik araştırmalarda daha fazla görünürlük kazanmaktadır. Pozitivizme yönelik tepkiler elbette haklı gerekçeler içermektedir. Ancak bu kez, pozitivizmden kaçınmak adına, örtülü, çok-anlamlı, öznel ifade biçimleri, nedensellikten uzaklaşma eğilimi ve dilde muğlaklık egemen olmaktadır. Sosyolojik araştırma alanında bir başka gelişme, bilimsel üretimin giderek üniversitenin dışına taşmasıdır. 1980’lerin ortalarından itibaren özel yayınevleri, strateji kuruluşları, dernekler, büyükşehir belediyeleri kapsamında faaliyet gösteren ve bilim-kültür hizmeti veren kuruluşlar vb. devlet üniversitesinin yetişmiş unsurlarını da kendi faaliyetlerine ortak etmeye başlamışlardır. Geçmişte sosyolojik araştırmaları üniversite, DPT gibi devlet kuruluşları yönlendirirken, bugün sosyolog devletten kopmuştur; sosyolojik araştırmaları sivil, özel ve yerel çıkar grupları yönlendirmekte ve finanse etmektedir. Siyasal çevrelerde dünyayla bütünleşme ve transformasyon tabirlerinin popülerlik kazandığı 1980’ler Türkiye’sinde ulus-devlet mirası da sorgulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de egemen sosyoloji anlayışı Cumhuriyetin ilanından itibaren ulusdevlet, ulusallık ve (etnisiteyi/dinsel zümreleşmeleri dışlayan) yurttaşlık ekseninde gelişme gösterirken, özellikle 1990’lardan itibaren sosyolojide söz konusu ekseni parçalayıp altını oymaya çalışan, asimetrik toplumsal ilişkileri dayatan, çokkültürcülüğe dayalı, ulus bütünlüğünü, Cumhuriyetin siyasal, düşünsel ve kültürel mirasını reddeden yaklaşımlar revaç bulmaya başlamıştır. Sosyolojik araştırmalarda endüstri toplumuna özgü “üretim” ve “emek” olgularının yerine post-endüstriyel topluma özgü “bilişim”, “tüketim” ve “boş zaman” olguları önem kazanmıştır. Yeni dönemde sosyologların odaklandığı başlıca sorunlar demokrasi, özgürleşme, sivilleşme, çokkültürlülük, küreselleşme, yerelleşme vb. olmuştur. 1980’li yıllarda Türkiye’de oldukça rağbet gören bir araştırma alanı kadınlık durumu ve kimliği olmuştur. Feminizm ve kadın kimliği konulu araştırmalarda bir canlılık ve artış göze çarpmaktadır. Bu araştırmaların arka planını, repertuarında “farklılık”, “kimlik”, “özgürleşim” gibi kavramlar taşıyan “kimlik eksenli tartışmalar” çerçevesi içinde değerlendirebiliriz. Kültürel çalışmalar kapsamında toplumsal cinsiyet (kadın, feminizm, travestiler vb.) odaklı çalışmalar, kimlik ve farklılık ekseninde milliyet, etnisite ve din araştırmaları sosyolojide oldukça rağbet gösterilen bir alan açmıştır. Türk toplum düşüncesine damgasını vuran 1970’lerin toplumcu, kurtuluşçu, kitlelere seslenen, eşitlikçi ve dayanışmacı yaklaşımları geride kalmıştır. Perspektişer giderek bireyci, tikelci, farkçı ve rekabetçi özellikler sergilemektedir. 1990’larda dünyada ve Türkiye’de başat bir söylem olarak kültürel melezlenme gündeme gelmiştir. 1970’lerin toplumcu, kitlesel ve dayanışmacı yaklaşımlarından 1980’lerde bireyci ve rekabetçi bir ortama doğru bir gelişme söz konusudur. Postmodernizm, aydınlanmacı düşünce geleneğinin, tarihin, büyük kuramların, ideolojilerin, öznenin, toplumsalın sonunun geldiği iddiasıyla ilgi çekmeye çalışan, sansasyonellikten ve medyanın bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen ve kendi içinde bir bütünlük taşımayan yamalı bir akımdır.

1980-2000 Döneminde Türk Sosyolojisinde Öne Çıkan Bazı İsimler

Cemil Meriç, Sabri F. Ülgener, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi, en önemli eserlerini 1960’lı ve 1970’li yıllarda vermiş olan düşünürler, bağlandıkları dünya görüşleri oldukça farklılaşmış bir okur kitlesinin talepkâr ilgisi sonucu yeniden hatırlanmış ve önemsenerek okunmuşlardır. Bu yazarlar o yıllarda farklı bir bakış açısıyla okunurken, 1980’lerde bambaşka değerlendirilmişlerdir. Söz gelimi 1970’lerde klasik bir Cemil Meriç okuru portresiyle 1980’ler ve 1990’lardaki Cemil Meriç okuru portresini herhangi bir şekilde yan yana düşünmek mümkün değildir. Benzer bir durum Divitçioğlu ve Küçükömer’in metinleri için söz konusudur. 1960’lar ve 1970’lerde sosyalizm adına yazan, belirli yönleriyle kolektivist ve anti-emperyalist bir düzen savunusunu temsil eden bu iki düşünürün eserleri sonraki dönemde muhafazakâr, sağcı, anti-sosyalist, küreselleşmeci, liberal çevrelerde yankı bulmuştur. 1980’ler ve 1990’larda kaleme aldıkları metinleriyle gerek akademide gerekse entelektüel kamuoyunda etkili olan sosyologlar arasında hiç kuşkusuz fierif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay’ın isimleri başta gelmektedir. “Ankara Sosyoloji” denildiğinde, 1960’lı yıllar sonrası çalışmalarıyla göz dolduran bir isim, Emre Kongar akla gelmektedir. 1982 sonrasında YÖK üniversitesini protesto ederek akademisyenlikten ayrılan Kongar, çeşitli bürokratik görevlerde bulunmuş, ama sosyolojiden ve sosyolojik sorunsallar içeren eserler üretmekten kopmamıştır. Kongar, Mübeccel Kıray’ın daha önceki dönemde etkili olan ampirist, tümevarımcı ve işlevselci sosyoloji anlayışını benimsemekle birlikte, 1980’lerde bu anlayışın eski cazibesini yitirmeye başlamasına rağmen gündemde kalmayı başarmıştır. Ankara’dan Doğan Ergun, Nilgün Çelebi, Ankara ekolünün önde gelen isimlerindendir. Nilgün Çelebi akademik kariyeri itibariyle ismi Ankara Üniversitesi DTCF ile özdeşleşmiş olsa bile Ankara ekolünün geçmişten bugüne sergilediği sosyoloji anlayışına aykırı bir çizgide yayın yaptığı ve İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsünün anlayışına yakınlık gösteren sosyologlarımız arasında yer aldığı net biçimde söylenebilir. 1980’li yıllardan itibaren Baykan Sezer’in temsil ettiği “İstanbul Sosyoloji” anlayışına özel bir ilgi ve yakınlık gösteren Kurtuluş Kayalı da önemli sosyologlardandır. Baykan Sezer, toplum olaylarının tarihsel bir zemin üzerinde gerçekleşen olaylar olduğunu, bu nedenle sosyoloji açıklamalarının soyutlama düzeyinde kalamayacağını ve tarihsel bakış açısından bağımsız düşünülemeyeceğini savunmuştur. Sosyoloji ile tarih disiplinleri arasında yakınlaşmaya büyük değer atfetmesinin nedeni budur. Ayrıca Baykan Sezer, tarihte toplumlar arasındaki ilişkilerin önemine dikkat çekmiştir. Ona göre hiçbir toplum salt kendi iç ilişkileri ve dinamikleri içinde kavranamaz. Tarihte toplumlar sürekli olarak karşılıklı ilişkiler içinde olmuşlardır. Bu ilişkiler toplumlar arasında bir çatışma dinamiğini barındırmaktadır

Türk Sosyolojisinde Yol Ayrımı

Sosyoloji Batı kaynaklı bir bilimdir. Diğer Batı kaynaklı sosyal bilim disiplinleri gibi Batı uygarlığının üstünlüğü bilincini derinlemesine yansıtmaktadır. Aydınlanma düşüncesinin de birikimsel bir uzantısı olarak, XIX. yüzyılda Batı’da akıl/rasyonalite, endüstrileşme, kentleşme, demokratik katılım ve temsil kurumları, eşitlik, özgürlük, evrensellik, ulusallık gibi değerler öne çıkmıştır. Sosyolojide de teorik açıklamalar bu parametre ve değerler üzerine bina edilmiştir. Bugüne kadar Türkiye gibi Batı-dışı ülkelerde sosyologların sergiledikleri başlıca çelişki ve açmaz, kendi toplumlarının Batı’dan kökten farklılığını reddederek tekçi, özcü ve evrenselci bir yaklaşımla türlü iyimser reçetelerin savunuculuğunu üstlenmiş olmalarıydı. Günümüzde ise durum değişmiştir; sosyolojinin “nesne”sini (toplum) yitirdiği ve bilim olma niteliğinin artık tartışmalı hale geldiği iddia edilmektedir. 1980-2000 döneminde sosyolojiye hâkim olan ve günümüzde de sürmekte olan yaklaşım tarzı, aşina olduğumuz toplum tablosunun parçalandığı algısını beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada Türkiye’de sosyoloji ve genel olarak toplumsal teori küreselleşme ve postmodernizm adı altında çeşitli teori ve söylemlerin istilasına maruz kalmaktadır. Öyle görünüyor ki bugün sosyoloji bir yol ayrımındadır. Ya “toplumun sonu”nu ilan eden güçlerin toplumları çözümsüzlük ve kaosa mahkûm eden yaklaşımları benimsenecek ve sosyolojiye gerek kalmayacak. Ya da sosyolojiyi bambaşka bir tarzda kurgulayarak, bütün dünya toplumlarının mutluluk ve refahı adına yeni bir geleceği tasarlayacak bilgiyi üretmeye çalışacağız. Bunun dışında üçüncü bir seçenek yoktur. Birinci seçenek sosyolojiyi sosyal mühendisliğe, sosyal hizmet uzmanlığına indirgeyerek, aslında dünyanın mevcut düzensizliğini, yakıcı sorunlarını yeniden üretmeyi ifade ediyor. İkinci seçenek ise, yeni bir dünyanın olabilirliğini aramak için insan bilincine özgürleştirici bir ütopya olanağı sunuyor. Eğer sosyoloji, mevcut dünya ve toplum düzeninin aksaklık ve sorunlarını rehabilite etmekten ibaret olacaksa, geleceğin toplumunun kurulması yolunda önemli bir rolü üstlenmeyi en baştan reddetmiş olacaktır.

Türk Sosyolojisinde Yeni Yönelişler

Sosyal teorinin tarihsel gelişiminde etkili olan süreçleri anlamak için belirli dönüm noktaları belirlemek ve dönemleştirmeler yapmak elbette geçerli bir yöntemdir. Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde gerçekleşmediğini düşünmek mümkündür. Bu nedenle 1950-1960, 1960-1980, 1980-2000 gibi kesin sınırlarla belirlenmiş dijital zaman kesitleri Türkiye’de sosyolojinin gelişimini kavramak açısından gerekli olsa bile yeterli değildir. Belirli bir teorik paradigmanın, zihniyetin, bakış açısının, kendi dışında gelişen yeni paradigma, zihniyet ve bakış açılarına bir süre mukavemet gösterebileceğini de hesaba katmalıyız. Sözgelişi 1940’lardaki veya 1970’lerdeki başat eğilimlerin 1980’lerde de varlığını sürdürmesi gibi. Bir dönem hâkim olan eğilimlerin daha sonra marjinal hale gelmesi dönüşümün yönü ve niteliği konusunda bize belirli ipuçları verir, sürece ilişkin değerlendirme olanağı sunar. Bu anlamda 1980’ler sadece Türk sosyolojisinde değil, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal pratiklerinde de önemli bir dönüşümün başladığı yıllardır. Türkiye 1980’lerin başında siyasal, ekonomik ve toplumsal alanda yörünge değişikliği içine girmiştir. 1980 sonrasında esen neo-liberal rüzgarlar, ülkedeki merkezi ve müdahaleci politikaların etkisini yitirmesine sebep olmuştur. Özellikle IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar Türkiye’yi liberalleştirme, özelleştirme, para ve maliye politikalarında kontrol gücünün bazı uluslarüstü kurumlara devredilmesi gibi konularda baskı uygulamıştır. Bu durumun altında ulus devletin düzenleyici ve kalkınmacı misyonunun tasfiye edilmesi gerçeği yatmaktadır. Bu andan itibaren Türkiye küresel pazarın bir parçası olma ve ona uyum sağlama yoluna girmiştir. Bu gelişmelerin siyasal, entelektüel, kültürel alanda da yansımaları görülecektir. 1980’lerde ülke gündemine damgasını vuran düşünsel eğilim Türkİslam sentezidir. Bu eğilimin en önemli özelliklerinden birisi “anti-komünizm” eğilimidir. Bu gelişme solun etkisinin azaltılmasına ve İslamcı akımın yükselişine yol açmıştır. 1980’lerin ortalarından itibaren, askerî yönetimin geri çekilmesi ve sivil yönetimin işbaşına gelmesiyle siyaset arenasında sivilleşme yönündeki talepler güçlenmiştir. Sivilleşme arayışlarına liberal politikalar ve bireyselleşme doğrultusundaki yönelimler de eşlik etmektedir. Öncelikle sanayileşme, iktisadi kalkınma ve şehirleşme gibi klasik temaların Türk toplumunun modernleşmesi için yeterli bir zemin oluşturamayacağı, modernleşmenin yolunun devletin küçültülmesinden ve sivil toplumun güçlendirilmesinden geçtiği vurgulanmaya başlanmıştır. Sosyoloji literatüründe önceki dönemde yaygın olarak görülen konular ve yaklaşım tarzları 1980’lerin ortalarından itibaren aşınmaya ve terk edilmeye başlanmıştır. En başta da Marksist tez ve argümanlar sosyolojideki eski cazibesini ve gücünü yitirmiştir. Bu gelişmede askerî darbenin oynadığı rolü göz ardı etmemek gerekir. 1960 askerî darbesi nasıl Türkiye’de sosyolojinin ve sosyal bilimlerin gelişim seyrinde gözle görülür bir farklılaşmaya yol açmışsa, 1980 askerî darbesi de benzer bir farklılaşmaya, kopukluk ve kesintiye yol açmıştır. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur.

1980-2000 Arası Dönemde Türk Sosyolojisinde Başlıca Tema ve Kavramlar

1980’lerde başlayan bir başka tartışma, epistemoloji ve sosyal bilim metodolojisi ile ilgilidir. Bu yönde gelişen tartışmalar sosyolojideki yeni arayışların da ilk habercilerinden biridir. Bu çerçevede pozitivizmin doğa bilimlerinden devraldığı kesinlik, yasa ve objektişik kriterlerine yönelik ciddi eleştiriler gündeme gelmeye başlamıştır. Sosyolojide de pozitivist yöntemin nesnellik anlayışının sorgulandığı bir tartışma furyası açılmıştır. Bilimin toplumsal sürecin bir ürünü olduğu ve bilimsel yöntemleri mutlaklaştırmanın gereksizliği gibi fikirler bu dönemde revaç bulmuştur. Yeni arayışlar temelinde kimlik tartışmalarının gündeme geldiği bir dönemde bilim metodolojisi tartışmalarının da alevlenmesi şaşırtıcı değildir. Sosyal bilim metodolojisine ilişkin tartışmalara bağlı olarak, yeni dönemde sosyolojide gözlenen bir başka gelişme, disiplinler arası çalışmaların öne çıkması ve konuların çeşitlenmesidir. Kadın araştırmaları, etnik sorunlar, toplumsal cinsiyet, tüketim, şiddet, suç, çocuk ve aile araştırmaları günümüzde Batı sosyoloji kürsülerinde revaçta olan konulardır. 1980 sonrası dönemde pozitivizme, toplum mühendisliğine, tümelci ve nomotetik (genelleştirici, yasa koyucu) bilim anlayışlarına yönelik eleştirellik sosyolojik araştırmalarda daha fazla görünürlük kazanmaktadır. Pozitivizme yönelik tepkiler elbette haklı gerekçeler içermektedir. Ancak bu kez, pozitivizmden kaçınmak adına, örtülü, çok-anlamlı, öznel ifade biçimleri, nedensellikten uzaklaşma eğilimi ve dilde muğlaklık egemen olmaktadır. Sosyolojik araştırma alanında bir başka gelişme, bilimsel üretimin giderek üniversitenin dışına taşmasıdır. 1980’lerin ortalarından itibaren özel yayınevleri, strateji kuruluşları, dernekler, büyükşehir belediyeleri kapsamında faaliyet gösteren ve bilim-kültür hizmeti veren kuruluşlar vb. devlet üniversitesinin yetişmiş unsurlarını da kendi faaliyetlerine ortak etmeye başlamışlardır. Geçmişte sosyolojik araştırmaları üniversite, DPT gibi devlet kuruluşları yönlendirirken, bugün sosyolog devletten kopmuştur; sosyolojik araştırmaları sivil, özel ve yerel çıkar grupları yönlendirmekte ve finanse etmektedir. Siyasal çevrelerde dünyayla bütünleşme ve transformasyon tabirlerinin popülerlik kazandığı 1980’ler Türkiye’sinde ulus-devlet mirası da sorgulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de egemen sosyoloji anlayışı Cumhuriyetin ilanından itibaren ulusdevlet, ulusallık ve (etnisiteyi/dinsel zümreleşmeleri dışlayan) yurttaşlık ekseninde gelişme gösterirken, özellikle 1990’lardan itibaren sosyolojide söz konusu ekseni parçalayıp altını oymaya çalışan, asimetrik toplumsal ilişkileri dayatan, çokkültürcülüğe dayalı, ulus bütünlüğünü, Cumhuriyetin siyasal, düşünsel ve kültürel mirasını reddeden yaklaşımlar revaç bulmaya başlamıştır. Sosyolojik araştırmalarda endüstri toplumuna özgü “üretim” ve “emek” olgularının yerine post-endüstriyel topluma özgü “bilişim”, “tüketim” ve “boş zaman” olguları önem kazanmıştır. Yeni dönemde sosyologların odaklandığı başlıca sorunlar demokrasi, özgürleşme, sivilleşme, çokkültürlülük, küreselleşme, yerelleşme vb. olmuştur. 1980’li yıllarda Türkiye’de oldukça rağbet gören bir araştırma alanı kadınlık durumu ve kimliği olmuştur. Feminizm ve kadın kimliği konulu araştırmalarda bir canlılık ve artış göze çarpmaktadır. Bu araştırmaların arka planını, repertuarında “farklılık”, “kimlik”, “özgürleşim” gibi kavramlar taşıyan “kimlik eksenli tartışmalar” çerçevesi içinde değerlendirebiliriz. Kültürel çalışmalar kapsamında toplumsal cinsiyet (kadın, feminizm, travestiler vb.) odaklı çalışmalar, kimlik ve farklılık ekseninde milliyet, etnisite ve din araştırmaları sosyolojide oldukça rağbet gösterilen bir alan açmıştır. Türk toplum düşüncesine damgasını vuran 1970’lerin toplumcu, kurtuluşçu, kitlelere seslenen, eşitlikçi ve dayanışmacı yaklaşımları geride kalmıştır. Perspektişer giderek bireyci, tikelci, farkçı ve rekabetçi özellikler sergilemektedir. 1990’larda dünyada ve Türkiye’de başat bir söylem olarak kültürel melezlenme gündeme gelmiştir. 1970’lerin toplumcu, kitlesel ve dayanışmacı yaklaşımlarından 1980’lerde bireyci ve rekabetçi bir ortama doğru bir gelişme söz konusudur. Postmodernizm, aydınlanmacı düşünce geleneğinin, tarihin, büyük kuramların, ideolojilerin, öznenin, toplumsalın sonunun geldiği iddiasıyla ilgi çekmeye çalışan, sansasyonellikten ve medyanın bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen ve kendi içinde bir bütünlük taşımayan yamalı bir akımdır.

1980-2000 Döneminde Türk Sosyolojisinde Öne Çıkan Bazı İsimler

Cemil Meriç, Sabri F. Ülgener, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu gibi, en önemli eserlerini 1960’lı ve 1970’li yıllarda vermiş olan düşünürler, bağlandıkları dünya görüşleri oldukça farklılaşmış bir okur kitlesinin talepkâr ilgisi sonucu yeniden hatırlanmış ve önemsenerek okunmuşlardır. Bu yazarlar o yıllarda farklı bir bakış açısıyla okunurken, 1980’lerde bambaşka değerlendirilmişlerdir. Söz gelimi 1970’lerde klasik bir Cemil Meriç okuru portresiyle 1980’ler ve 1990’lardaki Cemil Meriç okuru portresini herhangi bir şekilde yan yana düşünmek mümkün değildir. Benzer bir durum Divitçioğlu ve Küçükömer’in metinleri için söz konusudur. 1960’lar ve 1970’lerde sosyalizm adına yazan, belirli yönleriyle kolektivist ve anti-emperyalist bir düzen savunusunu temsil eden bu iki düşünürün eserleri sonraki dönemde muhafazakâr, sağcı, anti-sosyalist, küreselleşmeci, liberal çevrelerde yankı bulmuştur. 1980’ler ve 1990’larda kaleme aldıkları metinleriyle gerek akademide gerekse entelektüel kamuoyunda etkili olan sosyologlar arasında hiç kuşkusuz fierif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay’ın isimleri başta gelmektedir. “Ankara Sosyoloji” denildiğinde, 1960’lı yıllar sonrası çalışmalarıyla göz dolduran bir isim, Emre Kongar akla gelmektedir. 1982 sonrasında YÖK üniversitesini protesto ederek akademisyenlikten ayrılan Kongar, çeşitli bürokratik görevlerde bulunmuş, ama sosyolojiden ve sosyolojik sorunsallar içeren eserler üretmekten kopmamıştır. Kongar, Mübeccel Kıray’ın daha önceki dönemde etkili olan ampirist, tümevarımcı ve işlevselci sosyoloji anlayışını benimsemekle birlikte, 1980’lerde bu anlayışın eski cazibesini yitirmeye başlamasına rağmen gündemde kalmayı başarmıştır. Ankara’dan Doğan Ergun, Nilgün Çelebi, Ankara ekolünün önde gelen isimlerindendir. Nilgün Çelebi akademik kariyeri itibariyle ismi Ankara Üniversitesi DTCF ile özdeşleşmiş olsa bile Ankara ekolünün geçmişten bugüne sergilediği sosyoloji anlayışına aykırı bir çizgide yayın yaptığı ve İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsünün anlayışına yakınlık gösteren sosyologlarımız arasında yer aldığı net biçimde söylenebilir. 1980’li yıllardan itibaren Baykan Sezer’in temsil ettiği “İstanbul Sosyoloji” anlayışına özel bir ilgi ve yakınlık gösteren Kurtuluş Kayalı da önemli sosyologlardandır. Baykan Sezer, toplum olaylarının tarihsel bir zemin üzerinde gerçekleşen olaylar olduğunu, bu nedenle sosyoloji açıklamalarının soyutlama düzeyinde kalamayacağını ve tarihsel bakış açısından bağımsız düşünülemeyeceğini savunmuştur. Sosyoloji ile tarih disiplinleri arasında yakınlaşmaya büyük değer atfetmesinin nedeni budur. Ayrıca Baykan Sezer, tarihte toplumlar arasındaki ilişkilerin önemine dikkat çekmiştir. Ona göre hiçbir toplum salt kendi iç ilişkileri ve dinamikleri içinde kavranamaz. Tarihte toplumlar sürekli olarak karşılıklı ilişkiler içinde olmuşlardır. Bu ilişkiler toplumlar arasında bir çatışma dinamiğini barındırmaktadır

Türk Sosyolojisinde Yol Ayrımı

Sosyoloji Batı kaynaklı bir bilimdir. Diğer Batı kaynaklı sosyal bilim disiplinleri gibi Batı uygarlığının üstünlüğü bilincini derinlemesine yansıtmaktadır. Aydınlanma düşüncesinin de birikimsel bir uzantısı olarak, XIX. yüzyılda Batı’da akıl/rasyonalite, endüstrileşme, kentleşme, demokratik katılım ve temsil kurumları, eşitlik, özgürlük, evrensellik, ulusallık gibi değerler öne çıkmıştır. Sosyolojide de teorik açıklamalar bu parametre ve değerler üzerine bina edilmiştir. Bugüne kadar Türkiye gibi Batı-dışı ülkelerde sosyologların sergiledikleri başlıca çelişki ve açmaz, kendi toplumlarının Batı’dan kökten farklılığını reddederek tekçi, özcü ve evrenselci bir yaklaşımla türlü iyimser reçetelerin savunuculuğunu üstlenmiş olmalarıydı. Günümüzde ise durum değişmiştir; sosyolojinin “nesne”sini (toplum) yitirdiği ve bilim olma niteliğinin artık tartışmalı hale geldiği iddia edilmektedir. 1980-2000 döneminde sosyolojiye hâkim olan ve günümüzde de sürmekte olan yaklaşım tarzı, aşina olduğumuz toplum tablosunun parçalandığı algısını beraberinde getirmiştir. Bugün gelinen noktada Türkiye’de sosyoloji ve genel olarak toplumsal teori küreselleşme ve postmodernizm adı altında çeşitli teori ve söylemlerin istilasına maruz kalmaktadır. Öyle görünüyor ki bugün sosyoloji bir yol ayrımındadır. Ya “toplumun sonu”nu ilan eden güçlerin toplumları çözümsüzlük ve kaosa mahkûm eden yaklaşımları benimsenecek ve sosyolojiye gerek kalmayacak. Ya da sosyolojiyi bambaşka bir tarzda kurgulayarak, bütün dünya toplumlarının mutluluk ve refahı adına yeni bir geleceği tasarlayacak bilgiyi üretmeye çalışacağız. Bunun dışında üçüncü bir seçenek yoktur. Birinci seçenek sosyolojiyi sosyal mühendisliğe, sosyal hizmet uzmanlığına indirgeyerek, aslında dünyanın mevcut düzensizliğini, yakıcı sorunlarını yeniden üretmeyi ifade ediyor. İkinci seçenek ise, yeni bir dünyanın olabilirliğini aramak için insan bilincine özgürleştirici bir ütopya olanağı sunuyor. Eğer sosyoloji, mevcut dünya ve toplum düzeninin aksaklık ve sorunlarını rehabilite etmekten ibaret olacaksa, geleceğin toplumunun kurulması yolunda önemli bir rolü üstlenmeyi en baştan reddetmiş olacaktır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.