Açıköğretim Ders Notları

Türk Dış Politikası 2 Dersi 7. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Türk Dış Politikası 2 Dersi 7. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Ak Parti’nin İkinci Dönemi Türk Dış Politikası: 2007-2011

2007-2011 Dönemi Türk Dış Politikasında Genel İlkeler ve Temel Kavramlar

Bu dönem Türk dış politikası bakımından AK Partinin ikinci iktidar dönemidir. Bu dönemin iki önemli özelliği bulunmaktadır. Bu dönemde AB ile olan ilişkilerde sıkıntılar yaşanmıştır, 2006 yılı sonunda Kıbrıs sorunu nedeniyle, Fransa ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) bloke ettiği başlıklar yüzünden ilişkiler donma noktasına gelmiş ve AB politikasının Türkiye’de değerini ve önemi yitirmesine neden olmuştur. Bu dönemde Türk dış politikasının zeminini Başbakan’ın Dış Politika Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yazdığı “Stratejik Derinlik” kitabındaki ilkeler oluşturmuştur. 1 Mayıs 2009 tarihinde Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanlığına getirilmiştir.

2007-2011 arası Türk dış politikasının AB yoğunluklu politikalardan uzaklaşmış ve Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” politikası ile yeni ve misyoner bir politikaya dönüşmüştür. Bu dönemde Türkiye küresel krize rağmen olağanüstü bir ekonomik gelişme ortaya koymuş ve özgüveni yüksek şekilde dünya siyasetinde yer alma çabası göstermiştir.

ABD İle İlişkiler

Türk dış politikasında ABD çok ödem taşır. Zaman zaman yaşanan krizler dışında ilişkilerin genelde olumlu seyrettiği söylenebilir. 1 Mart 2003’te ABD’nin Irak müdahalesini Türkiye üzerinden de yapabilmesine imkân sağlayacak olan Hükümet Tezkeresi TBMM’de reddedilmesi nedeniyle, ilişkilerde çok ciddi bir krize dönüşmüş ancak daha sonraki yıllarda ilişkilerde iyileşme olmuş ve genel olarak 2007-2011 döneminde ABD ile ilişkiler olumlu seyretmiştir. ABD ile Türkiye arasındaki iyi ilişkiler ekonomi, terörle mücadele ve siyasi alanda kendini göstermiştir.

1 Ocak 2009 tarihinde görevine başlayan Obama, dış politikasında G.W.Bush yönetiminin dünyaya düzen getirme amaçlı “neo-con” felsefesinden uzaklaşarak daha çok iç siyasete yönelmiş, İslam dünyası ve Orta Doğu ülkeleriyle geçmişten farklı ve “yumuşak güce” dayalı ilişkiler kurmayı amaçlamıştır. Obama İslam dünyasına dönük “yeni bir başlangıç” yapacağını, geçmişte yapılan yanlışların tekrarlanmayacağını söyleyerek ABD dış politikasındaki değişimi vurgulamıştır.

2007-2011 döneminde model ortaklık anlayışıyla belirlenen iyi ilişkilerde 2010 yılının sonlarında, İran’ın nükleer enerji çalışmaları nedeniyle Türkiye’nin Brezilya ile birlikte “hayır” oyu kullanması sorun oluşturmuştur.

31 Mayıs 2010 tarihinde İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) organizasyonu yardım gemisine İsrail ordusu tarafından bir saldırısı düzenlenmiş ve biri Amerikan vatandaşı olan dokuz Türk öldürülmüştür, bu da ADB ile sıkıntı yaşanmasına neden olmuştur.

Avrupa Birliği İle İlişkiler

2000-2001 yıllarında üyelik müzakereleri için başlatılan reform süreci, 2002’de AK Partinin iktidara gelmesiyle çok hızlı ilerlemiş ve kısa zamanda Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesi ve müzakerelere başlanması noktasına gelinmiş ve Aralık 2004’teki AB Zirve’sinde Türkiye ile üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005’te başlanmasına karar verilmiştir. Ancak üyelik müzakereleri başlasa da daha başından büyük sorunlarla karşı karşıya kalınmış ve süreç yavaşlamıştır. Sürecin yavaşlamasında sorun AB’nin kendisinden kaynaklanmıştır. AB’nin en önemli iki karar verici ülkesi olan Almanya ve Fransa liderleri Merkel ve Sarkozy tıkanmanın en önemli nedeni olmuştur. Bu iki ülke, süreci yavaşlatmak ve hatta mümkünse Türkiye’yi “ayrıcalıklı ortaklığa” ikna etmek için bütün araç ve imkânları kullanmışlardır.

Türkiye’nin AB politikasında ısrarlı olmaması ve Orta Doğu ve İslam ülkeleri ile yakın ilişkiler içine girmesi, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı bir “eksen kayması” oldu şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu kaygılarına rağmen, AB’nin Türkiye ile üyelik sürecini ilerletmek için bir çaba da göstermediği, tam üyelik konusunda kesinlikle inandırıcı bir söylem kullanmadığı da açıktır. AB Müktesebatı, AB Hukuk sistemini ifade eder ve dört temel kaynağı vardır. Bunlar Kurucu antlaşmalar, Mevzuat, Adalet Divanı içtihadı ve Uluslararası antlaşmalardır.

Tüm üye devletler, AB Müktesebatı’nı benimsemek ve egemenlik yetkilerinin bir kısmını AB kurumlarına devretmek durumundadır. Bu Müktesebat, Katılım Müzakere Fasıllarında 35 başlık altında sınıflandırılmıştır. Üyelik için bu fasılların açılması, gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra da kapatılması gerekmektedir. Türkiye ile AB müzakere sürecinde 2012 sonuna kadar 13 başlık müzakerelere açılabilmiş ve bu başlıklardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı kapatılmıştır. 2010 yılında sadece bir başlık müzakere sürecine açılmış, 2011 ve 2012 yılında ise hiç başlık açılmamıştır.

Rusya İle İlişkiler

2000’li yılların başında başlayan yakınlaşma süreci, 2007- 2011 döneminde de çevrede meydana gelen olaylarda yaşanan görüş ayrılıklarına rağmen, ekonomik ve siyasi alanda iki ülkenin daha da yakınlaştığı bir dönem olmuştur. Türk-Rus ilişkilerinde, bu dönemde de süreklilik anlayışı devam etmiştir. 2008 sonu başlayan küresel ekonomik krize rağmen dış ticaret miktarı korunmuş nükleer enerji, turizm ve eğitim alanında işbirliği yapılmıştır. Bu dönemde ilk kez Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Türkiye’yi ziyaret etmiştir.

Bu dönemde “komşularla sıfır sorun” ve “maksimum iş birliği” gibi prensiplerin gerçekleştiği ülkelerin başında Rusya gelmektedir. Bu dönemde ilişkiler kurumsallaşmış ve Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin kurulmuştur. 2010 yılında iki ülke arasındaki nükleer enerji santralinin inşasında mutabakata varılmıştır. 2008 yılı Türk-Rus ticaret hacminin rekor kırdığı yıl olmuş, miktar 38 milyar doları bulmuştur.

Türkiye’nin enerji konusunda dışa bağımlı bir ülkedir. Türk ekonomisinin bugün yaşadığı en büyük sorun cari açık sorunudur ve bu sorunun en önemli sebeplerinden biri yapılan enerji ithalatıdır. Türkiye henüz topraklarında kendi ihtiyacını karşılayacak bir kaynak bulamamıştır. Türkiye’nin izlediği politika kendisinin ve yakın bölgesinin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının geçiş güzergâhlarını kendi toprakları üzerinden geçirmektir. Bu politika ile Türkiye hem bir gelir elde edebilmekte hem de stratejik olarak değerini arttırıp bu enerji kaynaklarının güvenli aktarımının gerçekleşmesini sağlamaktadır.

Orta Doğu ve Kafkas coğrafyasına baktığımızda Türkiye’ye duyulan güven enerji kaynaklarının aktarımının Türkiye üzerinden yapılmasında uluslararası desteği de sağlamıştır.

  • Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı
  • Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı
  • Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı
  • Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı
  • Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı
  • NABUCCO Boru Hattı

Türkiye’nin bu politikası sonucu gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi amaçlanan projelerdir.

Orta Doğu İle İlişkiler

Önceki yıllarda da olduğu gibi 2007-2011 döneminde Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilere büyük önem verilmiş ticaret hacmi geçmişle kıyaslanmayacak oranda artmıştır.

Türkiye’nin örgüt içinde aktif rol almak istemesinin bir sonucu da 2005 yılında Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İKÖ Genel Sekreteri seçilmiş ve Türkiye, dış politikasının odak noktalarından birinin İslam dünyası ve Orta Doğu odaklı olduğu mesajını vermiştir. Bu dönemde Arap Baharı ile bu coğrafyadaki diktatöryel rejimlere karşı isyanlar başlatılmış ve Tunus, Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde iktidarlar devrilmiştir.

Suriye ile İlişkiler

Suriye’nin Soğuk Savaş dönemi Sovyetler Birliği’ne yakın durması, Hatay meselesi, su sorunu ve PKK ile mücadelede Suriye’nin örgütü himayeci tavrı nedeniyle Türkiye-Suriye ilişkileri yıllar boyu gerilim ve karşılıklı güvensizlik içinde geçmiştir. Suriye ile yakın ve yoğun ilişkiler 2000 yılında Hafız Esed’in ölmesinin ardından iktidara gelen oğlu Beşar Esed döneminde başlamış, PKK sorunu büyük ölçüde aşılmış ve özellikle de AK Parti iktidarı döneminde Suriye’ye ile ciddi bir diplomasi ve ekonomik atak başlatılmıştır. 2007 sonrasında çok daha yoğunlaşan ilişkiler “model komşuluk ilişkisi” olarak ifade edilmiştir. Ancak Arap Baharı nedeniyle ilişkiler son bulmuş ve Suriye’de iç savaşın yoğunlaştığı 2012’de tamamen kopmuştur.

İran ile İlişkiler

2007-2011 dönemi için İran ile ilişkilerde en somut ortaya çıkan ilerleme ticari ilişkilerde olmuş ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi çok büyük bir artış göstermiştir. Türkiye ile İran arasındaki dış ticaret hacmi 2008 yılında 10,2 milyar dolara çıkmıştır. Bu oran, on yıl önceki seviyenin 17 katıdır. İkili ilişkilerden ziyade yaşanan küresel kriz yüzünden ise 2009 yılında ulaşılan dış ticaret hacminin toplamı 5,4 milyar dolarda kalmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin İran ile gerçekleştirdiği iş birliklerinden biri de terör konusunda olmuştur. Türkiye’nin İran’ın yürüttüğü nükleer programa ilişkin tutumu en fazla eleştiri alan konulardan birisi olmuştur. Batı devletleri ve İsrail, İran’ın askerî alanda kullanacağı, bölge ve dünya için önemli bir tehdit yaratacağı iddiasında bulunmak nükleer programını durdurmasını istememektedir. İran ise programın barışçıl amaçlarla yürütüldüğünü, bir tehdit olmadığını öne sürmektedir. Türkiye’nin bu noktada tavrı ise her ülkenin barışçıl amaçlarla nükleer program yürütebileceği, bunun İran’ın da hakkı olduğu yönündedir. Türkiye ayrıca İran’a tepki gösteren ülkelere de seslenerek önce kendi ellerinde bulundurdukları nükleer silahları imha etmeleri ve bu tür faaliyetlerde bulunmamaları gerektiğini ifade etmiştir.

Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmelerde de iki ülke ayrı düşmüştür. Suriye konusunda Türkiye, mevcut Esed yönetiminin iktidardan düşürülmesi için çaba harcarken İran ise bu rejimin devamı için Esed yönetimine destek vermektedir. İran, Rusya ile birlikte Suriye’nin en önemli destekçilerindendir.

Irak ile İlişkiler

Su sorunu, otonom Kürt bölgesi, Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta doğan otorite boşluğu sonucu PKK terör örgütünün bölgeye yerleşmesi sonucunda verilen mücadelede güçlüklerin ortaya çıkması, dönem dönem yerel ve merkezî yönetimlerle yaşanan sorunlar Irak ile olan ilişkilerde belirleyici olmuştur. 2007-2011 döneminde Irak ile kurulan ilişkiler ekonomik temelde gelişmiştir. Önceki yıllara kıyasla Irak politikası belirgin olarak değişmiş, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle temas kurulmuş ve ilişkiler geliştirilmiştir. Teröre karşı verilen mücadelede Türkiye, ABD ve Irak ile birlikte PKK’yla mücadelede üçlü mekanizmayı oluşturmuştur.

23 Mart 2009 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 33 yıl sonra ilk defa bir Türk Cumhurbaşkanı olarak Irak’ı ziyaret etmiştir. Ziyaretin ana gündemini güvenlik ilişkileri, Kerkük’ün geleceği ve ekonomik ilişkiler oluşturmuştur. Geliştirilen ekonomik işbirliği sayesinde 2009 yılına baktığımızda dünyada yaşanan küresel ekonomik krize rağmen Türkiye’nin Irak’a ihracatı %50 oranında artmıştır.

Irak’ın bağımsızlığı, siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün korunması Türkiye için çok önemlidir. Ancak ABD’nin ülkeden çekilmeye başlamasıyla artan şiddet olayları ve İran’ın Irak’ta giderek artan etkisi Türkiye’yi endişeye sevk etmektedir.

İsrail İle İlişkiler

Türk-İsrail ilişkileri, İsrail’in kuruluşundan 2000’li yıllara kadar genel olarak olumlu bir seyir izlemiş, özellikle Soğuk Savaş sonrası başta askerî konular olmak üzere stratejik iş birlikleri gerçekleştirilmiştir. Hatta Türkiye’nin İsrail ile bu kadar olumlu ilişki içinde olması Türkiye’nin İslam dünyasından dışlanmasına bile yol açmıştır. 2000’li yıllardan sonra ise durum değişmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerden ziyade bölgede, özellikle de Filistin’de yaşanan olaylar ve İsrail’in Gazze’yi ablukaya alması, uluslararası hukuka ve insan haklarına ciddi aykırılıklar AK Parti Hükümeti tarafından çok yoğun ve doğrudan eleştirilmiştir. Türkiye, 2004 yılında Suriye ve İsrail arasındaki gerilimi ortadan kaldırmak için ara buluculuk teklifinde bulunmuş ancak Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e karşı tutumu yüzünden İsrail Başbakanı Ariel Şaron bu teklifi reddetmiştir. Bu döneme kadar Ermeni soykırımı iddialarının kabulüne ilişkin çabalarda her zaman Türkiye’nin yanında yer alan Yahudi lobileri politikalarını değiştirmiş, Ermenilerin 1. Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları trajediyi ilk defa “Soykırım” olarak kabul etmiş ve bunun Amerikan Senatosu’nda kabul edilmesi için çalışmalar yapmıştır. Gazze saldırısı, hem içeriği hem de kullanılan silahlar ve yöntem bakımından Türkiye’nin büyük tepkisini çekmiştir. İsrail yönetimine yönelik yaşanan büyük güven kaybı Türki-ye-İsrail ilişkilerini 2009 yılına girildiğinde belki de tarihinde hiç olmadığı kadar alt seviyeye indirmiştir.

Davos Krizi

29 Ocak 2009 tarihinde Davos’ta düzenlenen “Gazze: Orta Doğu’da Barış Modeli” panelinde Başbakan R.T. Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı’na tepki göstermiş ve toplantıyı terk etmiştir. Tüm dünya önünde ortaya konan bu tepki Türkiye-İsrail ilişkilerinin derin yara almasına neden olmuştur.

Mavi Marmara Operasyonu

Türkiye-İsrail ilişkileri 2010 yılında daha büyük bir krizle karşı karşıya kalmıştır. 2010 yılının Mayıs ayında Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan Mavi Marmara gemisinin İsrail askerlerince saldırıya uğraması ve silahsız sivillerin hayatını kaybetmesi ve yaralanması ilişkilerde büyük bir hasar yaratmıştır. Türkiye yaşanan olay sonrası İsrail ile tüm ilişkilerini en alt düzeye indirmiş, bu ülkeye karşı sert bir tutum izlemeye başlamıştır. Bu dönem itibarıyla Türkiye, Tel Aviv Büyükelçisi’ni merkeze çağırmış ve ilişkileri geçici maslahatgüzar seviyesinde sürdüreceğini açıklamıştır.

Avrasya, Orta Asya ve Kafkaslar İle İlişkiler

Orta Asya ve Kafkaslarla olan ilişkiler eskiden olduğu gibi, yöntem olarak bazı değişiklikler olsa da 2007-2011 döneminde de aynı doğrultuda devam etmiştir. 2009 yılında Dışişleri Bakanı olan A.Davutoğlu”na göre Türkiye’nin Kafkaslar-Hazar-Orta Asya politikası üç temel prensip üzerine kurulmalıdır:

  1. Kuzey Kafkas cumhuriyetlerinin Rusya Federasyonu içerisindeki statülerini kademeli bir şekilde güçlendirerek Hazar-Karadeniz bağlantısının bu cumhuriyetler üzerinden gerçekleşmesini temin etmek.
  2. İran ile ideolojik gerilimlerden gölgelenen ilişkilerin dinamik ve rasyonel bir ekonomik iş birliği çerçevesinde sağlamlaştırarak Rusya’nın Orta-Asya ve Kafkaslar üzerindeki etkisini dengelemek
  3. Orta-Asya ülkeleri arasındaki her türlü iş birliğini teşvik etmek

Davutoğlu bu temel prensiplerin uygulanmasının hayati olduğunu, aksi takdirde Türkiye’nin bu bölgeyi kaybedeceğini ve Rusya’nın Sovyetler’den sonra yeniden bölgenin tek hâkimi olacağını savunmaktadır.

Türkiye’nin bölge ülkelerine yaptığı teknik yardımları koordine etmek amacıyla oluşturulan Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) eğitim, sağlık, ulaştırma ve iyi yönetişim gibi değişik alanlarda bölge ülkelerine mali ve teknik yardım sağlamaktadır. Örneğin 2008 yılında TİKA 100 milyon dolar değerinde olan projeyi finanse etmiş ve tamamlamıştır. Türk şirketleri de milyar doları bulan yatırımlarını bu ülkelere yapmakta, 15 milyar doları geçen oranda müteahhitlik ihalesini üstlenmiş durumdadırlar.

Balkanlar İle İlişkiler

2007-2011 dönemi geçmiş Balkan politikasının devamı şeklindedir. Türkiye bu bölgeye ilişkin gelişmeleri ve politikaları yakından takip etmiş, bölgeyi Osmanlı mirasının getirdiği tarihsel bir derinlik ile değerlendirmektedir.

Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin Balkanlarda kısa ve orta dönem dış politikasının iki önemli hedefi olmalıdır. Bunlar, Bosna ve Arnavutluk’un istikrarlı bir yapı içinde güçlendirilmesi ve bölgedeki etnik azınlıklara güvenlik şemsiyesinde bir uluslararası hukuk zemini oluşturulmasıdır. Bölgenin barış, istikrar ve refahına büyük önem veren Türkiye, “Bölgesel sahiplenme” ve “kapsayıcılık” ilkeleri gözeterek Balkan politikasını dört ana eksene ayırmıştır. Bunlar,

  1. Üst düzeyli siyasi diyalog
  2. Herkes için güvenlik
  3. Azami ekonomik entegrasyon
  4. Çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli toplum yapısının muhafazası

Bunun için Türkiye tüm Balkan ülkelerinin AB ve NATO ile bütünleşmesine önem vermekte ve desteklemektedir.

Türkiye, 2007-2011 döneminde Balkanlarda, NATO ve AB öncülüğünde yürütülen bölgenin yeniden inşasını amaçlayan uluslararası operasyonları desteklemiş, bu sayede hem ABD ve AB ile ilişkilerini pekiştirmiş hem de Bosna, Kosova ve Makedonya gibi ülkelerdeki müdahalelerde etkisini gösterme fırsatı bulmuştur.

Türkiye, dış politikasına uygun olarak bölge barışını sağlamak, ilişkileri geliştirmek ve merkez ülke rolünün gereğini yerine getirmek için ara buluculuk olmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çaba Türkiye için ayrıca bir tarihsel sorumluluk ve görev olarak da görülmektedir.

Afrika ve Türk Dış Politikası

1990 yılından sonra geçmişe kıyasla anlamlı bir iyileşme sağlanan ilişkilerde 2000’lerin başından itibaren ticaret, diplomasi, eğitim, sosyal alanları kapsayan büyük bir hamle gerçekleşmiştir.

Bu dönemde, Türk siyasetçileri, diplomatlar ve iş adamları yoğun şekilde ziyaretlerde bulunmuştur. Üniversitelerde ve düşünce kuruluşlarında Afrika’ya ilişkin çalışmalar artmıştır. Başbakan Erdoğan’ın Afrika’ya yaptığı ziyaretlerin tarihte bu ülkelere ilk yapılan ziyaretler olduğu düşünülürse geçmişte bölgeye karşı ne kadar ilgisiz bir politika izlendiği anlaşılacaktır. Başbakan Erdoğan, Ekvator’un güneyine inen ilk Türk başbakanıdır.

Afrika, 30 milyon kilometrekareyi aşan yüz ölçümü ve 1 milyara yakın nüfusu ve sahip olduğu doğal kaynaklar dolayısıyla her geçen zaman daha da önemli bir bölge hâline gelmektedir. Türkiye ile Afrika arasında 2000 yılında 742 milyon dolar olan ticaret hacmi 2008 yılında ise 5,7 milyar dolara ulaşmıştır.

Bu dönemindeki gelişmelerden biri 2008 yılında Addis Ababa’daki Afrika Birliği Zirvesi’nde, Türkiye’nin Birliğin stratejik ortağı ilan edilmesi olmuştur. Aynı yıl içinde ve 49 Afrika ülkesiyle birlikte aralarında BM, Afrika Kalkınma Bankası ve Arap Ligi’nin de bulunduğu 11 uluslararası ve bölgesel örgüt temsilcisinin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirilen Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi Türkiye için çok önemli bir prestij olmanın yanında, önemli kazanımları da beraberinde getirmiştir. Ayrıca zirvede, Türkiye-Afrika Odası’nın (TAC) kurulması da kararlaştırılmıştır.

Bölge ile olan ilişkilerde Türkiye’nin dış yardımlarını organize eden TİKA da önemli bir rol oynamaktadır. TİKA, Afrika ülkeleriyle ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel iş birliği için faaliyetler yürütmektedir. İlişkilerin ilerlemesine bağlı olarak TİKA bölgedeki ofis sayısını artırmaktadır. TİKA’nın yanı sıra İslam Konferansı Örgütü’nün gerçekleştirdiği sosyal projeler de Türkiye tarafından desteklenmektedir.

2007-2011 Dönemi Türk Dış Politikasında Genel İlkeler ve Temel Kavramlar

Bu dönem Türk dış politikası bakımından AK Partinin ikinci iktidar dönemidir. Bu dönemin iki önemli özelliği bulunmaktadır. Bu dönemde AB ile olan ilişkilerde sıkıntılar yaşanmıştır, 2006 yılı sonunda Kıbrıs sorunu nedeniyle, Fransa ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) bloke ettiği başlıklar yüzünden ilişkiler donma noktasına gelmiş ve AB politikasının Türkiye’de değerini ve önemi yitirmesine neden olmuştur. Bu dönemde Türk dış politikasının zeminini Başbakan’ın Dış Politika Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yazdığı “Stratejik Derinlik” kitabındaki ilkeler oluşturmuştur. 1 Mayıs 2009 tarihinde Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanlığına getirilmiştir.

2007-2011 arası Türk dış politikasının AB yoğunluklu politikalardan uzaklaşmış ve Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” politikası ile yeni ve misyoner bir politikaya dönüşmüştür. Bu dönemde Türkiye küresel krize rağmen olağanüstü bir ekonomik gelişme ortaya koymuş ve özgüveni yüksek şekilde dünya siyasetinde yer alma çabası göstermiştir.

ABD İle İlişkiler

Türk dış politikasında ABD çok ödem taşır. Zaman zaman yaşanan krizler dışında ilişkilerin genelde olumlu seyrettiği söylenebilir. 1 Mart 2003’te ABD’nin Irak müdahalesini Türkiye üzerinden de yapabilmesine imkân sağlayacak olan Hükümet Tezkeresi TBMM’de reddedilmesi nedeniyle, ilişkilerde çok ciddi bir krize dönüşmüş ancak daha sonraki yıllarda ilişkilerde iyileşme olmuş ve genel olarak 2007-2011 döneminde ABD ile ilişkiler olumlu seyretmiştir. ABD ile Türkiye arasındaki iyi ilişkiler ekonomi, terörle mücadele ve siyasi alanda kendini göstermiştir.

1 Ocak 2009 tarihinde görevine başlayan Obama, dış politikasında G.W.Bush yönetiminin dünyaya düzen getirme amaçlı “neo-con” felsefesinden uzaklaşarak daha çok iç siyasete yönelmiş, İslam dünyası ve Orta Doğu ülkeleriyle geçmişten farklı ve “yumuşak güce” dayalı ilişkiler kurmayı amaçlamıştır. Obama İslam dünyasına dönük “yeni bir başlangıç” yapacağını, geçmişte yapılan yanlışların tekrarlanmayacağını söyleyerek ABD dış politikasındaki değişimi vurgulamıştır.

2007-2011 döneminde model ortaklık anlayışıyla belirlenen iyi ilişkilerde 2010 yılının sonlarında, İran’ın nükleer enerji çalışmaları nedeniyle Türkiye’nin Brezilya ile birlikte “hayır” oyu kullanması sorun oluşturmuştur.

31 Mayıs 2010 tarihinde İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) organizasyonu yardım gemisine İsrail ordusu tarafından bir saldırısı düzenlenmiş ve biri Amerikan vatandaşı olan dokuz Türk öldürülmüştür, bu da ADB ile sıkıntı yaşanmasına neden olmuştur.

Avrupa Birliği İle İlişkiler

2000-2001 yıllarında üyelik müzakereleri için başlatılan reform süreci, 2002’de AK Partinin iktidara gelmesiyle çok hızlı ilerlemiş ve kısa zamanda Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesi ve müzakerelere başlanması noktasına gelinmiş ve Aralık 2004’teki AB Zirve’sinde Türkiye ile üyelik müzakerelerine 3 Ekim 2005’te başlanmasına karar verilmiştir. Ancak üyelik müzakereleri başlasa da daha başından büyük sorunlarla karşı karşıya kalınmış ve süreç yavaşlamıştır. Sürecin yavaşlamasında sorun AB’nin kendisinden kaynaklanmıştır. AB’nin en önemli iki karar verici ülkesi olan Almanya ve Fransa liderleri Merkel ve Sarkozy tıkanmanın en önemli nedeni olmuştur. Bu iki ülke, süreci yavaşlatmak ve hatta mümkünse Türkiye’yi “ayrıcalıklı ortaklığa” ikna etmek için bütün araç ve imkânları kullanmışlardır.

Türkiye’nin AB politikasında ısrarlı olmaması ve Orta Doğu ve İslam ülkeleri ile yakın ilişkiler içine girmesi, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı bir “eksen kayması” oldu şeklinde yorumlanmaktadır. Ancak bu kaygılarına rağmen, AB’nin Türkiye ile üyelik sürecini ilerletmek için bir çaba da göstermediği, tam üyelik konusunda kesinlikle inandırıcı bir söylem kullanmadığı da açıktır. AB Müktesebatı, AB Hukuk sistemini ifade eder ve dört temel kaynağı vardır. Bunlar Kurucu antlaşmalar, Mevzuat, Adalet Divanı içtihadı ve Uluslararası antlaşmalardır.

Tüm üye devletler, AB Müktesebatı’nı benimsemek ve egemenlik yetkilerinin bir kısmını AB kurumlarına devretmek durumundadır. Bu Müktesebat, Katılım Müzakere Fasıllarında 35 başlık altında sınıflandırılmıştır. Üyelik için bu fasılların açılması, gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra da kapatılması gerekmektedir. Türkiye ile AB müzakere sürecinde 2012 sonuna kadar 13 başlık müzakerelere açılabilmiş ve bu başlıklardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı kapatılmıştır. 2010 yılında sadece bir başlık müzakere sürecine açılmış, 2011 ve 2012 yılında ise hiç başlık açılmamıştır.

Rusya İle İlişkiler

2000’li yılların başında başlayan yakınlaşma süreci, 2007- 2011 döneminde de çevrede meydana gelen olaylarda yaşanan görüş ayrılıklarına rağmen, ekonomik ve siyasi alanda iki ülkenin daha da yakınlaştığı bir dönem olmuştur. Türk-Rus ilişkilerinde, bu dönemde de süreklilik anlayışı devam etmiştir. 2008 sonu başlayan küresel ekonomik krize rağmen dış ticaret miktarı korunmuş nükleer enerji, turizm ve eğitim alanında işbirliği yapılmıştır. Bu dönemde ilk kez Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Türkiye’yi ziyaret etmiştir.

Bu dönemde “komşularla sıfır sorun” ve “maksimum iş birliği” gibi prensiplerin gerçekleştiği ülkelerin başında Rusya gelmektedir. Bu dönemde ilişkiler kurumsallaşmış ve Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin kurulmuştur. 2010 yılında iki ülke arasındaki nükleer enerji santralinin inşasında mutabakata varılmıştır. 2008 yılı Türk-Rus ticaret hacminin rekor kırdığı yıl olmuş, miktar 38 milyar doları bulmuştur.

Türkiye’nin enerji konusunda dışa bağımlı bir ülkedir. Türk ekonomisinin bugün yaşadığı en büyük sorun cari açık sorunudur ve bu sorunun en önemli sebeplerinden biri yapılan enerji ithalatıdır. Türkiye henüz topraklarında kendi ihtiyacını karşılayacak bir kaynak bulamamıştır. Türkiye’nin izlediği politika kendisinin ve yakın bölgesinin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının geçiş güzergâhlarını kendi toprakları üzerinden geçirmektir. Bu politika ile Türkiye hem bir gelir elde edebilmekte hem de stratejik olarak değerini arttırıp bu enerji kaynaklarının güvenli aktarımının gerçekleşmesini sağlamaktadır.

Orta Doğu ve Kafkas coğrafyasına baktığımızda Türkiye’ye duyulan güven enerji kaynaklarının aktarımının Türkiye üzerinden yapılmasında uluslararası desteği de sağlamıştır.

  • Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı
  • Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı
  • Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı
  • Samsun-Ceyhan Petrol Boru Hattı
  • Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı
  • NABUCCO Boru Hattı

Türkiye’nin bu politikası sonucu gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi amaçlanan projelerdir.

Orta Doğu İle İlişkiler

Önceki yıllarda da olduğu gibi 2007-2011 döneminde Orta Doğu ülkeleri ile ilişkilere büyük önem verilmiş ticaret hacmi geçmişle kıyaslanmayacak oranda artmıştır.

Türkiye’nin örgüt içinde aktif rol almak istemesinin bir sonucu da 2005 yılında Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İKÖ Genel Sekreteri seçilmiş ve Türkiye, dış politikasının odak noktalarından birinin İslam dünyası ve Orta Doğu odaklı olduğu mesajını vermiştir. Bu dönemde Arap Baharı ile bu coğrafyadaki diktatöryel rejimlere karşı isyanlar başlatılmış ve Tunus, Mısır, Libya, Yemen gibi ülkelerde iktidarlar devrilmiştir.

Suriye ile İlişkiler

Suriye’nin Soğuk Savaş dönemi Sovyetler Birliği’ne yakın durması, Hatay meselesi, su sorunu ve PKK ile mücadelede Suriye’nin örgütü himayeci tavrı nedeniyle Türkiye-Suriye ilişkileri yıllar boyu gerilim ve karşılıklı güvensizlik içinde geçmiştir. Suriye ile yakın ve yoğun ilişkiler 2000 yılında Hafız Esed’in ölmesinin ardından iktidara gelen oğlu Beşar Esed döneminde başlamış, PKK sorunu büyük ölçüde aşılmış ve özellikle de AK Parti iktidarı döneminde Suriye’ye ile ciddi bir diplomasi ve ekonomik atak başlatılmıştır. 2007 sonrasında çok daha yoğunlaşan ilişkiler “model komşuluk ilişkisi” olarak ifade edilmiştir. Ancak Arap Baharı nedeniyle ilişkiler son bulmuş ve Suriye’de iç savaşın yoğunlaştığı 2012’de tamamen kopmuştur.

İran ile İlişkiler

2007-2011 dönemi için İran ile ilişkilerde en somut ortaya çıkan ilerleme ticari ilişkilerde olmuş ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi çok büyük bir artış göstermiştir. Türkiye ile İran arasındaki dış ticaret hacmi 2008 yılında 10,2 milyar dolara çıkmıştır. Bu oran, on yıl önceki seviyenin 17 katıdır. İkili ilişkilerden ziyade yaşanan küresel kriz yüzünden ise 2009 yılında ulaşılan dış ticaret hacminin toplamı 5,4 milyar dolarda kalmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin İran ile gerçekleştirdiği iş birliklerinden biri de terör konusunda olmuştur. Türkiye’nin İran’ın yürüttüğü nükleer programa ilişkin tutumu en fazla eleştiri alan konulardan birisi olmuştur. Batı devletleri ve İsrail, İran’ın askerî alanda kullanacağı, bölge ve dünya için önemli bir tehdit yaratacağı iddiasında bulunmak nükleer programını durdurmasını istememektedir. İran ise programın barışçıl amaçlarla yürütüldüğünü, bir tehdit olmadığını öne sürmektedir. Türkiye’nin bu noktada tavrı ise her ülkenin barışçıl amaçlarla nükleer program yürütebileceği, bunun İran’ın da hakkı olduğu yönündedir. Türkiye ayrıca İran’a tepki gösteren ülkelere de seslenerek önce kendi ellerinde bulundurdukları nükleer silahları imha etmeleri ve bu tür faaliyetlerde bulunmamaları gerektiğini ifade etmiştir.

Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmelerde de iki ülke ayrı düşmüştür. Suriye konusunda Türkiye, mevcut Esed yönetiminin iktidardan düşürülmesi için çaba harcarken İran ise bu rejimin devamı için Esed yönetimine destek vermektedir. İran, Rusya ile birlikte Suriye’nin en önemli destekçilerindendir.

Irak ile İlişkiler

Su sorunu, otonom Kürt bölgesi, Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta doğan otorite boşluğu sonucu PKK terör örgütünün bölgeye yerleşmesi sonucunda verilen mücadelede güçlüklerin ortaya çıkması, dönem dönem yerel ve merkezî yönetimlerle yaşanan sorunlar Irak ile olan ilişkilerde belirleyici olmuştur. 2007-2011 döneminde Irak ile kurulan ilişkiler ekonomik temelde gelişmiştir. Önceki yıllara kıyasla Irak politikası belirgin olarak değişmiş, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle temas kurulmuş ve ilişkiler geliştirilmiştir. Teröre karşı verilen mücadelede Türkiye, ABD ve Irak ile birlikte PKK’yla mücadelede üçlü mekanizmayı oluşturmuştur.

23 Mart 2009 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül 33 yıl sonra ilk defa bir Türk Cumhurbaşkanı olarak Irak’ı ziyaret etmiştir. Ziyaretin ana gündemini güvenlik ilişkileri, Kerkük’ün geleceği ve ekonomik ilişkiler oluşturmuştur. Geliştirilen ekonomik işbirliği sayesinde 2009 yılına baktığımızda dünyada yaşanan küresel ekonomik krize rağmen Türkiye’nin Irak’a ihracatı %50 oranında artmıştır.

Irak’ın bağımsızlığı, siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün korunması Türkiye için çok önemlidir. Ancak ABD’nin ülkeden çekilmeye başlamasıyla artan şiddet olayları ve İran’ın Irak’ta giderek artan etkisi Türkiye’yi endişeye sevk etmektedir.

İsrail İle İlişkiler

Türk-İsrail ilişkileri, İsrail’in kuruluşundan 2000’li yıllara kadar genel olarak olumlu bir seyir izlemiş, özellikle Soğuk Savaş sonrası başta askerî konular olmak üzere stratejik iş birlikleri gerçekleştirilmiştir. Hatta Türkiye’nin İsrail ile bu kadar olumlu ilişki içinde olması Türkiye’nin İslam dünyasından dışlanmasına bile yol açmıştır. 2000’li yıllardan sonra ise durum değişmiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerden ziyade bölgede, özellikle de Filistin’de yaşanan olaylar ve İsrail’in Gazze’yi ablukaya alması, uluslararası hukuka ve insan haklarına ciddi aykırılıklar AK Parti Hükümeti tarafından çok yoğun ve doğrudan eleştirilmiştir. Türkiye, 2004 yılında Suriye ve İsrail arasındaki gerilimi ortadan kaldırmak için ara buluculuk teklifinde bulunmuş ancak Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e karşı tutumu yüzünden İsrail Başbakanı Ariel Şaron bu teklifi reddetmiştir. Bu döneme kadar Ermeni soykırımı iddialarının kabulüne ilişkin çabalarda her zaman Türkiye’nin yanında yer alan Yahudi lobileri politikalarını değiştirmiş, Ermenilerin 1. Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları trajediyi ilk defa “Soykırım” olarak kabul etmiş ve bunun Amerikan Senatosu’nda kabul edilmesi için çalışmalar yapmıştır. Gazze saldırısı, hem içeriği hem de kullanılan silahlar ve yöntem bakımından Türkiye’nin büyük tepkisini çekmiştir. İsrail yönetimine yönelik yaşanan büyük güven kaybı Türki-ye-İsrail ilişkilerini 2009 yılına girildiğinde belki de tarihinde hiç olmadığı kadar alt seviyeye indirmiştir.

Davos Krizi

29 Ocak 2009 tarihinde Davos’ta düzenlenen “Gazze: Orta Doğu’da Barış Modeli” panelinde Başbakan R.T. Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı’na tepki göstermiş ve toplantıyı terk etmiştir. Tüm dünya önünde ortaya konan bu tepki Türkiye-İsrail ilişkilerinin derin yara almasına neden olmuştur.

Mavi Marmara Operasyonu

Türkiye-İsrail ilişkileri 2010 yılında daha büyük bir krizle karşı karşıya kalmıştır. 2010 yılının Mayıs ayında Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan Mavi Marmara gemisinin İsrail askerlerince saldırıya uğraması ve silahsız sivillerin hayatını kaybetmesi ve yaralanması ilişkilerde büyük bir hasar yaratmıştır. Türkiye yaşanan olay sonrası İsrail ile tüm ilişkilerini en alt düzeye indirmiş, bu ülkeye karşı sert bir tutum izlemeye başlamıştır. Bu dönem itibarıyla Türkiye, Tel Aviv Büyükelçisi’ni merkeze çağırmış ve ilişkileri geçici maslahatgüzar seviyesinde sürdüreceğini açıklamıştır.

Avrasya, Orta Asya ve Kafkaslar İle İlişkiler

Orta Asya ve Kafkaslarla olan ilişkiler eskiden olduğu gibi, yöntem olarak bazı değişiklikler olsa da 2007-2011 döneminde de aynı doğrultuda devam etmiştir. 2009 yılında Dışişleri Bakanı olan A.Davutoğlu”na göre Türkiye’nin Kafkaslar-Hazar-Orta Asya politikası üç temel prensip üzerine kurulmalıdır:

  1. Kuzey Kafkas cumhuriyetlerinin Rusya Federasyonu içerisindeki statülerini kademeli bir şekilde güçlendirerek Hazar-Karadeniz bağlantısının bu cumhuriyetler üzerinden gerçekleşmesini temin etmek.
  2. İran ile ideolojik gerilimlerden gölgelenen ilişkilerin dinamik ve rasyonel bir ekonomik iş birliği çerçevesinde sağlamlaştırarak Rusya’nın Orta-Asya ve Kafkaslar üzerindeki etkisini dengelemek
  3. Orta-Asya ülkeleri arasındaki her türlü iş birliğini teşvik etmek

Davutoğlu bu temel prensiplerin uygulanmasının hayati olduğunu, aksi takdirde Türkiye’nin bu bölgeyi kaybedeceğini ve Rusya’nın Sovyetler’den sonra yeniden bölgenin tek hâkimi olacağını savunmaktadır.

Türkiye’nin bölge ülkelerine yaptığı teknik yardımları koordine etmek amacıyla oluşturulan Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) eğitim, sağlık, ulaştırma ve iyi yönetişim gibi değişik alanlarda bölge ülkelerine mali ve teknik yardım sağlamaktadır. Örneğin 2008 yılında TİKA 100 milyon dolar değerinde olan projeyi finanse etmiş ve tamamlamıştır. Türk şirketleri de milyar doları bulan yatırımlarını bu ülkelere yapmakta, 15 milyar doları geçen oranda müteahhitlik ihalesini üstlenmiş durumdadırlar.

Balkanlar İle İlişkiler

2007-2011 dönemi geçmiş Balkan politikasının devamı şeklindedir. Türkiye bu bölgeye ilişkin gelişmeleri ve politikaları yakından takip etmiş, bölgeyi Osmanlı mirasının getirdiği tarihsel bir derinlik ile değerlendirmektedir.

Davutoğlu’na göre, Türkiye’nin Balkanlarda kısa ve orta dönem dış politikasının iki önemli hedefi olmalıdır. Bunlar, Bosna ve Arnavutluk’un istikrarlı bir yapı içinde güçlendirilmesi ve bölgedeki etnik azınlıklara güvenlik şemsiyesinde bir uluslararası hukuk zemini oluşturulmasıdır. Bölgenin barış, istikrar ve refahına büyük önem veren Türkiye, “Bölgesel sahiplenme” ve “kapsayıcılık” ilkeleri gözeterek Balkan politikasını dört ana eksene ayırmıştır. Bunlar,

  1. Üst düzeyli siyasi diyalog
  2. Herkes için güvenlik
  3. Azami ekonomik entegrasyon
  4. Çok etnikli, çok kültürlü, çok dinli toplum yapısının muhafazası

Bunun için Türkiye tüm Balkan ülkelerinin AB ve NATO ile bütünleşmesine önem vermekte ve desteklemektedir.

Türkiye, 2007-2011 döneminde Balkanlarda, NATO ve AB öncülüğünde yürütülen bölgenin yeniden inşasını amaçlayan uluslararası operasyonları desteklemiş, bu sayede hem ABD ve AB ile ilişkilerini pekiştirmiş hem de Bosna, Kosova ve Makedonya gibi ülkelerdeki müdahalelerde etkisini gösterme fırsatı bulmuştur.

Türkiye, dış politikasına uygun olarak bölge barışını sağlamak, ilişkileri geliştirmek ve merkez ülke rolünün gereğini yerine getirmek için ara buluculuk olmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Bu çaba Türkiye için ayrıca bir tarihsel sorumluluk ve görev olarak da görülmektedir.

Afrika ve Türk Dış Politikası

1990 yılından sonra geçmişe kıyasla anlamlı bir iyileşme sağlanan ilişkilerde 2000’lerin başından itibaren ticaret, diplomasi, eğitim, sosyal alanları kapsayan büyük bir hamle gerçekleşmiştir.

Bu dönemde, Türk siyasetçileri, diplomatlar ve iş adamları yoğun şekilde ziyaretlerde bulunmuştur. Üniversitelerde ve düşünce kuruluşlarında Afrika’ya ilişkin çalışmalar artmıştır. Başbakan Erdoğan’ın Afrika’ya yaptığı ziyaretlerin tarihte bu ülkelere ilk yapılan ziyaretler olduğu düşünülürse geçmişte bölgeye karşı ne kadar ilgisiz bir politika izlendiği anlaşılacaktır. Başbakan Erdoğan, Ekvator’un güneyine inen ilk Türk başbakanıdır.

Afrika, 30 milyon kilometrekareyi aşan yüz ölçümü ve 1 milyara yakın nüfusu ve sahip olduğu doğal kaynaklar dolayısıyla her geçen zaman daha da önemli bir bölge hâline gelmektedir. Türkiye ile Afrika arasında 2000 yılında 742 milyon dolar olan ticaret hacmi 2008 yılında ise 5,7 milyar dolara ulaşmıştır.

Bu dönemindeki gelişmelerden biri 2008 yılında Addis Ababa’daki Afrika Birliği Zirvesi’nde, Türkiye’nin Birliğin stratejik ortağı ilan edilmesi olmuştur. Aynı yıl içinde ve 49 Afrika ülkesiyle birlikte aralarında BM, Afrika Kalkınma Bankası ve Arap Ligi’nin de bulunduğu 11 uluslararası ve bölgesel örgüt temsilcisinin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirilen Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi Türkiye için çok önemli bir prestij olmanın yanında, önemli kazanımları da beraberinde getirmiştir. Ayrıca zirvede, Türkiye-Afrika Odası’nın (TAC) kurulması da kararlaştırılmıştır.

Bölge ile olan ilişkilerde Türkiye’nin dış yardımlarını organize eden TİKA da önemli bir rol oynamaktadır. TİKA, Afrika ülkeleriyle ekonomik, ticari, sosyal ve kültürel iş birliği için faaliyetler yürütmektedir. İlişkilerin ilerlemesine bağlı olarak TİKA bölgedeki ofis sayısını artırmaktadır. TİKA’nın yanı sıra İslam Konferansı Örgütü’nün gerçekleştirdiği sosyal projeler de Türkiye tarafından desteklenmektedir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.