Açıköğretim Ders Notları

Türk Dış Politikası 1 Dersi 7. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Türk Dış Politikası 1 Dersi 7. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

1970-1980 Dönemi Türk Dış Politikası

1970-1980 Dönemi Türk Dış Politikası

1970’li yıllar, dünyanın askerî, siyasal ve iktisadi bakımdan karmakarışık olduğu bir dönemdi. NATO üyesi olarak Batı Bloku’nun içinde yer alan Türkiye özellikle Kıbrıs sorunu nedeniyle ön plana çıkmakta ve yeni politikalar üretme gayretindeydi. Bu çerçevede Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin bir bütün olarak siyasi, askerî ve ekonomik açıdan politikalarını yeniden gözden geçirmesinde önceliklerini belirlemesinde en belirleyici unsur olmuştur. 1945 yılından itibaren ABD ile gelişen ilişkiler, 1970’lere gelindiğinde Türkiye açısından bağımlılık hâline dönüşmüştü. İki örnek, bu tek yönlü politikanın sonuçlarını göstermek açısından önemlidir.

Bunlardan ilki Haşhaş sorunudur. Nixon iktidarı Türkiye’deki haşhaş üretiminin ABD’deki uyuşturucu sorununun temel nedenlerinden biri olduğunu iddia etmiştir. ABD, Türkiye’deki haşhaş üretiminin tamamen sonlandırılmasını istemiştir ancak dönemin Demirel hükûmeti buna yanaşmamıştır. Bu durum, ABD Kongresi’nde Türkiye’ye karşı çeşitli yaptırımlar için görüşmeler başlamıştır. Ancak 12 Mart 1971 tarihinde Türkiye’de askerî müdahalenin ardından iktidara gelen Nihat Erim Hükûmeti, ABD’nin yasak kararı verilmesi takdirde taahhüt ettiği 30 milyon dolar karşılığında haşhaş üretimini yasaklamayı kabul etmiştir. Bu durum Türkiye’de yaklaşık 100.000 köylü ailesinin büyük ekonomik zarar görmesine neden olmuştur. 1973 tarihinde Ecevit liderliğinde iktidara gelen CHP-MSP koalisyonu haşhaş üretimini tekrar serbest bırakmıştır. Alınan bu karar, ABD tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştır ve bu kapsamda Türkiye’ye bir ambargo uygulanma ihtimali ortaya çıkmıştır.

İkinci örnek ise 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ABD’nin Türkiye’ye karşı tutumudur. Bu harekât, ABD’nin silah ambargosu uygulamasına neden olmuştur. 1973 yılında yaşanan Arap-İsrail Savaşı sonrası artan petrol fiyatları ve Batı ülkelerinde sanayi mallarındaki fiyatların yükselmesi nedeniyle Türkiye ekonomik açıdan büyük bir darboğaza girmiştir.

Bu nedenlerden dolayı, Türkiye gerek Sovyetler Birliği ile gerek bağlantısızlar ile ilişkilerini daha da geliştirmeye çalışmıştır. 1974 yılında yeniden başlayan Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasında en belirleyici unsur olmuştur.

Başlangıcından Müdahaleye Kıbrıs Sorunu

93 Harbi’nde Kıbrıs, İngilizler tarafından işgal edilmiştir ve 1950’lerin sonlarına kadar Kıbrıs, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası gündeminde önemli bir yer tutmamıştır. Ancak, 1950 yılında Başpiskopos II. Makarios öncülüğünde Rumlar, tehdit ve hatta etnik temizlik yolu ile İngiliz ve Türkleri adadan kaçırma şeklinde bir stratejiye yönelmiş ancak bu strateji 1974 Müdahalesini getirmiştir. 1955 yılında kurulan ve Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar geçen sürede Kıbrıs’ta faaliyet göstermiş olan aşırı sağcı Rum örgüt, “Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Örgütü” (EOKA) Kıbrıs’taki kilise önderliğinde kurulan silahlı örgüttür. Amacı Enosis ’i gerçekleştirmek olan örgüt, İngilizlerin adadan çekilmesi sonrasında bu kez de Türk toplumuna karşı saldırlar düzenlemiştir. EOKA saldırılarına karşı, 1957’de Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Kemal Tanrısevdi öncülüğünde Türkler tarafından Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulmuştur. Rumların enosis, Türklerin ise taksim isteklerinin bulunduğu bu dönemde İngilizler adanın kontrolünü sağlamakta zorlanmıştır. Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin ana gündem maddelerinden biri hâline gelmesi de esas itibarıyla İngilizlerin adadan ayrılıp burayı Rum ve Türklere bırakması fikriyle başlamıştır. Rum Yönetiminin Kıbrıs Anayasasındaki hükümlere rağmen Türk tarafının varlığını ve haklarını görmezden gelmeye devam etmesi ve Enosis amacını dile getirmekten ve gerçekleştirmeye çalışmaktan vazgeçmemesi, gerginliği daha da artırmıştır. Gün geçtikçe EOKA militanlarınca tüm adada Türklere kaşı silahlı saldırılar artmıştır. Türkiye, bunun üzerine Yunanistan ve İngiltere’ye ortak bir müdahale önerisinde bulunmuştur. Ancak bu öneri kabul edilmemiştir. ABD, Türkiye’nin adaya müdahalesine şiddetle karşı çıkmış, böyle bir durumda ABD silahlarının kullanılmasına asla izin verilmeyeceğini, hatta böyle bir çatışmaya SSCB’nin müdahil olması ve Türkiye’ye saldırması hâlinde Türkiye’ye destek verilmesi konusunda da tereddütler olacağını Johnson Mektubu ile açıkça dile getirmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin adaya askerî bir müdahalede bulun(a)mamasının temel nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Olası müdahalenin Türk ordusundaki lojistik yetersizlikler yüzünden başarısızlığa uğraması ve sonrasında bunun telafisinin mümkün olmayacak sonuçlar doğurması endişesi;
  • Müdahalenin NATO müttefiki olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaşa dönüşme olasılığı;
  • ABD’nin bu tür bir askerî müdahaleye kesin olarak karşı olması ve ABD’deki Rum lobilerinin Türkiye karşıtı etkin faaliyetleri;
  • Sovyetlerin Rum yanlısı tutumu ve Makarios’u tüm adanın temsilcisi olarak görmeleri sebebiyle olası bir müdahalede Sovyetlerin de müdahalede bulunması endişesi.

Süreç içinde, BM tarafından Kıbrıs için ara bulucular görevlendirilmişse de 1964 yılına gelindiğinde çözüm arayışları sonuçsuz kalmış, Rumların şiddet politikası artmış, Türk tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti devlet organlarından çekilmek zorunda kalmıştır. Türkiye, diplomatik çözümler için kapıyı aralık bıraksa da gerekli adımlar atılmazsa adaya müdahale alternatifini de kenarda tutuğunu belli etmişti. Yunanistan da kendi içinde bir siyasi kriz yaşamaktaydı. Yunanistan’da Başbakan Georgios Papandreou 1965 tarihinde istifa etmiş ve bir hükümet bunalımı oluşmuştu. Çoğunluğu albaylardan oluşan askerler 21 Nisan 1967 tarihinde yönetime el koydu. Yönetimde olan Albaylar Cunta’sına karşı yapılan uluslararası baskıların da etkisiyle 1967 yılında Türkiye ve Yunanistan nihayetinde anlaşma sağlamış ve Türkiye’nin taleplerinin birçoğu Yunanistan tarafından kabul edilmiştir. Böylece adadaki Yunan birlikleri çekilmiş ve kriz geçici de olsa diplomasi yoluyla atlatılmıştır. Ancak bu geçici çözüm, Yunanistan’daki askerî iktidarın özellikle 1970’lerden itibaren Kıbrıs’a ilişkin yayılmacı politikasını arttırması ve sonrasında adada gerçekleştirdiği darbe ile bu politikasını fiiliyata dökmesi sonucu Türkiye’nin 1974 yılında adaya müdahalesiyle sonuçlanmıştır.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı

1970’lere gelindiğinde Yunanistan’daki Cunta Hükümeti’nin adadaki etkisi iyice artmış ve Makarios ile Cunta yönetimi arasındaki gerilim üst seviyeye çıkmıştır. NATO’nun bir parçası olmayacak bir Kıbrıs isteyen Makarios, ne ABD’nin ne de Cunta yönetiminin hoşuna gidiyordu. Sonunda Cunta yönetimi, adada desteklediği EOKA-B örgütü vasıtasıyla gerçekleşen bir darbe ile 15 Temmuz 1974 tarihinde Makarios’u devirip yerine Nikos Sampson ’un getirilmesini sağlamıştır. Kurulan yeni yönetim ilk olarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” kurulduğunu ilan etmiştir. Yunanistan’ın adaya bu müdahalesi ABD tarafında çok olumsuz bir tepki yaratmamıştır. İngiltere ise duruma müdahale etmemekle beraber adadaki darbe sonrası yeni hükümeti tanımadığını ve Yunanistan’ı kınadığını belirtmiştir. Sovyetler Birliği ile diğer komünist ülkeler ve Bağlantısızlar ise darbeye karşı sert bir tutum izlemiş ve Makarios hükümeti dışında bir hükümeti tanımayacağını açıklamıştır. Kıbrıs’ta gerçekleşen darbe Türkiye halkı tarafından büyük tepki ile karşılandı. İktidardaki Bülent Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonu öncelikle İngiltere’ye garantör olarak adaya birlikte müdahale etme teklifinde bulunuldu ancak İngiltere bunu kabul etmedi.

Ne İngiltere ne de ABD, Türkiye’nin adaya müdahalesini istiyordu. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sisco Ecevit ile yaptığı görüşmede olası bir müdahalenin Türk-Yunan savaşına neden olacağını, Türkiye ile ABD’nin ilişkilerinin olumsuz etkileneceğini ve ayrıca bir müdahale yapıldığı takdirde ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardımları durdurabileceğini belirtmiştir. Ecevit ise müdahaleyi ertelemek için Sampson ve darbeci Yunan subaylarının adadan ayrılmasını, Türkiye’nin de adadaki Yunan asker sayısına denk asker göndermesi gerektiğini, Kıbrıs Türklerine sahilde bir bölgenin denetiminin verilmesini ve iki toplum arasında federal bir hükümet sistemi oluşturma müzakerelerinin başlatılmasını istemiştir. Ancak Sisco’nun Yunan Cuntası’na ilettiği bu talepler kabul edilmemiştir. Türkiye, Kıbrıs Anayasası içinde kendisine verilmiş “garantör ülke” hakkına referans vererek adaya müdahale kararı almıştır ve 20 Temmuz 1974’te adaya müdahalede bulunmuştur. “Kıbrıs Barış Harekâtı” adı verilen bu müdahale çerçevesinde adaya çıkarma yapan Türkiye, iki gün süren birinci harekâtta adanın %7’sine hakim olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kıbrıs’taki tehlikeli gidişata son vermek için 22 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karar ile taraflara ateşkes çağrısında bulunulmuş ve çağrı savaşan taraflarca kabul edilmiştir. Ateşkesin hemen ardından 25 Temmuz 1975 tarihinde başlayan I. Cenevre Konferansı ’nda Türkiye’nin müdahalesi genel bir kabul görmüş ve birçok isteği kabul edilmiştir. 8 Ağustos 1974 tarihinde tarafların tekrar bir araya gelmesi öngörülmüştür. Ancak II. Cenevre Konferansı olarak adlandırılan bu süreçte Rum ve Yunan tarafı daha önce kabul ettiği şartlara uymamış, adada işgal ve kuşatmalara devam etmiştir. 14 Ağustos 1974 tarihinde harekâtın ikinci evresini başlatmıştır. Türk tarafı 3 gün süren ikinci harekât sonucunda adanın yaklaşık %37’sini kontrol altına almış ve yine Birleşmiş Milletlerin çağrısıyla ateşkes ilan edilmiştir. İkinci harekâtı gerçekleştiren Türkiye’ye karşı uluslararası tepkiler çok sert olmuştur. Türkiye’nin birinci harekâtı nispeten “meşru” bulunurken ikinci harekât bir “işgal” olarak değerlendirilmiştir. II. Barış Harekâtının bir başka önemli sonucu ise Yunanistan’ın NATO’nun tutumunu eleştirerek NATO’nun askerî kanadından ayrılma kararı olmuştur. Soğuk Savaş koşullarında özellikle ABD’de ciddi rahatsızlık yaratan Yunanistan’ın bu kararının telafisi için sonraki yıllarda Türkiye üzerine yoğun baskı kurulmuştur. Türkiye üzerine kurulan yoğun baskı, 12 Eylül 1980 askerî Darbesinin hemen ardından, “Rogers Planı” olarak da bilinen girişimle Türkiye’de darbe ile yönetimi ele geçirmiş olan askerî Yönetimin ikna edilmesi neticesinde sonuca ulaşmıştır. Türk tarafı Rum kesiminde kurulan ve Türkleri dışlayan hükümetin Kıbrıs’ı temsil etmediğini ileri sürerek bu yönetimin kararlarını tanımayacağını açıklamıştır. Türk tarafına göre, bir Kıbrıs ulusu ve bunun içinde bulunan bir Türk azınlığı yoktur. Adada iki “farklı” ve “eşit” ulus vardır ve bu ulusların “kendi kaderlerini tayin hakkı” vardır. Bu bağlamda Türk tarafı, iki kesimin ancak gevşek ve âdem-i merkeziyetçi bir federasyonla bir çözüme razı olacağını belirtmiş, bu talebini de Türk tarafının güvenliğini garanti altına almak olarak gerekçelendirmiştir. 1974 sonrası Yunanistan ve Rum Yönetimi’nin girişimleriyle Kıbrıs meselesi defalarca BM’nin gündemine gelmiştir.

Konuya ilişkin yapılan görüşme ve oylamalarda Türkiye genelde yalnız kalmış ve uluslararası alanda başka ülkelerden beklediği desteği bulamamıştır. Bunu, Türkiye’nin etkin bir dış siyaset güdememiş olmasına ve tezlerini yeterince iyi anlatamamış olmasına bağlamak da yanlış olmayacaktır. Rum tarafının tüm Kıbrıs’ın temsilcisi olarak BM içinde Yunanistan ile birlikte yer alması da Türkiye karşısında önemli bir avantaj olmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri Ambargosu ve Dönemin Dış Politikası

ABD Senatosu Üyeleri, Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci müdahalesini bütünüyle gayrimeşru olarak gördüklerini belirtmişlerdir. ABD Yönetimi için ise Türkiye’nin Soğuk Savaş’tan kaynaklanan jeostratejik önemi ön plandaydı ve ambargo uygulanması Türkiye’nin kaybedilmesine yol açacak ciddi bir risk doğurabilirdi. Ancak, gerek ABD Başkanı Gerald Ford ’un gerekse Kissenger’ın çabaları sonuç vermemiş ve ambargo kararı Senato ve Temsilciler Meclisi’nden geçmiştir. Silah ambargosu 26 Eylül 1978’de Jimmy Carter’in yoğun çabaları ile kaldırılabilmiş, ancak Türk Dış Politikasında özellikle ABD’nin yeri konusunda önemli bir değişim yaşanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri tarafından alınan ambargo kararında ülkedeki Rum lobilerinin de büyük etkisi olmuştur. Bu örgütlerin yanında Yunan Ortodoks Kilisesi ve Kongre’deki Rum kökenli temsilciler de ambargo kararı alınması doğrultusunda çaba harcamıştır. Ambargo kararının alınmasında ortaya konan yasal mazeret ise ABD’deki 1961 tarihli Dış Yardım Kanunu ve 1968 tarihli Dış askerî Satış Kanunu’dur. Ambargo kararının Senato’da onaylanması sonrasında Türkiye’nin tepkisi gecikmemiştir. Türkiye, öncelikle NATO ile olan ilişkilerin tekrar gözden geçirileceğini ve ABD ile olan savunma anlaşmalarına ilişkin görüşmelerin artık bir anlamının olmadığı belirtmiştir. Ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulduğu ilan edilmiştir. Devlet başkanı olarak Rauf Denktaş seçilmiştir. Uygulanan ambargo kararı Türkiye üzerinde istenilen etkiyi göstermemiş, Kıbrıs konusunda da istenilen sonuçları doğurmamış, aksine Türkiye’nin ABD’ye karşı güvensiz ve mesafeli bir duruş sergilemesine neden olmuştur. Bu yüzden dönemin ABD Başkanı C. Carter’ın çabalarıyla 1978 yılında ambargo kaldırılmıştır. Ancak Türkiye bu olaydan önemli dersler çıkarmış, ordunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için öz kaynaklara yönelme kararı almış, bu doğrultuda savunma sanayisine yönelik yatırımlar yapmıştır. Ayrıca Bağlantısızlar ile ortak yatırım programları geliştirilmiş, Sovyetler Birliği ile “İyi Komşuluk ve Dostluk Prensiplerine Dayalı İşbirliği Anlaşması” imzalanmış, başta İsrail olmak üzere silah üretimi, modernizasyonu ve teknolojisi konusunda anlaşmalar yapılmıştır. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) içinde daha aktif yer alınmaya başlanmış, Filistin Kurtuluş Örgütü’ nün (FKÖ) varlığı tanınmıştır.

Ambargo Sonrası Türk-ABD İlişkileri

Ambargonun kaldırılmasından sonra Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkilerde belirgin bir iyileşme olmuştur. Ancak, Türkiye’nin ambargo döneminde başlattığı çok yönlü dış politika anlayışı devam etmiştir. Sovyetlere karşı Türkiye’nin NATO’da bulundurduğu büyük askerî gücü, sahip olduğu jeopolitik konum ve ABD’nin ülkedeki üs ve tesislerin varlığı ile olası bir Sovyet saldırısında Orta Doğu petrollerinin korunmasında, Akdeniz’in savunulmasında, Varşova Paktı üyesi Balkan ülkelerine karşı oluşturulacak cephelere karşı Türkiye’nin önemi artıyordu. Ayrıca, ABD-Batı düşmanı İslami rejim karşısında yer alan Türkiye’nin Orta Doğu’daki konumu da ABD için artık daha değerliydi. Türkiye için 70’li yıllar özellikle iç politika bakımından oldukça sıkıntılı geçmiştir. Bu dönemde Türkiye pek çok siyasal ve ekonomik sorunla karşı karşıyadır. Ambargo sonrası soğuyan ABD-Türkiye ilişkilerini yumuşatmak ve Türkiye’nin gerek Sovyetler gerekse İran karşısındaki stratejik önemi, ABD’nin Türkiye’ye yardım etmesinde etkili olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’ye 1980 yılı içinde 202 milyon dolarlık askerî, 98 milyon dolarlık ekonomik kredi ve yardım önerisinde bulunulmuş ve Carter yönetimi, 29 Mart 1980 yılında Türkiye ile “Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması” (SEIA) imzalamıştır.

1974-1980 Arasında Türkiye’nin Bileteral ve Bölgesel İlişkileri

Türkiye-İngiltere İlişkileri

1970’li yıllarda İngiltere ile Türkiye arasındaki ilişkilerin Kıbrıs ekseninde geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak İngiltere’nin ne garantör bir ülke olarak çok aktif bir rol üstlendiğini ne de adadaki anayasa ve mevcut anlaşmalara aykırı olarak gerçekleştirilen ihlallere ve Türk tarafına karşı uygulanan şiddet ve baskıya karşı somut adımlar attığını söylemek mümkündür. Burada İngiltere’nin adadaki üslerinin varlığını ve mevcut statüsünü koruma düşüncesiyle çoğunluğu oluşturan tarafta olmayı yeğlediği söylenebilir.

İngiltere’nin Yunan tarafına bu yakınlığına rağmen, Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu uluslararası platforma taşıma girişimlerine ise karşı çıkmıştır. İngiltere, I. ve II. Cenevre Konferanslarının düzenlenmesi için çaba harcayan ülkelerin başında gelmiştir. 1975 yılında Türk tarafı, Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurduğunu açıkladığında İngiltere, Kıbrıs Rum Yönetimi’ni adanın tek meşru temsilcisi olarak gördüğünü belirtmiştir.

Türkiye-Avrupa İlişkileri

Bilindiği üzere 1968’de Yunanistan’da darbe ile yönetimi ele geçiren Cunta yönetimi ile Batı Avrupa ülkeleri ve AET’nin bu ülke ile ilişkileri minimum seviyeye indirilirken Türkiye ile olan ilişkiler daha iyi bir seviyeye yükselmişti. Bunun en önemli göstergelerinden birisi Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile 1971 yılında imzaladığı ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ’ün yapılmasıdır. 31 Aralık 1995 itibari ile Gümrük Birliği gerçekleşmiştir. Türkiye’deki ekonomik ve siyasi istikrarsızlık artmış, Avrupa’yı da etkileyen petrol krizi iki tarafın taahhütlerini yerine getirmesinde güçlükler yaşanmasına neden olmuştur ve taraflar arasında ilişkiler arzulanan şekilde gelişememiştir. 1978 yılında iktidardaki Ecevit Hükümeti, yaşanan mali-ekonomik krizden çıkış için de katkıda bulunacağı umuduyla AET konusunda son derece önemli bir karar almış ve Toplulukla olan ilişkilerini durdurmuştur. Açıkçası Türkiye’nin kararı, AET için oldukça rahatlatıcı olmuş, zaten son dönemde son derece endişe ettiği Türkiye’nin üyeliği, daha da önemlisi “serbest dolaşım hakkı” konusu hem de Türkiye’nin talebi ile gündemden çıkmıştı. Batı Avrupa ile ekonomik ve siyasi entegrasyonu önemseyen Adalet Partisi 1979’da iktidara geldiğinde Başbakan S. Demirel Hükümeti ülkede yaşanan hem ekonomik hem de siyasi kriz sürecinde Batı’nın desteği için arayışlara başlamıştı. 12 Eylül 1980 askerî darbesi ile bu hazırlıklar sonuçsuz kalmıştır.

Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri

1970’lerde Sovyetler Birliği ile ilişkiler Kıbrıs sorunuyla bağlantılı gelişmiştir. Sovyetler 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin başlarında Rum tarafını destekler bir politika gütmüştür. Ancak, Yunanistan’daki Cunta’nın Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği darbenin ardından Sovyetler, adanın Yunanistan’a bağlanma ihtimali üzerine, Türkiye’nin adaya müdahalesine karşı çok sert bir tavır almamış olsa da Sovyetlerin bu süreçte bağımsız ve Makarios yönetiminde bir Kıbrıs’tan yana olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’ye uygulanan ABD ambargosu, yeni bir durum yaratmış ve Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkilerinin canlanmasında etkili olmuştur. ABD silah ambargosunun kaldırılması ve Sovyetlerin Afganistan işgali, II. Milliyetçi Cephe Hükümeti ’nin (AP, MSP, MHP) politikalarına da yansımış, Sovyetlerle ilişkiler yeniden duraklamıştır. 12 Eylül 1980 askerî darbesi ise Sovyetlerle olan ilişkilerin iyice gerilemesine sebep olmuştur.

Türkiye-Ortadoğu, Afrika ve Asya İle İlişkileri

1964 Kıbrıs krizi sırasında yaşanan Johnson Mektubu olayı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uygulanan Amerikan Ambargosu ve Petrol Krizi sürecinde Türkiye, Arap dünyası ile ilişkilerini daha da geliştirmeye çalışmıştır. BM’de yapılan oylama ve görüşmelerde de Arap yanlısı bir politikayı benimsemiştir. Ayrıca, Arap ülkelerine ilaç ve gıda yardımında da bulunmuştur. Daha önce ihtiyatla yaklaştığı İslam Konferansı Örgütü ile yakın temasa geçmiş, İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanlığı Konferansı ’nın İstanbul’da yapılmasını sağlanmıştır.

İsrail meselesinde Arap tarafını destekleyen Türkiye, Orta Doğu politikasında iki ilkeyi takip etmeye çalışmıştır. Bunlardan birincisi , Arapların kendi aralarındaki çekişmelerde taraf olmamak, ikincisi ise İsrail ile olan ilişkilerini tamamen sonlandırmamaktır. Yine, 1975 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ’nü (FKÖ) Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak tanıyan Türkiye, bu örgütün “maslahatgüzarlık” seviyesinde temsiline 1979 yılında izin vermiştir. 1960’lı yıllardan beri İran bölgede lider rol üstlenmek için rakip gördüğü Irak ile mücadele hâlindeydi. Hatta İran Şahı, Irak’ı zor durumda bırakmak için Kuzey Irak’taki Kürtleri desteklemekteydi.

Ancak bu, Irak kadar Türkiye’yi de rahatsız etmekteydi. Bu sorun ancak 1975 yılındaki İran-Irak arasındaki Cezayir Anlaşmasıyla biraz olsun giderilmiş, ülkeler arasında geçici de olsa bir rahatlama sağlanmıştır. İran’da yaşanan devrim sonrası, Humeyni’nin başa gelmesiyle Türkiye-İran ilişkileri yeni bir şekil almıştır. Kasım 1979’da Tahran’daki ABD elçiliği basılıp 66 ABD vatandaşı rehin alındığında ABD, İran ile tüm ilişkilerini kesmiş ve müttefiklerinden bu ülkeye ambargo uygulamasını istemiştir. Dönemin Ecevit Hükümeti ise birçok ülkenin uyguladığı bu ambargoya İran’ın komşumuz olması ve ekonomik kaybın çok yüksek olacağı gerekçeleri ile katılmamıştır. Bu arada Irak ile olan ilişkiler ise 1979 yılında Irak’ta iktidarı ele geçiren Saddam Hüseyin’in ülkesindeki iktidarını güçlendirmek için Kuzey Irak’taki Türkmenlere baskı uygulamaya başlamasıyla gerilmiştir. Bu gerginlik İran-Irak savaşı başlayana kadar devam etmiştir. Ancak Türkiye, Kıbrıs konusunda Arap dünyasından istediği desteği hiçbir zaman bulamamıştır. NATO üyesi olarak Türkiye genelde Bağlantısız ülkelerle karşı karşıya gelmiştir. Sovyetler ve Bağlantısızların ise daha çok birlikte hareket ettikleri görülmektedir.

Ege Sorunu

Ege sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs ile birlikte ilişkilerdeki en büyük iki temel sorundan biri olmuş ve hala kesin bir çözüme kavuşturulamamıştır.

Konunun ciddi bir krize dönüşmesi ise Kıbrıs sorununa da paralel olarak 60’lı ve 70’li yıllarda gerçekleşmiştir. 1936 yılına kadar Ege’de 3 mil olarak kabul edilen kara suları sınırı o yıl Yunanistan tarafından tek taraflı olarak 6 mile çıkarılmıştır. Türkiye’nin, 15 Mayıs 1964 tarihinde kendisinin de Ege’deki karasuları sınırını 6 mile çıkardığını açıklaması, Kıbrıs sorununun yarattığı gerginlik çerçevesinde olmuştur. Yunanistan’ın buna karşılığı ise 1964 ve sonrasında silahtan arındırılmış olması gereken Ege’deki adalarını silahlandırmak şeklinde olmuştur. Ege sorunu üç temel sebebe dayanmaktadır. Bunlar, “kıta sahanlığı”, “ŞR hattı” ve Ege adalarının silahlandırılmasıdır. Ege’de 20 Temmuz 1975’te NATO’dan bağımsız Dördüncü Ordu (Ege Ordusu) adında bir ordu kurmuştur. Yüz binin üzerinde askerîn yer aldığı ve Yunanistan’ı son derece endişelendiren Ege Ordusu Türkiye’nin NATO kapsama alanı dışındaki tek ordusudur. Türkiye, 1990’lı yıllarda yaşanan bazı gerginlikler sonrasında da kara sularındaki tutumunu daha da sertleştirmiş ve 8 Haziran 1995’te aldığı bir kararla Yunanistan’ı n kara sularını Şili olarak 12 mile çıkarması karşısında bunu bir casus belli (savaş nedeni) sayacağını açıklamıştır.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sadece kırk gün sonra 20 Ekim 1980’de Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne izin vermiştir. Türkiye, 22 Şubat 1980’de, Yunanistan 23 Şubat 1980’de daha önce yayımladıkları NOTAM’ları karşılıklı kaldırmış ve Ege Deniz’i tekrar sivil havacılığa açılmıştır.

1970-1980 Dönemi Türk Dış Politikası

1970’li yıllar, dünyanın askerî, siyasal ve iktisadi bakımdan karmakarışık olduğu bir dönemdi. NATO üyesi olarak Batı Bloku’nun içinde yer alan Türkiye özellikle Kıbrıs sorunu nedeniyle ön plana çıkmakta ve yeni politikalar üretme gayretindeydi. Bu çerçevede Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin bir bütün olarak siyasi, askerî ve ekonomik açıdan politikalarını yeniden gözden geçirmesinde önceliklerini belirlemesinde en belirleyici unsur olmuştur. 1945 yılından itibaren ABD ile gelişen ilişkiler, 1970’lere gelindiğinde Türkiye açısından bağımlılık hâline dönüşmüştü. İki örnek, bu tek yönlü politikanın sonuçlarını göstermek açısından önemlidir.

Bunlardan ilki Haşhaş sorunudur. Nixon iktidarı Türkiye’deki haşhaş üretiminin ABD’deki uyuşturucu sorununun temel nedenlerinden biri olduğunu iddia etmiştir. ABD, Türkiye’deki haşhaş üretiminin tamamen sonlandırılmasını istemiştir ancak dönemin Demirel hükûmeti buna yanaşmamıştır. Bu durum, ABD Kongresi’nde Türkiye’ye karşı çeşitli yaptırımlar için görüşmeler başlamıştır. Ancak 12 Mart 1971 tarihinde Türkiye’de askerî müdahalenin ardından iktidara gelen Nihat Erim Hükûmeti, ABD’nin yasak kararı verilmesi takdirde taahhüt ettiği 30 milyon dolar karşılığında haşhaş üretimini yasaklamayı kabul etmiştir. Bu durum Türkiye’de yaklaşık 100.000 köylü ailesinin büyük ekonomik zarar görmesine neden olmuştur. 1973 tarihinde Ecevit liderliğinde iktidara gelen CHP-MSP koalisyonu haşhaş üretimini tekrar serbest bırakmıştır. Alınan bu karar, ABD tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştır ve bu kapsamda Türkiye’ye bir ambargo uygulanma ihtimali ortaya çıkmıştır.

İkinci örnek ise 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ABD’nin Türkiye’ye karşı tutumudur. Bu harekât, ABD’nin silah ambargosu uygulamasına neden olmuştur. 1973 yılında yaşanan Arap-İsrail Savaşı sonrası artan petrol fiyatları ve Batı ülkelerinde sanayi mallarındaki fiyatların yükselmesi nedeniyle Türkiye ekonomik açıdan büyük bir darboğaza girmiştir.

Bu nedenlerden dolayı, Türkiye gerek Sovyetler Birliği ile gerek bağlantısızlar ile ilişkilerini daha da geliştirmeye çalışmıştır. 1974 yılında yeniden başlayan Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasında en belirleyici unsur olmuştur.

Başlangıcından Müdahaleye Kıbrıs Sorunu

93 Harbi’nde Kıbrıs, İngilizler tarafından işgal edilmiştir ve 1950’lerin sonlarına kadar Kıbrıs, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası gündeminde önemli bir yer tutmamıştır. Ancak, 1950 yılında Başpiskopos II. Makarios öncülüğünde Rumlar, tehdit ve hatta etnik temizlik yolu ile İngiliz ve Türkleri adadan kaçırma şeklinde bir stratejiye yönelmiş ancak bu strateji 1974 Müdahalesini getirmiştir. 1955 yılında kurulan ve Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar geçen sürede Kıbrıs’ta faaliyet göstermiş olan aşırı sağcı Rum örgüt, “Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Örgütü” (EOKA) Kıbrıs’taki kilise önderliğinde kurulan silahlı örgüttür. Amacı Enosis ’i gerçekleştirmek olan örgüt, İngilizlerin adadan çekilmesi sonrasında bu kez de Türk toplumuna karşı saldırlar düzenlemiştir. EOKA saldırılarına karşı, 1957’de Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Kemal Tanrısevdi öncülüğünde Türkler tarafından Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulmuştur. Rumların enosis, Türklerin ise taksim isteklerinin bulunduğu bu dönemde İngilizler adanın kontrolünü sağlamakta zorlanmıştır. Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin ana gündem maddelerinden biri hâline gelmesi de esas itibarıyla İngilizlerin adadan ayrılıp burayı Rum ve Türklere bırakması fikriyle başlamıştır. Rum Yönetiminin Kıbrıs Anayasasındaki hükümlere rağmen Türk tarafının varlığını ve haklarını görmezden gelmeye devam etmesi ve Enosis amacını dile getirmekten ve gerçekleştirmeye çalışmaktan vazgeçmemesi, gerginliği daha da artırmıştır. Gün geçtikçe EOKA militanlarınca tüm adada Türklere kaşı silahlı saldırılar artmıştır. Türkiye, bunun üzerine Yunanistan ve İngiltere’ye ortak bir müdahale önerisinde bulunmuştur. Ancak bu öneri kabul edilmemiştir. ABD, Türkiye’nin adaya müdahalesine şiddetle karşı çıkmış, böyle bir durumda ABD silahlarının kullanılmasına asla izin verilmeyeceğini, hatta böyle bir çatışmaya SSCB’nin müdahil olması ve Türkiye’ye saldırması hâlinde Türkiye’ye destek verilmesi konusunda da tereddütler olacağını Johnson Mektubu ile açıkça dile getirmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin adaya askerî bir müdahalede bulun(a)mamasının temel nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Olası müdahalenin Türk ordusundaki lojistik yetersizlikler yüzünden başarısızlığa uğraması ve sonrasında bunun telafisinin mümkün olmayacak sonuçlar doğurması endişesi;
  • Müdahalenin NATO müttefiki olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaşa dönüşme olasılığı;
  • ABD’nin bu tür bir askerî müdahaleye kesin olarak karşı olması ve ABD’deki Rum lobilerinin Türkiye karşıtı etkin faaliyetleri;
  • Sovyetlerin Rum yanlısı tutumu ve Makarios’u tüm adanın temsilcisi olarak görmeleri sebebiyle olası bir müdahalede Sovyetlerin de müdahalede bulunması endişesi.

Süreç içinde, BM tarafından Kıbrıs için ara bulucular görevlendirilmişse de 1964 yılına gelindiğinde çözüm arayışları sonuçsuz kalmış, Rumların şiddet politikası artmış, Türk tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti devlet organlarından çekilmek zorunda kalmıştır. Türkiye, diplomatik çözümler için kapıyı aralık bıraksa da gerekli adımlar atılmazsa adaya müdahale alternatifini de kenarda tutuğunu belli etmişti. Yunanistan da kendi içinde bir siyasi kriz yaşamaktaydı. Yunanistan’da Başbakan Georgios Papandreou 1965 tarihinde istifa etmiş ve bir hükümet bunalımı oluşmuştu. Çoğunluğu albaylardan oluşan askerler 21 Nisan 1967 tarihinde yönetime el koydu. Yönetimde olan Albaylar Cunta’sına karşı yapılan uluslararası baskıların da etkisiyle 1967 yılında Türkiye ve Yunanistan nihayetinde anlaşma sağlamış ve Türkiye’nin taleplerinin birçoğu Yunanistan tarafından kabul edilmiştir. Böylece adadaki Yunan birlikleri çekilmiş ve kriz geçici de olsa diplomasi yoluyla atlatılmıştır. Ancak bu geçici çözüm, Yunanistan’daki askerî iktidarın özellikle 1970’lerden itibaren Kıbrıs’a ilişkin yayılmacı politikasını arttırması ve sonrasında adada gerçekleştirdiği darbe ile bu politikasını fiiliyata dökmesi sonucu Türkiye’nin 1974 yılında adaya müdahalesiyle sonuçlanmıştır.

1974 Kıbrıs Barış Harekatı

1970’lere gelindiğinde Yunanistan’daki Cunta Hükümeti’nin adadaki etkisi iyice artmış ve Makarios ile Cunta yönetimi arasındaki gerilim üst seviyeye çıkmıştır. NATO’nun bir parçası olmayacak bir Kıbrıs isteyen Makarios, ne ABD’nin ne de Cunta yönetiminin hoşuna gidiyordu. Sonunda Cunta yönetimi, adada desteklediği EOKA-B örgütü vasıtasıyla gerçekleşen bir darbe ile 15 Temmuz 1974 tarihinde Makarios’u devirip yerine Nikos Sampson ’un getirilmesini sağlamıştır. Kurulan yeni yönetim ilk olarak “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” kurulduğunu ilan etmiştir. Yunanistan’ın adaya bu müdahalesi ABD tarafında çok olumsuz bir tepki yaratmamıştır. İngiltere ise duruma müdahale etmemekle beraber adadaki darbe sonrası yeni hükümeti tanımadığını ve Yunanistan’ı kınadığını belirtmiştir. Sovyetler Birliği ile diğer komünist ülkeler ve Bağlantısızlar ise darbeye karşı sert bir tutum izlemiş ve Makarios hükümeti dışında bir hükümeti tanımayacağını açıklamıştır. Kıbrıs’ta gerçekleşen darbe Türkiye halkı tarafından büyük tepki ile karşılandı. İktidardaki Bülent Ecevit liderliğindeki CHP-MSP koalisyonu öncelikle İngiltere’ye garantör olarak adaya birlikte müdahale etme teklifinde bulunuldu ancak İngiltere bunu kabul etmedi.

Ne İngiltere ne de ABD, Türkiye’nin adaya müdahalesini istiyordu. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Sisco Ecevit ile yaptığı görüşmede olası bir müdahalenin Türk-Yunan savaşına neden olacağını, Türkiye ile ABD’nin ilişkilerinin olumsuz etkileneceğini ve ayrıca bir müdahale yapıldığı takdirde ABD’nin Türkiye’ye yaptığı yardımları durdurabileceğini belirtmiştir. Ecevit ise müdahaleyi ertelemek için Sampson ve darbeci Yunan subaylarının adadan ayrılmasını, Türkiye’nin de adadaki Yunan asker sayısına denk asker göndermesi gerektiğini, Kıbrıs Türklerine sahilde bir bölgenin denetiminin verilmesini ve iki toplum arasında federal bir hükümet sistemi oluşturma müzakerelerinin başlatılmasını istemiştir. Ancak Sisco’nun Yunan Cuntası’na ilettiği bu talepler kabul edilmemiştir. Türkiye, Kıbrıs Anayasası içinde kendisine verilmiş “garantör ülke” hakkına referans vererek adaya müdahale kararı almıştır ve 20 Temmuz 1974’te adaya müdahalede bulunmuştur. “Kıbrıs Barış Harekâtı” adı verilen bu müdahale çerçevesinde adaya çıkarma yapan Türkiye, iki gün süren birinci harekâtta adanın %7’sine hakim olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kıbrıs’taki tehlikeli gidişata son vermek için 22 Temmuz 1974 günü aldığı 353 sayılı karar ile taraflara ateşkes çağrısında bulunulmuş ve çağrı savaşan taraflarca kabul edilmiştir. Ateşkesin hemen ardından 25 Temmuz 1975 tarihinde başlayan I. Cenevre Konferansı ’nda Türkiye’nin müdahalesi genel bir kabul görmüş ve birçok isteği kabul edilmiştir. 8 Ağustos 1974 tarihinde tarafların tekrar bir araya gelmesi öngörülmüştür. Ancak II. Cenevre Konferansı olarak adlandırılan bu süreçte Rum ve Yunan tarafı daha önce kabul ettiği şartlara uymamış, adada işgal ve kuşatmalara devam etmiştir. 14 Ağustos 1974 tarihinde harekâtın ikinci evresini başlatmıştır. Türk tarafı 3 gün süren ikinci harekât sonucunda adanın yaklaşık %37’sini kontrol altına almış ve yine Birleşmiş Milletlerin çağrısıyla ateşkes ilan edilmiştir. İkinci harekâtı gerçekleştiren Türkiye’ye karşı uluslararası tepkiler çok sert olmuştur. Türkiye’nin birinci harekâtı nispeten “meşru” bulunurken ikinci harekât bir “işgal” olarak değerlendirilmiştir. II. Barış Harekâtının bir başka önemli sonucu ise Yunanistan’ın NATO’nun tutumunu eleştirerek NATO’nun askerî kanadından ayrılma kararı olmuştur. Soğuk Savaş koşullarında özellikle ABD’de ciddi rahatsızlık yaratan Yunanistan’ın bu kararının telafisi için sonraki yıllarda Türkiye üzerine yoğun baskı kurulmuştur. Türkiye üzerine kurulan yoğun baskı, 12 Eylül 1980 askerî Darbesinin hemen ardından, “Rogers Planı” olarak da bilinen girişimle Türkiye’de darbe ile yönetimi ele geçirmiş olan askerî Yönetimin ikna edilmesi neticesinde sonuca ulaşmıştır. Türk tarafı Rum kesiminde kurulan ve Türkleri dışlayan hükümetin Kıbrıs’ı temsil etmediğini ileri sürerek bu yönetimin kararlarını tanımayacağını açıklamıştır. Türk tarafına göre, bir Kıbrıs ulusu ve bunun içinde bulunan bir Türk azınlığı yoktur. Adada iki “farklı” ve “eşit” ulus vardır ve bu ulusların “kendi kaderlerini tayin hakkı” vardır. Bu bağlamda Türk tarafı, iki kesimin ancak gevşek ve âdem-i merkeziyetçi bir federasyonla bir çözüme razı olacağını belirtmiş, bu talebini de Türk tarafının güvenliğini garanti altına almak olarak gerekçelendirmiştir. 1974 sonrası Yunanistan ve Rum Yönetimi’nin girişimleriyle Kıbrıs meselesi defalarca BM’nin gündemine gelmiştir.

Konuya ilişkin yapılan görüşme ve oylamalarda Türkiye genelde yalnız kalmış ve uluslararası alanda başka ülkelerden beklediği desteği bulamamıştır. Bunu, Türkiye’nin etkin bir dış siyaset güdememiş olmasına ve tezlerini yeterince iyi anlatamamış olmasına bağlamak da yanlış olmayacaktır. Rum tarafının tüm Kıbrıs’ın temsilcisi olarak BM içinde Yunanistan ile birlikte yer alması da Türkiye karşısında önemli bir avantaj olmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri Ambargosu ve Dönemin Dış Politikası

ABD Senatosu Üyeleri, Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci müdahalesini bütünüyle gayrimeşru olarak gördüklerini belirtmişlerdir. ABD Yönetimi için ise Türkiye’nin Soğuk Savaş’tan kaynaklanan jeostratejik önemi ön plandaydı ve ambargo uygulanması Türkiye’nin kaybedilmesine yol açacak ciddi bir risk doğurabilirdi. Ancak, gerek ABD Başkanı Gerald Ford ’un gerekse Kissenger’ın çabaları sonuç vermemiş ve ambargo kararı Senato ve Temsilciler Meclisi’nden geçmiştir. Silah ambargosu 26 Eylül 1978’de Jimmy Carter’in yoğun çabaları ile kaldırılabilmiş, ancak Türk Dış Politikasında özellikle ABD’nin yeri konusunda önemli bir değişim yaşanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri tarafından alınan ambargo kararında ülkedeki Rum lobilerinin de büyük etkisi olmuştur. Bu örgütlerin yanında Yunan Ortodoks Kilisesi ve Kongre’deki Rum kökenli temsilciler de ambargo kararı alınması doğrultusunda çaba harcamıştır. Ambargo kararının alınmasında ortaya konan yasal mazeret ise ABD’deki 1961 tarihli Dış Yardım Kanunu ve 1968 tarihli Dış askerî Satış Kanunu’dur. Ambargo kararının Senato’da onaylanması sonrasında Türkiye’nin tepkisi gecikmemiştir. Türkiye, öncelikle NATO ile olan ilişkilerin tekrar gözden geçirileceğini ve ABD ile olan savunma anlaşmalarına ilişkin görüşmelerin artık bir anlamının olmadığı belirtmiştir. Ardından 13 Şubat 1975 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulduğu ilan edilmiştir. Devlet başkanı olarak Rauf Denktaş seçilmiştir. Uygulanan ambargo kararı Türkiye üzerinde istenilen etkiyi göstermemiş, Kıbrıs konusunda da istenilen sonuçları doğurmamış, aksine Türkiye’nin ABD’ye karşı güvensiz ve mesafeli bir duruş sergilemesine neden olmuştur. Bu yüzden dönemin ABD Başkanı C. Carter’ın çabalarıyla 1978 yılında ambargo kaldırılmıştır. Ancak Türkiye bu olaydan önemli dersler çıkarmış, ordunun temel ihtiyaçlarını karşılamak için öz kaynaklara yönelme kararı almış, bu doğrultuda savunma sanayisine yönelik yatırımlar yapmıştır. Ayrıca Bağlantısızlar ile ortak yatırım programları geliştirilmiş, Sovyetler Birliği ile “İyi Komşuluk ve Dostluk Prensiplerine Dayalı İşbirliği Anlaşması” imzalanmış, başta İsrail olmak üzere silah üretimi, modernizasyonu ve teknolojisi konusunda anlaşmalar yapılmıştır. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) içinde daha aktif yer alınmaya başlanmış, Filistin Kurtuluş Örgütü’ nün (FKÖ) varlığı tanınmıştır.

Ambargo Sonrası Türk-ABD İlişkileri

Ambargonun kaldırılmasından sonra Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkilerde belirgin bir iyileşme olmuştur. Ancak, Türkiye’nin ambargo döneminde başlattığı çok yönlü dış politika anlayışı devam etmiştir. Sovyetlere karşı Türkiye’nin NATO’da bulundurduğu büyük askerî gücü, sahip olduğu jeopolitik konum ve ABD’nin ülkedeki üs ve tesislerin varlığı ile olası bir Sovyet saldırısında Orta Doğu petrollerinin korunmasında, Akdeniz’in savunulmasında, Varşova Paktı üyesi Balkan ülkelerine karşı oluşturulacak cephelere karşı Türkiye’nin önemi artıyordu. Ayrıca, ABD-Batı düşmanı İslami rejim karşısında yer alan Türkiye’nin Orta Doğu’daki konumu da ABD için artık daha değerliydi. Türkiye için 70’li yıllar özellikle iç politika bakımından oldukça sıkıntılı geçmiştir. Bu dönemde Türkiye pek çok siyasal ve ekonomik sorunla karşı karşıyadır. Ambargo sonrası soğuyan ABD-Türkiye ilişkilerini yumuşatmak ve Türkiye’nin gerek Sovyetler gerekse İran karşısındaki stratejik önemi, ABD’nin Türkiye’ye yardım etmesinde etkili olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’ye 1980 yılı içinde 202 milyon dolarlık askerî, 98 milyon dolarlık ekonomik kredi ve yardım önerisinde bulunulmuş ve Carter yönetimi, 29 Mart 1980 yılında Türkiye ile “Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması” (SEIA) imzalamıştır.

1974-1980 Arasında Türkiye’nin Bileteral ve Bölgesel İlişkileri

Türkiye-İngiltere İlişkileri

1970’li yıllarda İngiltere ile Türkiye arasındaki ilişkilerin Kıbrıs ekseninde geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak İngiltere’nin ne garantör bir ülke olarak çok aktif bir rol üstlendiğini ne de adadaki anayasa ve mevcut anlaşmalara aykırı olarak gerçekleştirilen ihlallere ve Türk tarafına karşı uygulanan şiddet ve baskıya karşı somut adımlar attığını söylemek mümkündür. Burada İngiltere’nin adadaki üslerinin varlığını ve mevcut statüsünü koruma düşüncesiyle çoğunluğu oluşturan tarafta olmayı yeğlediği söylenebilir.

İngiltere’nin Yunan tarafına bu yakınlığına rağmen, Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu uluslararası platforma taşıma girişimlerine ise karşı çıkmıştır. İngiltere, I. ve II. Cenevre Konferanslarının düzenlenmesi için çaba harcayan ülkelerin başında gelmiştir. 1975 yılında Türk tarafı, Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurduğunu açıkladığında İngiltere, Kıbrıs Rum Yönetimi’ni adanın tek meşru temsilcisi olarak gördüğünü belirtmiştir.

Türkiye-Avrupa İlişkileri

Bilindiği üzere 1968’de Yunanistan’da darbe ile yönetimi ele geçiren Cunta yönetimi ile Batı Avrupa ülkeleri ve AET’nin bu ülke ile ilişkileri minimum seviyeye indirilirken Türkiye ile olan ilişkiler daha iyi bir seviyeye yükselmişti. Bunun en önemli göstergelerinden birisi Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile 1971 yılında imzaladığı ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ’ün yapılmasıdır. 31 Aralık 1995 itibari ile Gümrük Birliği gerçekleşmiştir. Türkiye’deki ekonomik ve siyasi istikrarsızlık artmış, Avrupa’yı da etkileyen petrol krizi iki tarafın taahhütlerini yerine getirmesinde güçlükler yaşanmasına neden olmuştur ve taraflar arasında ilişkiler arzulanan şekilde gelişememiştir. 1978 yılında iktidardaki Ecevit Hükümeti, yaşanan mali-ekonomik krizden çıkış için de katkıda bulunacağı umuduyla AET konusunda son derece önemli bir karar almış ve Toplulukla olan ilişkilerini durdurmuştur. Açıkçası Türkiye’nin kararı, AET için oldukça rahatlatıcı olmuş, zaten son dönemde son derece endişe ettiği Türkiye’nin üyeliği, daha da önemlisi “serbest dolaşım hakkı” konusu hem de Türkiye’nin talebi ile gündemden çıkmıştı. Batı Avrupa ile ekonomik ve siyasi entegrasyonu önemseyen Adalet Partisi 1979’da iktidara geldiğinde Başbakan S. Demirel Hükümeti ülkede yaşanan hem ekonomik hem de siyasi kriz sürecinde Batı’nın desteği için arayışlara başlamıştı. 12 Eylül 1980 askerî darbesi ile bu hazırlıklar sonuçsuz kalmıştır.

Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri

1970’lerde Sovyetler Birliği ile ilişkiler Kıbrıs sorunuyla bağlantılı gelişmiştir. Sovyetler 1960’lı yıllarda ve 1970’lerin başlarında Rum tarafını destekler bir politika gütmüştür. Ancak, Yunanistan’daki Cunta’nın Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği darbenin ardından Sovyetler, adanın Yunanistan’a bağlanma ihtimali üzerine, Türkiye’nin adaya müdahalesine karşı çok sert bir tavır almamış olsa da Sovyetlerin bu süreçte bağımsız ve Makarios yönetiminde bir Kıbrıs’tan yana olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Türkiye’ye uygulanan ABD ambargosu, yeni bir durum yaratmış ve Türkiye’nin Sovyetlerle ilişkilerinin canlanmasında etkili olmuştur. ABD silah ambargosunun kaldırılması ve Sovyetlerin Afganistan işgali, II. Milliyetçi Cephe Hükümeti ’nin (AP, MSP, MHP) politikalarına da yansımış, Sovyetlerle ilişkiler yeniden duraklamıştır. 12 Eylül 1980 askerî darbesi ise Sovyetlerle olan ilişkilerin iyice gerilemesine sebep olmuştur.

Türkiye-Ortadoğu, Afrika ve Asya İle İlişkileri

1964 Kıbrıs krizi sırasında yaşanan Johnson Mektubu olayı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uygulanan Amerikan Ambargosu ve Petrol Krizi sürecinde Türkiye, Arap dünyası ile ilişkilerini daha da geliştirmeye çalışmıştır. BM’de yapılan oylama ve görüşmelerde de Arap yanlısı bir politikayı benimsemiştir. Ayrıca, Arap ülkelerine ilaç ve gıda yardımında da bulunmuştur. Daha önce ihtiyatla yaklaştığı İslam Konferansı Örgütü ile yakın temasa geçmiş, İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanlığı Konferansı ’nın İstanbul’da yapılmasını sağlanmıştır.

İsrail meselesinde Arap tarafını destekleyen Türkiye, Orta Doğu politikasında iki ilkeyi takip etmeye çalışmıştır. Bunlardan birincisi , Arapların kendi aralarındaki çekişmelerde taraf olmamak, ikincisi ise İsrail ile olan ilişkilerini tamamen sonlandırmamaktır. Yine, 1975 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü ’nü (FKÖ) Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak tanıyan Türkiye, bu örgütün “maslahatgüzarlık” seviyesinde temsiline 1979 yılında izin vermiştir. 1960’lı yıllardan beri İran bölgede lider rol üstlenmek için rakip gördüğü Irak ile mücadele hâlindeydi. Hatta İran Şahı, Irak’ı zor durumda bırakmak için Kuzey Irak’taki Kürtleri desteklemekteydi.

Ancak bu, Irak kadar Türkiye’yi de rahatsız etmekteydi. Bu sorun ancak 1975 yılındaki İran-Irak arasındaki Cezayir Anlaşmasıyla biraz olsun giderilmiş, ülkeler arasında geçici de olsa bir rahatlama sağlanmıştır. İran’da yaşanan devrim sonrası, Humeyni’nin başa gelmesiyle Türkiye-İran ilişkileri yeni bir şekil almıştır. Kasım 1979’da Tahran’daki ABD elçiliği basılıp 66 ABD vatandaşı rehin alındığında ABD, İran ile tüm ilişkilerini kesmiş ve müttefiklerinden bu ülkeye ambargo uygulamasını istemiştir. Dönemin Ecevit Hükümeti ise birçok ülkenin uyguladığı bu ambargoya İran’ın komşumuz olması ve ekonomik kaybın çok yüksek olacağı gerekçeleri ile katılmamıştır. Bu arada Irak ile olan ilişkiler ise 1979 yılında Irak’ta iktidarı ele geçiren Saddam Hüseyin’in ülkesindeki iktidarını güçlendirmek için Kuzey Irak’taki Türkmenlere baskı uygulamaya başlamasıyla gerilmiştir. Bu gerginlik İran-Irak savaşı başlayana kadar devam etmiştir. Ancak Türkiye, Kıbrıs konusunda Arap dünyasından istediği desteği hiçbir zaman bulamamıştır. NATO üyesi olarak Türkiye genelde Bağlantısız ülkelerle karşı karşıya gelmiştir. Sovyetler ve Bağlantısızların ise daha çok birlikte hareket ettikleri görülmektedir.

Ege Sorunu

Ege sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasında, Kıbrıs ile birlikte ilişkilerdeki en büyük iki temel sorundan biri olmuş ve hala kesin bir çözüme kavuşturulamamıştır.

Konunun ciddi bir krize dönüşmesi ise Kıbrıs sorununa da paralel olarak 60’lı ve 70’li yıllarda gerçekleşmiştir. 1936 yılına kadar Ege’de 3 mil olarak kabul edilen kara suları sınırı o yıl Yunanistan tarafından tek taraflı olarak 6 mile çıkarılmıştır. Türkiye’nin, 15 Mayıs 1964 tarihinde kendisinin de Ege’deki karasuları sınırını 6 mile çıkardığını açıklaması, Kıbrıs sorununun yarattığı gerginlik çerçevesinde olmuştur. Yunanistan’ın buna karşılığı ise 1964 ve sonrasında silahtan arındırılmış olması gereken Ege’deki adalarını silahlandırmak şeklinde olmuştur. Ege sorunu üç temel sebebe dayanmaktadır. Bunlar, “kıta sahanlığı”, “ŞR hattı” ve Ege adalarının silahlandırılmasıdır. Ege’de 20 Temmuz 1975’te NATO’dan bağımsız Dördüncü Ordu (Ege Ordusu) adında bir ordu kurmuştur. Yüz binin üzerinde askerîn yer aldığı ve Yunanistan’ı son derece endişelendiren Ege Ordusu Türkiye’nin NATO kapsama alanı dışındaki tek ordusudur. Türkiye, 1990’lı yıllarda yaşanan bazı gerginlikler sonrasında da kara sularındaki tutumunu daha da sertleştirmiş ve 8 Haziran 1995’te aldığı bir kararla Yunanistan’ı n kara sularını Şili olarak 12 mile çıkarması karşısında bunu bir casus belli (savaş nedeni) sayacağını açıklamıştır.

12 Eylül 1980 askerî darbesinden sadece kırk gün sonra 20 Ekim 1980’de Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne izin vermiştir. Türkiye, 22 Şubat 1980’de, Yunanistan 23 Şubat 1980’de daha önce yayımladıkları NOTAM’ları karşılıklı kaldırmış ve Ege Deniz’i tekrar sivil havacılığa açılmıştır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.