Açıköğretim Ders Notları

Klasik Sosyoloji Tarihi Dersi 8. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Klasik Sosyoloji Tarihi Dersi 8. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Batı Avrupa Marksizmi: Georg Lukacs Ve Antonio Gramsci

Farklı Marksizmler

Marksizm , Marx’ın ölümünden sonra gerçekleşen, orjinal çalışmalarına dayanarak gerek siyasal pratik yoluyla gerekse de kuramsal çabalarla felsefesini, görüşlerini, yöntemsel ve kavramsal çerçevesini genişleten, yorumlayan, eleştiren, gözden geçiren ve uygulamayı hedefleyen yaklaşımlardır. Tarihsel devinim içinde Marksist olarak etkinlik gösterenlerin Geleneksel Marksizm ve Batı Marksizm olarak ikiye bölündüğü Perry Anderson (2004) gibi düşünürler tarafından savunulmuştur. Geleneksel Marksizm temsilcileri Marx, Engels, Lenin, Plekhanov, Kautsky, Bernstein, Luxemburg, Troçki ve Buharin’dir. Geleneksel Marksizm (Ortodoks Marksizm) toplumsal gelişmenin özgül yasalarını, sınıf çatışmasının kaçınılmazlığını, sınıfların kutuplaşmasını, giderek artan ekonomik krizleri ve kapitalizmin nihai çöküşünü vurgulamıştır. Klasik Marksizme göre, marksizmin çekirdeğini sınıf mücadelesi oluştururken; verilecek olan mücadele sınıfların ortadan kaldırılması ile bir devrim yaratarak kapitalist sistemin çöküşüne neden olacaktır.

Batı Avrupa Marksizmini ortaya çıkaran Tarihsel Koşullar

Batı Marksizmi, marksizmin perspektifleri, sınıf savaşımı veya devrim gibi radikal girişimler yerine gitgide daha çok iktidar mücadelesine ve sivil toplumun kültürel ve siyasal olarak geliştirilmesine odaklanmıştır. Batı Marksizmi tarihsel bağlamı içinde zamanın ruhuna uygun olarak geliştirilmiş kuramsal çabalarla ortaya çıkmıştır. 1920’lerde ortaya çıkan 1960’larda en büyük etkiye sahip olan batı Marksizm akımını başlatan Lukacs, Gramsci, Korach ve Frankfurt Okulunun önde gelen isimleri Benjamin, Horkheimer, Marcuse ve Adorno olmuştur.

Orta Avrupa’da kapitalist ilişkiler açısından “ileri” olduğu tahmin edilen koşullar altında bile proletarya devriminin yenilgiye uğraması (1918-1923) ve ardından faşizmin kazandığı zaferler, geleneksel Marksist anlayışta ciddi bir krize yol açmıştır.

Almanya’daki kapitalizm çok gelişkin olması nedeniyle beklenenin aksine Naziler iktidara gelmiş, Rusya’daki sosyalist devrim çok katı, bürokratik ve doktriner bir Stalinizme dönüşmüştü. Batı marksizmi, ilk teorik tezlerini Sovyet marksizme meydan okuyan eleştirileriyle ortaya koymuştur.

Lukacs, Korsch ve Gramsci gibi düşünürler “kültür, sınıf bilinci, ideoloji ve Hegemonya” kategorileri üzerinde çalışarak Marx’ı ve marksizmi yeniden yorumladılar. Marksizm bir hümanizm ve kültür teorisi olarak insanlığın kurtuluşu ve toplumun içsel-kültürel gelişmesinin sonucunda gerçekleşebileceği düşüncesinin gündeme getirmişlerdir.

Marksizm için anahtar kavramlar olan ekonomi- politik ve devrim stratejisi gibi sorunları bir kenara bırakarak kitle demokrasisine ağırlık verilmesini gerekli gören bir teorik konumlanış olarak batı marksizmi, postmarksist anlayışa da esin kaynağı olmuştur.

Batı Avrupa Marksizminin Temel Savları

Gramsci ve Lukacs’ın içinde oldukları Hegelci Marksizm, tarihin öznelerin ürünü olduğunu, özlerin tarihi yaparken aynı zamanda kendilerini de yarattıkları düşüncesini benimsemiştir. Tüm batı Marksistleri marksizmin bir kültür ve bilinç teorisi gerektirdiğinde anlaşıyordu ve bu boyutları vurgulamak üzere marksizmi toplumsal ve tarihsel gerçekçilikle sınırladılar. Onların gözünde Marksizm, genel bir bilim değil bir toplum teorisiydi.

Batı marksizminin kuramsal olarak öne çıkan ortak özellikleri:

  • Batı Marksizmin odak noktaları teorik, felsefi ve kültürel boyutları olmuştur.
  • Teorinin üretim merkezi mücadele ve eylem alanlarından üniversitelere kaymıştır.
  • Siyaset ve ekonomiden çok kültürel alana yönelme söz konusu olmuş, Felsefe ve Yöntem tartışmaları ön plana çıkmıştır.
  • Marksizm bir hümanizm ve bir kültür teorisi olarak tanımlanıp, insanlığın kurtuluşunun salt ekonomik yasaların analiziyle değil, toplumun içselkültürel gelişmesi bağlamında gerçekleşeceği düşüncesini savunmuşlardır.
  • Marksizmin Avrupa’da yenilgilerinden ders çıkarmak için, burjuvazinin ve kapitalizmin gelişmesi ve ayakta kalmasını sağlayan kültürel ve siyasal araçların analizi yapılmıştır.
  • Batı marksizmi kendisini Marx, Lenin, Luxemburg ve Troçki’nin temellerini attığı Klasik Marksist öğretiden ve Stalin’in yönetiminde gerçekleşen resmi “Doğu Bloku” deneyimlerinden ayrıştırmak istemiştir.

Georg Lukacs (1885-1971)

Lukacs, 20.yüzyılın ilk yarısında Marx’ın kavram ve kategorilerini belirli bir kavrayış yönünde Hegel’in Felsefesinin ışığında değerlendirmiş, açıklamış ve yeniden tanımlamıştır. Ayrıca, edebiyat ve sanat kuramı açısından ürettiği yapıtlar ile Marksist estetik anlayışın temellerini atmıştır. Hegelci Marksizm en bilinen isimlerinden olan Lukacs, marksizmi toplumsal yasaları keşfeden bir bilimsel doktrin olmasından ziyade, insani özgürleşmeyi hedef alan bir praksis felsefesi olarak kurgulamak istemiştir.

Max Weber ve Georg Simmel’in öğrencisi olan Lukacs’ın ilk çalışmalarında insani yabancılaşma anlayışının etkileri görülür. Lukacs, insani yabancılaşma kavramına yeni bir Marksist yön verir. Lukacs, Simmel’in nesneleştirme, Weber’in ise rasyonelleşme süreci olarak yorumladığı modernlik anlayışını alarak, Marksist kapitalist üretim biçiminin eleştirisi ile birleştirmiştir.

Tarih ve Sınıf Bilinci

Lukacs’ın 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşleri geliştirmiştir. Bu eserinde Lukacs kapitalist sistemde ortaya çıkan muazzam metalar yığınının yabancılaştırıcı etkisinin şeyleşme kavramı çerçevesinde açıklamış; proleteryanın nesnel konumundan ötürü öznenesne özdeşliğine dayanarak tarihsel özne rolünü ön plana çıkarmıştır.

Lukacs’ın, Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında marksizmi bütünlük, dolayım, sınıf bilinci, şeyleşme, devrimci özne, özne-nesne özdeşliği gibi kavram ve kategoriler etrafında şekillendirmeye çalıştığı söylenebilir.

Lukacs marksizme egemen olan evrimci pozitivizmi hedef almıştı. Engels’i marksizmi diyalektik bir toplum teorisinden çıkarıp, mekanik bir teori haline getirmekle suçluyordu. Çünkü Engels, yazılarında bilinci dışsal güçlerin pasif ürünü ve nesnel koşulların yansıması durumuna indirgemekteydi. Lukacs’a göre, gerçeklik ancak bir bütüncüllük olarak anlaşılıp yayılabilir ve ancak kendisi bir bütüncüllük olan bir özne bu yayılmayı gerçekleştirebilirdi. Hegel bu felsefeyi “gerçeklik yalnızca töz olarak değil, aynı zamanda özne olarak anlaşılmalı ve ifade edilmelidir” ilkesiyle açıklamaktadır.

Lukacs’a göre, olguların kendi başına bir anlamı yoktur; yalnızca bir bütünle birleştikleri zaman anlamları vardır. Diyalektik yöntem, bütünün parçalardan önce geldiğini, parçaların bütünle ilişkiler çerçevesinde yorumlanması gerektiğini öne sürmektedir.

Tarihin anlamı, yani gerçeklik, kapitalizmin nesnel ve ekonomik yapısının incelenmesinde değil, işçi sınıfı hareketinin zorunlu bir tarihsel ilerlemeyi oluşturduğunun kavranmasında yatmaktadır. Lukacs, proleteryanın sınıf bilinci ile burjuvazinin sınıf bilinci arasında temel bir ayırım yapar. Proleteryanın sınıf bilinci gerçekliği bütünsel olarak kavrayabilirken, burjuvazi sınıfının bilinci, gerçekliği parçalanmış ve bütünlükten uzak bir şekilde algılama eğilimdedir. Burjuva düşüncesi verili ampirik formları kabul eden ve değişimi de bütünsel yapılarla ilişkileri dışında ve tarihsel olmayan bir yapıdadır.

Bilgi, proleteryanın devrimci pratiğiyle yakından bağlantılıdır. Lukacs, tarihi gelişmeye ancak işçi sınıfının bilincinin müdahale edebileceğini ima etmektedir. Lukacs’a göre, eğer bir grup veya sınıf kendi koşullarını değiştirmek istiyorsa, bu koşulları geniş bir bağlama yerleştirerek bu koşulları sağlayan bütünlüğü görmek durumundadır. Bütünlüğün bilgisine sahip olmak aynı zamanda özgürleştiricidir. Lukacs, sınıf bilincini ikiye ayırmaktadır

  1. Psikolojik Bilinç
  2. Atfedilen (Aşılanmış) Bilinç

Lukacs’a göre sınıf Bilinci “tek tek proleterlerin ruhbilimsel bilinci ya da tüm proleterlerin kitlesel psikolojik bilinci” değildir; tersine “Sınıfın tarihsel durumunun bilinçli hale gelmiş anlamı” demektir

Şeyleşme (Reification) Kuramı

Lukacs kapitalizmi açıklamak için şeyleşme, yabancılaşma, metalaşma, fetişizm, nesnelleşme, rasyonelleşme, nicelikselleşme, hesaplanabilirlik ilkesini v.b. kavramsal çerçeveye başvurmuştur. Weber sosyolojisinden rasyonelleşme, nicelikselleşme, hesaplanabilirlik ilkesini almıştır. Lukacs için kapitalizm toplumsal bütünlüğü parçalara ayırma ve insanlar arası ilişkileri şeyler arası ilişkilermiş gibi gösterme yoluyla insanın yabancılaşmasına yol açarken, Marksizm bu kapitalist şeyleşmenin yarattığı örtüyü ortadan kaldırır. Marksizmi burjuva bilim ve düşüncesinden ayıran nitelik, ekonomik gerekçelerin tarihin açıklanmasında oynadığı öncelikli rol değil; “bütün” anlayışı denen görüş açısıdır.

Toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi Marx’ın meta-fetişizmi dediği şeyin sonucudur; emek ürünlerinin piyasada değiş tokuş edilmesi insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin şeyler arasındaki görünüşte doğal olan ilişkilere dönüşmesine neden olur. Lukacs, kapitalist bir dünyayı bütün toplumsal ilişkilerin, şeyleşmiş ilişkilerle yer değiştirdiği bir dünya olarak betimler. Şeyleşme tüm sınıfların içinde yaşadığı bir olgu olmasına rağmen işçi sınıfı toplumsallığı bütünlük içerisinde görebilen ve analiz edebilen yegane sınıf olduğu için şeyleşmeden kurtulabilecek tek sınıftır.

Antonio Gramsci (1891-1937)

Gramsci, Ortodoks Marksizmin eknomiye verdiği önceliği sınırlandırması, determinist Marksizmin altyapı-üstyapı ilişkilerine yeni bir yorum getirmesi, sivil toplumun önemini vurgulaması, sınıf mücadelerinde hegemonya, ideoloji ve kültürü öncelikli alanlar olarak belirlemesi ve aydınların sınıf bilincini oluşturma konusundaki rollerini detaylı bir şekilde açıklaması nedeniyle döneminin en özgün Marksist düşünürü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gramsci’nin Marksist anlayışı, Geleneksel Marksistlerden olan Engels, Plekhanov ve Kautsky’den ziyade Machiavelli, Labriola, Sorel ve İtalyan Hegelci Beneditto Croce’deki anti-pozitivist öğelerden etkilenmiştir. Gramsci, otomatik ve kaçınılmaz bir tarihsel gelişme düşüncesini reddeder. Gramsci’ye göre, insanlar gelmesini beklemekle kalmayıp tarihlerini yapmak zorundadırlar. Kitleler devrimci değişme olacakmış gibi hareket etmeli ve bunu başarabilmek için sınıf bilincine sahip olmalıdırlar. Gramsci’ye göre, işçi sınıfı tarihteki rolü konusunda bilinçli olmak ve tarihi değiştirmek için pasif değil aktif bir biçimde mücadele etmek zorundadır. Entellektüellerin öncülük ettiği bu işçi kitlelerinin ihtiyacı, devrimci bir ideoloji, felsefeyle pratiği birleştiren bir hegemonya, Lenin ve Bolşeviklerin benimsediği stil ve tarzda kültürel liderlik sağlayan bir praksis felsefesidir. Marksizm ya da Gramsci’ye göre praksis felsefesi, kendisini eğitmeye ve sömürüyle sınıf tahakkümünden kurtarmaya çalışan tabi durumdaki işçi sınıfının kolektif iradesini ifade etmektedir. Devrim, dışsal ekonomik güçlerin otomatik bir sonucu değil, bir sınıfın kültürel olarak diğer sınıfların hepsinin üzerinde tahakküm kurmasının bir sonucu olacaktır.

Gramsci’ye göre, işçi sınıfı egemen bir sınıf haline gelmek istiyorsa, gerek ekonomik, politik ve askeri güçle, gerekse de entellektüel ve ahlaki önderlikle diğer tabi sınıf ve katmanları kendi fikirlerine ve otoritesine ikna etmeli ve kültürel hegemonyasını kurmalıdır. Bu anlamda, kültürel hegemonya devrim eyleminden önce gelmektedir ve kolektif eylemle yapılmaktadır.

Geleneksel ve Organik Aydınlar

Gramsci bir ülkenin kendisini ayrı bir sınıf veya topluluk diye gören “geleneksel aydınları” ile her sınıfın (köylülük hariç) kendi saflarından “organik olarak” yetiştirdiği düşünce adamları arasında ayrım yapmaktadır. Entellektüelleri çok genel olarak “geniş anlamıyla örgütleyici işlevi olan” herkesi kapsayacak bir biçimde tanımlamıştır. Organik aydınlar , oluşmakta olan bir toplumsal sınıfın ürünleridir ve roller söz konusu sınıfa kültürel, siyasal ve ekonomik alanlarda homojen bir özbilinç kazandırmaktır. Toplumsal yaşama etkin bir biçimde katılan ve bu yaşamda zaten varolan siyasal akımların kuramsal gelişimine yardım eden, örgütleyen, inşa eden ve “daima ikna eden” bir kimsedir. Organik aydın, felsefe ile halk arasında bağlantı veya köprü kurar; birincisinde uzman, ama etkin bir şekilde ikincisiyle birleşir. Onun hedefi, ortak bilinçten, heterojenlik gösteren bireysel iradelerin ortak bir dünya anlayışı temelinde bir araya gelip, sıkıca birleşeceği bir “kültüreltoplumsal” birlik yaratmaktır. Geleneksel aydın ise toplumsal yaşamdan kopuk, büyük ölçüde bağımsız olduğuna inanan aydınlardan oluşmaktadır. Bu tür aydınlar (rahipler, idealist felsefeciler, Oxford’lu akademisyenler vd.) Gramsci’ye göre, bir önceki tarih döneminden arta kalmışlardır. Machiavelli’den etkilenen Gramsci’ye göre, Modern Prens yani devrimci pratik kendi organik aydınlarını ve alternatif bir hegemonyayı geliştirmeye yardım ederek işçi sınıfının yeni bir toplum yaratmasına imkan veren bir yapıdır.

Hegemonya

Gramsci için hegemonya, egemenliğin zora başvurmadan siyasal meşruluk yoluyla uygulanmasını, yönetilenlerin rızalarının kazanılması anlamına gelmektedir. Gramsci’ye göre hegemonya oluşturmak, toplumsal yaşamda, birisinin kendi “dünya görüşü”nü bir bütün olarak toplum bünyesine baştan sona yayarak ve böylece kendi çıkarları ile toplum çıkarlarını büyük ölçüde eşitleyerek, ahlaki, siyasi ve entelektüel liderlik kurması demektir. Gramsci hegemonyayı, devlet ile ekonomi arasındaki bütün aracı kurumları kastettiği “sivil toplum” alanı ile ilişkilendirir. Özel televizyon kanalları, aile, erkek izci hareketi, kilise, cami, anaokulları, ordu, gazete; bütün bunlar bireyleri egemen iktidara baskıdan çok rıza ile bağlayan hegemonik aygıtlar olarak görülür.

Gramsciye göre, modern toplumlarda işçilerin fabrikaları işgal etmesi ve devlete karşı çıkması yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda en geniş ve en gündelik tanımı içinde “kültür” alanının tamamında da mücadele verilmelidir. Yönetici sınıfın iktidarı maddi olduğu kadar manevi bir iktidardır. Gramsci ideolojinin durağan bir yapısının olduğunu ancak ideolojiyi de kapsayan hegemonyanın dinamik bir karakterde olduğunu vurgulamaktadır: Hegemonya hiçbir zaman bir kerede ulaşılan bir şey değildir; sürekli yenilenmesi, yeniden yaratılması, savunulması ve değişikliğe uğratılması gerekir. Gramsci’ye göre, işçi sınıfı, güç kazanmak için kendi özel çıkarlarını aşmalı, toplumun diğer kesimleriyle birleşmeli ve kendi davasının ahlaki doğruluğunu göstermek için halkın büyük kesimini kazanmalıdır. Modern sosyalist bir devrim, Gramsci’ye göre, siyasal güç kadar fikirleri, bir lider kadrosu kadar azınlığın kitlesel desteğini gerektirir.

Gramsci Hapishane Defterleri kitabında ideoloji teriminin bütünüyle olumsuz kullanımlarının tamamını reddeder. Gramsci’ye göre ideoloji insanların üzerinde hareket ettikleri, mücadele verdikleri ve kendi toplumsal koşullarının bilincine vardıkları zemini oluşturan, etkin bir biçimde örgütleyici güçler olarak görülmelidir.

Sivil Toplum ve Devlet

Gramsci, “hegemonya” kavramıyla desteklenen bir siyaset kuramı oluşturma çabasının sonucu olarak, sivil toplumu, yalnızca bireysel ihtiyaçların değil, özgürlük ve kendini düzenleme potansiyeli barındıran örgütlenmelerin alanı olarak görmektedir. Gramsci sivil toplum tartışmalarında devrim niteliğinde bir yaklaşım getirerek sivil toplumu Marx’ın aksine alt yapısal alan değil, üst yapıya koymuştur. Gramsci’de sivil toplum yapısal (ekonomik) değil, üstyapısal düzeye aittir ve üstyapıda iki temel üstyapı düzeyi saptamaktadır: (1) Birinci düzeyde sivil toplum yani “özel” diye anılan alan vardır (devlet dışındaki medya, sendikalar, dernekler, örgütler, dinsel kurumlar vb.). (2) İkinci düzeyde ise siyasal toplum ya da devlet bulunmaktadır. Siyasal toplum ve devlet; yasama, yürütme, yargı, ordu, polis ve benzeri alanlardan oluşan yapıdır. Bu iki düzey bir yanda yönetici grubun toplumsal yapının tümü üzerinde uyguladığı hegemonya işlevini diğer yandan da devlet ve hukuksal iktidar yoluyla uygulanan doğrudan egemenlik ya da komuta işlevine tekabül eder. Gramsci için sivil toplum karşılıklı maddi ilişkilerin tümünü değil, ideolojik-kültürel ilişkilerin tümünü; ticari ve sanayi yaşamın tümünü değil, tinsel ve düşünsel yaşamın tümünü içermektedir. Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya kavramları arasında kurduğu bağlantı, özellikle Batı toplumları için önerilmiştir. Çünkü Batı toplumlarında, Doğu toplumlarından farklı olarak, sivil toplum kurumları güçlü ve gelişkindi. Bu yoruma göre, Batıda sosyalizmi kurmanın yolu, artık, sosyalistlerin sivil toplumun çeşitli kurumlarını dönüştürmelerinden ve böylece sivil toplumda kendi ideolojik hegemonyalarını kurmalarından geçiyordu. Buradaki temel hedef, devletin giderek genişleyen bu sivil toplum içinde erimesini sağlamaktı. Gramsci’nin Marksist siyaset bilimine en önemli katkısı, toplumsal iktidar kavramı çerçevesinde devlet tanımını genişletmiş olmasıdır. Gramsci’ye göre, her hangi bir sosyal grubun siyasal etkinliği toplumda kendini iki biçimde gösterir: (1) egemenlik ya da siyasal iktidara sahip olmak, (2) entellektüel ve kültürel önderlik. Böylelikle devlet kavramı da yargı- yasama-yürütme çerçevesini aşarak bir toplumsal grubun öteki toplumsal gruplar üzerindeki siyasal, entellektüel ve kültürel etkisinden kaynaklanan toplumsal iktidarın oluşturduğu sivil toplum da aynı derecede ve birlikte önem kazanmaktadırlar.

Tarihsel Blok

Gramsci’ye göre hegemonyanın kurulması ve işleyebilmesi için, maddi güçler, kurumlar ve ideolojiler arasında uyum sağlanması gerekir. Gramsci bu durumu “tarihsel blok” olarak adlandırır. Hegemonyanın içinde işleyeceği tarihsel blok, bir dizi sınıf çıkarının siyasi olarak sentezlenerek evrenselleştirilmesi çabasının bir ürünüdür. Bir tarihsel blok, maddi güçler, kurumlar ve ideolojiler ya da daha geniş anlamda, kendisini oluşturan unsurlara stratejik bir yönelim ve tutarlılık veren bir dizi hegemonik düşünce etrafında siyasi olarak örgütlenmiş farklı sınıf güçlerinin ittifakı arasındaki tarihsel bir uyuma karşılık gelir. Gramsci “tarihsel blok” kavramından yapılar ve üst yapılar arasındaki bütünlük olarak söz etmiştir. Bu bağlamda, tarihsel blokta doğrudan doğruya üretim güçlerine bağlı sosyo-ekonomik bir alt yapı ile politik ve sivil toplumdan meydana gelen bir üst yapı görülür. Alt yapı ve üst yapı arasındaki organik bağlantıyı tarihsel bloğun üst yapısını yöneten aydınlar sınıfı sağlar. Bu nedenle tarihsel bloğun gerçekleşmesinde “organik aydınların” rolü çok önemlidir. Bu aydınlar sınıfı yalnızca fikir üretmez, aynı zamanda bulundukları toplumsal sınıfın çıkarlarını gözetecek olan hegemonya projesini geliştirerek, toplumsal güçleri organize eder. Bu bağlamda bu sınıf, tarihsel bloğun ortak kimliğini oluşturan fikirlerin ve kurumların oluşmasında ve hegemonya için gerekli rızanın sağlanmasında önemli rol oynar. Tarihsel blok, hegemonik toplumsal sınıf olmadan var olamaz.

Farklı Marksizmler

Marksizm , Marx’ın ölümünden sonra gerçekleşen, orjinal çalışmalarına dayanarak gerek siyasal pratik yoluyla gerekse de kuramsal çabalarla felsefesini, görüşlerini, yöntemsel ve kavramsal çerçevesini genişleten, yorumlayan, eleştiren, gözden geçiren ve uygulamayı hedefleyen yaklaşımlardır. Tarihsel devinim içinde Marksist olarak etkinlik gösterenlerin Geleneksel Marksizm ve Batı Marksizm olarak ikiye bölündüğü Perry Anderson (2004) gibi düşünürler tarafından savunulmuştur. Geleneksel Marksizm temsilcileri Marx, Engels, Lenin, Plekhanov, Kautsky, Bernstein, Luxemburg, Troçki ve Buharin’dir. Geleneksel Marksizm (Ortodoks Marksizm) toplumsal gelişmenin özgül yasalarını, sınıf çatışmasının kaçınılmazlığını, sınıfların kutuplaşmasını, giderek artan ekonomik krizleri ve kapitalizmin nihai çöküşünü vurgulamıştır. Klasik Marksizme göre, marksizmin çekirdeğini sınıf mücadelesi oluştururken; verilecek olan mücadele sınıfların ortadan kaldırılması ile bir devrim yaratarak kapitalist sistemin çöküşüne neden olacaktır.

Batı Avrupa Marksizmini ortaya çıkaran Tarihsel Koşullar

Batı Marksizmi, marksizmin perspektifleri, sınıf savaşımı veya devrim gibi radikal girişimler yerine gitgide daha çok iktidar mücadelesine ve sivil toplumun kültürel ve siyasal olarak geliştirilmesine odaklanmıştır. Batı Marksizmi tarihsel bağlamı içinde zamanın ruhuna uygun olarak geliştirilmiş kuramsal çabalarla ortaya çıkmıştır. 1920’lerde ortaya çıkan 1960’larda en büyük etkiye sahip olan batı Marksizm akımını başlatan Lukacs, Gramsci, Korach ve Frankfurt Okulunun önde gelen isimleri Benjamin, Horkheimer, Marcuse ve Adorno olmuştur.

Orta Avrupa’da kapitalist ilişkiler açısından “ileri” olduğu tahmin edilen koşullar altında bile proletarya devriminin yenilgiye uğraması (1918-1923) ve ardından faşizmin kazandığı zaferler, geleneksel Marksist anlayışta ciddi bir krize yol açmıştır.

Almanya’daki kapitalizm çok gelişkin olması nedeniyle beklenenin aksine Naziler iktidara gelmiş, Rusya’daki sosyalist devrim çok katı, bürokratik ve doktriner bir Stalinizme dönüşmüştü. Batı marksizmi, ilk teorik tezlerini Sovyet marksizme meydan okuyan eleştirileriyle ortaya koymuştur.

Lukacs, Korsch ve Gramsci gibi düşünürler “kültür, sınıf bilinci, ideoloji ve Hegemonya” kategorileri üzerinde çalışarak Marx’ı ve marksizmi yeniden yorumladılar. Marksizm bir hümanizm ve kültür teorisi olarak insanlığın kurtuluşu ve toplumun içsel-kültürel gelişmesinin sonucunda gerçekleşebileceği düşüncesinin gündeme getirmişlerdir.

Marksizm için anahtar kavramlar olan ekonomi- politik ve devrim stratejisi gibi sorunları bir kenara bırakarak kitle demokrasisine ağırlık verilmesini gerekli gören bir teorik konumlanış olarak batı marksizmi, postmarksist anlayışa da esin kaynağı olmuştur.

Batı Avrupa Marksizminin Temel Savları

Gramsci ve Lukacs’ın içinde oldukları Hegelci Marksizm, tarihin öznelerin ürünü olduğunu, özlerin tarihi yaparken aynı zamanda kendilerini de yarattıkları düşüncesini benimsemiştir. Tüm batı Marksistleri marksizmin bir kültür ve bilinç teorisi gerektirdiğinde anlaşıyordu ve bu boyutları vurgulamak üzere marksizmi toplumsal ve tarihsel gerçekçilikle sınırladılar. Onların gözünde Marksizm, genel bir bilim değil bir toplum teorisiydi.

Batı marksizminin kuramsal olarak öne çıkan ortak özellikleri:

  • Batı Marksizmin odak noktaları teorik, felsefi ve kültürel boyutları olmuştur.
  • Teorinin üretim merkezi mücadele ve eylem alanlarından üniversitelere kaymıştır.
  • Siyaset ve ekonomiden çok kültürel alana yönelme söz konusu olmuş, Felsefe ve Yöntem tartışmaları ön plana çıkmıştır.
  • Marksizm bir hümanizm ve bir kültür teorisi olarak tanımlanıp, insanlığın kurtuluşunun salt ekonomik yasaların analiziyle değil, toplumun içselkültürel gelişmesi bağlamında gerçekleşeceği düşüncesini savunmuşlardır.
  • Marksizmin Avrupa’da yenilgilerinden ders çıkarmak için, burjuvazinin ve kapitalizmin gelişmesi ve ayakta kalmasını sağlayan kültürel ve siyasal araçların analizi yapılmıştır.
  • Batı marksizmi kendisini Marx, Lenin, Luxemburg ve Troçki’nin temellerini attığı Klasik Marksist öğretiden ve Stalin’in yönetiminde gerçekleşen resmi “Doğu Bloku” deneyimlerinden ayrıştırmak istemiştir.

Georg Lukacs (1885-1971)

Lukacs, 20.yüzyılın ilk yarısında Marx’ın kavram ve kategorilerini belirli bir kavrayış yönünde Hegel’in Felsefesinin ışığında değerlendirmiş, açıklamış ve yeniden tanımlamıştır. Ayrıca, edebiyat ve sanat kuramı açısından ürettiği yapıtlar ile Marksist estetik anlayışın temellerini atmıştır. Hegelci Marksizm en bilinen isimlerinden olan Lukacs, marksizmi toplumsal yasaları keşfeden bir bilimsel doktrin olmasından ziyade, insani özgürleşmeyi hedef alan bir praksis felsefesi olarak kurgulamak istemiştir.

Max Weber ve Georg Simmel’in öğrencisi olan Lukacs’ın ilk çalışmalarında insani yabancılaşma anlayışının etkileri görülür. Lukacs, insani yabancılaşma kavramına yeni bir Marksist yön verir. Lukacs, Simmel’in nesneleştirme, Weber’in ise rasyonelleşme süreci olarak yorumladığı modernlik anlayışını alarak, Marksist kapitalist üretim biçiminin eleştirisi ile birleştirmiştir.

Tarih ve Sınıf Bilinci

Lukacs’ın 1923’te yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde Marksist tarih felsefesi alanındaki özgün görüşleri geliştirmiştir. Bu eserinde Lukacs kapitalist sistemde ortaya çıkan muazzam metalar yığınının yabancılaştırıcı etkisinin şeyleşme kavramı çerçevesinde açıklamış; proleteryanın nesnel konumundan ötürü öznenesne özdeşliğine dayanarak tarihsel özne rolünü ön plana çıkarmıştır.

Lukacs’ın, Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında marksizmi bütünlük, dolayım, sınıf bilinci, şeyleşme, devrimci özne, özne-nesne özdeşliği gibi kavram ve kategoriler etrafında şekillendirmeye çalıştığı söylenebilir.

Lukacs marksizme egemen olan evrimci pozitivizmi hedef almıştı. Engels’i marksizmi diyalektik bir toplum teorisinden çıkarıp, mekanik bir teori haline getirmekle suçluyordu. Çünkü Engels, yazılarında bilinci dışsal güçlerin pasif ürünü ve nesnel koşulların yansıması durumuna indirgemekteydi. Lukacs’a göre, gerçeklik ancak bir bütüncüllük olarak anlaşılıp yayılabilir ve ancak kendisi bir bütüncüllük olan bir özne bu yayılmayı gerçekleştirebilirdi. Hegel bu felsefeyi “gerçeklik yalnızca töz olarak değil, aynı zamanda özne olarak anlaşılmalı ve ifade edilmelidir” ilkesiyle açıklamaktadır.

Lukacs’a göre, olguların kendi başına bir anlamı yoktur; yalnızca bir bütünle birleştikleri zaman anlamları vardır. Diyalektik yöntem, bütünün parçalardan önce geldiğini, parçaların bütünle ilişkiler çerçevesinde yorumlanması gerektiğini öne sürmektedir.

Tarihin anlamı, yani gerçeklik, kapitalizmin nesnel ve ekonomik yapısının incelenmesinde değil, işçi sınıfı hareketinin zorunlu bir tarihsel ilerlemeyi oluşturduğunun kavranmasında yatmaktadır. Lukacs, proleteryanın sınıf bilinci ile burjuvazinin sınıf bilinci arasında temel bir ayırım yapar. Proleteryanın sınıf bilinci gerçekliği bütünsel olarak kavrayabilirken, burjuvazi sınıfının bilinci, gerçekliği parçalanmış ve bütünlükten uzak bir şekilde algılama eğilimdedir. Burjuva düşüncesi verili ampirik formları kabul eden ve değişimi de bütünsel yapılarla ilişkileri dışında ve tarihsel olmayan bir yapıdadır.

Bilgi, proleteryanın devrimci pratiğiyle yakından bağlantılıdır. Lukacs, tarihi gelişmeye ancak işçi sınıfının bilincinin müdahale edebileceğini ima etmektedir. Lukacs’a göre, eğer bir grup veya sınıf kendi koşullarını değiştirmek istiyorsa, bu koşulları geniş bir bağlama yerleştirerek bu koşulları sağlayan bütünlüğü görmek durumundadır. Bütünlüğün bilgisine sahip olmak aynı zamanda özgürleştiricidir. Lukacs, sınıf bilincini ikiye ayırmaktadır

  1. Psikolojik Bilinç
  2. Atfedilen (Aşılanmış) Bilinç

Lukacs’a göre sınıf Bilinci “tek tek proleterlerin ruhbilimsel bilinci ya da tüm proleterlerin kitlesel psikolojik bilinci” değildir; tersine “Sınıfın tarihsel durumunun bilinçli hale gelmiş anlamı” demektir

Şeyleşme (Reification) Kuramı

Lukacs kapitalizmi açıklamak için şeyleşme, yabancılaşma, metalaşma, fetişizm, nesnelleşme, rasyonelleşme, nicelikselleşme, hesaplanabilirlik ilkesini v.b. kavramsal çerçeveye başvurmuştur. Weber sosyolojisinden rasyonelleşme, nicelikselleşme, hesaplanabilirlik ilkesini almıştır. Lukacs için kapitalizm toplumsal bütünlüğü parçalara ayırma ve insanlar arası ilişkileri şeyler arası ilişkilermiş gibi gösterme yoluyla insanın yabancılaşmasına yol açarken, Marksizm bu kapitalist şeyleşmenin yarattığı örtüyü ortadan kaldırır. Marksizmi burjuva bilim ve düşüncesinden ayıran nitelik, ekonomik gerekçelerin tarihin açıklanmasında oynadığı öncelikli rol değil; “bütün” anlayışı denen görüş açısıdır.

Toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi Marx’ın meta-fetişizmi dediği şeyin sonucudur; emek ürünlerinin piyasada değiş tokuş edilmesi insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin şeyler arasındaki görünüşte doğal olan ilişkilere dönüşmesine neden olur. Lukacs, kapitalist bir dünyayı bütün toplumsal ilişkilerin, şeyleşmiş ilişkilerle yer değiştirdiği bir dünya olarak betimler. Şeyleşme tüm sınıfların içinde yaşadığı bir olgu olmasına rağmen işçi sınıfı toplumsallığı bütünlük içerisinde görebilen ve analiz edebilen yegane sınıf olduğu için şeyleşmeden kurtulabilecek tek sınıftır.

Antonio Gramsci (1891-1937)

Gramsci, Ortodoks Marksizmin eknomiye verdiği önceliği sınırlandırması, determinist Marksizmin altyapı-üstyapı ilişkilerine yeni bir yorum getirmesi, sivil toplumun önemini vurgulaması, sınıf mücadelerinde hegemonya, ideoloji ve kültürü öncelikli alanlar olarak belirlemesi ve aydınların sınıf bilincini oluşturma konusundaki rollerini detaylı bir şekilde açıklaması nedeniyle döneminin en özgün Marksist düşünürü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gramsci’nin Marksist anlayışı, Geleneksel Marksistlerden olan Engels, Plekhanov ve Kautsky’den ziyade Machiavelli, Labriola, Sorel ve İtalyan Hegelci Beneditto Croce’deki anti-pozitivist öğelerden etkilenmiştir. Gramsci, otomatik ve kaçınılmaz bir tarihsel gelişme düşüncesini reddeder. Gramsci’ye göre, insanlar gelmesini beklemekle kalmayıp tarihlerini yapmak zorundadırlar. Kitleler devrimci değişme olacakmış gibi hareket etmeli ve bunu başarabilmek için sınıf bilincine sahip olmalıdırlar. Gramsci’ye göre, işçi sınıfı tarihteki rolü konusunda bilinçli olmak ve tarihi değiştirmek için pasif değil aktif bir biçimde mücadele etmek zorundadır. Entellektüellerin öncülük ettiği bu işçi kitlelerinin ihtiyacı, devrimci bir ideoloji, felsefeyle pratiği birleştiren bir hegemonya, Lenin ve Bolşeviklerin benimsediği stil ve tarzda kültürel liderlik sağlayan bir praksis felsefesidir. Marksizm ya da Gramsci’ye göre praksis felsefesi, kendisini eğitmeye ve sömürüyle sınıf tahakkümünden kurtarmaya çalışan tabi durumdaki işçi sınıfının kolektif iradesini ifade etmektedir. Devrim, dışsal ekonomik güçlerin otomatik bir sonucu değil, bir sınıfın kültürel olarak diğer sınıfların hepsinin üzerinde tahakküm kurmasının bir sonucu olacaktır.

Gramsci’ye göre, işçi sınıfı egemen bir sınıf haline gelmek istiyorsa, gerek ekonomik, politik ve askeri güçle, gerekse de entellektüel ve ahlaki önderlikle diğer tabi sınıf ve katmanları kendi fikirlerine ve otoritesine ikna etmeli ve kültürel hegemonyasını kurmalıdır. Bu anlamda, kültürel hegemonya devrim eyleminden önce gelmektedir ve kolektif eylemle yapılmaktadır.

Geleneksel ve Organik Aydınlar

Gramsci bir ülkenin kendisini ayrı bir sınıf veya topluluk diye gören “geleneksel aydınları” ile her sınıfın (köylülük hariç) kendi saflarından “organik olarak” yetiştirdiği düşünce adamları arasında ayrım yapmaktadır. Entellektüelleri çok genel olarak “geniş anlamıyla örgütleyici işlevi olan” herkesi kapsayacak bir biçimde tanımlamıştır. Organik aydınlar , oluşmakta olan bir toplumsal sınıfın ürünleridir ve roller söz konusu sınıfa kültürel, siyasal ve ekonomik alanlarda homojen bir özbilinç kazandırmaktır. Toplumsal yaşama etkin bir biçimde katılan ve bu yaşamda zaten varolan siyasal akımların kuramsal gelişimine yardım eden, örgütleyen, inşa eden ve “daima ikna eden” bir kimsedir. Organik aydın, felsefe ile halk arasında bağlantı veya köprü kurar; birincisinde uzman, ama etkin bir şekilde ikincisiyle birleşir. Onun hedefi, ortak bilinçten, heterojenlik gösteren bireysel iradelerin ortak bir dünya anlayışı temelinde bir araya gelip, sıkıca birleşeceği bir “kültüreltoplumsal” birlik yaratmaktır. Geleneksel aydın ise toplumsal yaşamdan kopuk, büyük ölçüde bağımsız olduğuna inanan aydınlardan oluşmaktadır. Bu tür aydınlar (rahipler, idealist felsefeciler, Oxford’lu akademisyenler vd.) Gramsci’ye göre, bir önceki tarih döneminden arta kalmışlardır. Machiavelli’den etkilenen Gramsci’ye göre, Modern Prens yani devrimci pratik kendi organik aydınlarını ve alternatif bir hegemonyayı geliştirmeye yardım ederek işçi sınıfının yeni bir toplum yaratmasına imkan veren bir yapıdır.

Hegemonya

Gramsci için hegemonya, egemenliğin zora başvurmadan siyasal meşruluk yoluyla uygulanmasını, yönetilenlerin rızalarının kazanılması anlamına gelmektedir. Gramsci’ye göre hegemonya oluşturmak, toplumsal yaşamda, birisinin kendi “dünya görüşü”nü bir bütün olarak toplum bünyesine baştan sona yayarak ve böylece kendi çıkarları ile toplum çıkarlarını büyük ölçüde eşitleyerek, ahlaki, siyasi ve entelektüel liderlik kurması demektir. Gramsci hegemonyayı, devlet ile ekonomi arasındaki bütün aracı kurumları kastettiği “sivil toplum” alanı ile ilişkilendirir. Özel televizyon kanalları, aile, erkek izci hareketi, kilise, cami, anaokulları, ordu, gazete; bütün bunlar bireyleri egemen iktidara baskıdan çok rıza ile bağlayan hegemonik aygıtlar olarak görülür.

Gramsciye göre, modern toplumlarda işçilerin fabrikaları işgal etmesi ve devlete karşı çıkması yeterli olmayacaktır. Aynı zamanda en geniş ve en gündelik tanımı içinde “kültür” alanının tamamında da mücadele verilmelidir. Yönetici sınıfın iktidarı maddi olduğu kadar manevi bir iktidardır. Gramsci ideolojinin durağan bir yapısının olduğunu ancak ideolojiyi de kapsayan hegemonyanın dinamik bir karakterde olduğunu vurgulamaktadır: Hegemonya hiçbir zaman bir kerede ulaşılan bir şey değildir; sürekli yenilenmesi, yeniden yaratılması, savunulması ve değişikliğe uğratılması gerekir. Gramsci’ye göre, işçi sınıfı, güç kazanmak için kendi özel çıkarlarını aşmalı, toplumun diğer kesimleriyle birleşmeli ve kendi davasının ahlaki doğruluğunu göstermek için halkın büyük kesimini kazanmalıdır. Modern sosyalist bir devrim, Gramsci’ye göre, siyasal güç kadar fikirleri, bir lider kadrosu kadar azınlığın kitlesel desteğini gerektirir.

Gramsci Hapishane Defterleri kitabında ideoloji teriminin bütünüyle olumsuz kullanımlarının tamamını reddeder. Gramsci’ye göre ideoloji insanların üzerinde hareket ettikleri, mücadele verdikleri ve kendi toplumsal koşullarının bilincine vardıkları zemini oluşturan, etkin bir biçimde örgütleyici güçler olarak görülmelidir.

Sivil Toplum ve Devlet

Gramsci, “hegemonya” kavramıyla desteklenen bir siyaset kuramı oluşturma çabasının sonucu olarak, sivil toplumu, yalnızca bireysel ihtiyaçların değil, özgürlük ve kendini düzenleme potansiyeli barındıran örgütlenmelerin alanı olarak görmektedir. Gramsci sivil toplum tartışmalarında devrim niteliğinde bir yaklaşım getirerek sivil toplumu Marx’ın aksine alt yapısal alan değil, üst yapıya koymuştur. Gramsci’de sivil toplum yapısal (ekonomik) değil, üstyapısal düzeye aittir ve üstyapıda iki temel üstyapı düzeyi saptamaktadır: (1) Birinci düzeyde sivil toplum yani “özel” diye anılan alan vardır (devlet dışındaki medya, sendikalar, dernekler, örgütler, dinsel kurumlar vb.). (2) İkinci düzeyde ise siyasal toplum ya da devlet bulunmaktadır. Siyasal toplum ve devlet; yasama, yürütme, yargı, ordu, polis ve benzeri alanlardan oluşan yapıdır. Bu iki düzey bir yanda yönetici grubun toplumsal yapının tümü üzerinde uyguladığı hegemonya işlevini diğer yandan da devlet ve hukuksal iktidar yoluyla uygulanan doğrudan egemenlik ya da komuta işlevine tekabül eder. Gramsci için sivil toplum karşılıklı maddi ilişkilerin tümünü değil, ideolojik-kültürel ilişkilerin tümünü; ticari ve sanayi yaşamın tümünü değil, tinsel ve düşünsel yaşamın tümünü içermektedir. Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya kavramları arasında kurduğu bağlantı, özellikle Batı toplumları için önerilmiştir. Çünkü Batı toplumlarında, Doğu toplumlarından farklı olarak, sivil toplum kurumları güçlü ve gelişkindi. Bu yoruma göre, Batıda sosyalizmi kurmanın yolu, artık, sosyalistlerin sivil toplumun çeşitli kurumlarını dönüştürmelerinden ve böylece sivil toplumda kendi ideolojik hegemonyalarını kurmalarından geçiyordu. Buradaki temel hedef, devletin giderek genişleyen bu sivil toplum içinde erimesini sağlamaktı. Gramsci’nin Marksist siyaset bilimine en önemli katkısı, toplumsal iktidar kavramı çerçevesinde devlet tanımını genişletmiş olmasıdır. Gramsci’ye göre, her hangi bir sosyal grubun siyasal etkinliği toplumda kendini iki biçimde gösterir: (1) egemenlik ya da siyasal iktidara sahip olmak, (2) entellektüel ve kültürel önderlik. Böylelikle devlet kavramı da yargı- yasama-yürütme çerçevesini aşarak bir toplumsal grubun öteki toplumsal gruplar üzerindeki siyasal, entellektüel ve kültürel etkisinden kaynaklanan toplumsal iktidarın oluşturduğu sivil toplum da aynı derecede ve birlikte önem kazanmaktadırlar.

Tarihsel Blok

Gramsci’ye göre hegemonyanın kurulması ve işleyebilmesi için, maddi güçler, kurumlar ve ideolojiler arasında uyum sağlanması gerekir. Gramsci bu durumu “tarihsel blok” olarak adlandırır. Hegemonyanın içinde işleyeceği tarihsel blok, bir dizi sınıf çıkarının siyasi olarak sentezlenerek evrenselleştirilmesi çabasının bir ürünüdür. Bir tarihsel blok, maddi güçler, kurumlar ve ideolojiler ya da daha geniş anlamda, kendisini oluşturan unsurlara stratejik bir yönelim ve tutarlılık veren bir dizi hegemonik düşünce etrafında siyasi olarak örgütlenmiş farklı sınıf güçlerinin ittifakı arasındaki tarihsel bir uyuma karşılık gelir. Gramsci “tarihsel blok” kavramından yapılar ve üst yapılar arasındaki bütünlük olarak söz etmiştir. Bu bağlamda, tarihsel blokta doğrudan doğruya üretim güçlerine bağlı sosyo-ekonomik bir alt yapı ile politik ve sivil toplumdan meydana gelen bir üst yapı görülür. Alt yapı ve üst yapı arasındaki organik bağlantıyı tarihsel bloğun üst yapısını yöneten aydınlar sınıfı sağlar. Bu nedenle tarihsel bloğun gerçekleşmesinde “organik aydınların” rolü çok önemlidir. Bu aydınlar sınıfı yalnızca fikir üretmez, aynı zamanda bulundukları toplumsal sınıfın çıkarlarını gözetecek olan hegemonya projesini geliştirerek, toplumsal güçleri organize eder. Bu bağlamda bu sınıf, tarihsel bloğun ortak kimliğini oluşturan fikirlerin ve kurumların oluşmasında ve hegemonya için gerekli rızanın sağlanmasında önemli rol oynar. Tarihsel blok, hegemonik toplumsal sınıf olmadan var olamaz.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.