Açıköğretim Ders Notları

İş Ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dersi 1. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden İş Ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dersi 1. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

İş Hukuku Hakkında Genel Bilgiler ve 4857 Sayılı İş Kanunu’nun Uygulama Alanı

Giriş

İş hukuku kuralları ile düzenlenen bir iş ilişkisinin iş sözleşmesine dayalı olması gerekmektedir. İş sözleşmesinin işçi ve işveren olarak iki tarafı bulunmakta ve taraflar iş sözleşmesiyle bazı borçlar üstlenmektedirler. Ülkemizdeki iş hukuku alanındaki temel kanun olan 4857 sayılı İş Kanunu (İK), kapsamına aldığı kişiler bakımından birçok koruyucu düzenleme getirmektedir.

İş Hukukunun Tarihsel Gelişimi

Bugünkü anlamda bir iş hukuku disiplininin, hızlı teknolojik gelişmenin sanayi alanına uygulanması sonucunda ülkelerin endüstrileşmesine yol açan Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Sanayi Devrimi’nin koşulları altında oluşan ortam, işçi kesiminin doğmasına yol açmış ve bu kesimin çalışma hayatında korunma zorunluluğunun duyulması ile de iş hukuku disiplini ortaya çıkmıştır.

Sanayi Devrimi, 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayarak, “Sanayi Dönemi” olarak adlandırılan yeni bir dönemin başlamasına ön ayak olmuş ve toplumların ekonomik, sosyal ve hukuki yapılarında köklü değişimlere yol açmıştır. İlk olarak buhar, daha sonra da gaz ve elektrik gibi yeni enerji güçlerinin bulunması, bu enerji güçlerinin uyarlandığı makinelerin yapılması ve bu makinelerin üretimde kullanılmaya başlaması gibi bir dizi teknolojik gelişme ile birlikte Sanayi Devrimi ilk olarak İngiltere’de başlayarak daha sonra Fransa, Almanya gibi bazı Batı Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Sanayinin gelişip yaygınlaşmasıyla birlikte bu makinelerin kullanıldığı fabrikaların sayıları da giderek çoğalmıştır. Teknolojik gelişmeler fabrikalarda üretim sürecini de etkilemiş, üretim süreci bir yandan hızlanıp basitleşirken, diğer yandan da ürünler çeşitlenmiştir. İleri ölçüdeki iş bölümü ve seri üretim ile birlikte yeni bir iş ilişkisi ve bu ilişkinin dayalı olduğu yeni bir çalışma statüsü de doğmuş ve fabrikalarda, fabrika sahiplerinin ad ve hesabına onlara bağlı olarak ücret geliri karşılığında çalışan sanayi işçisi ortaya çıkmıştır .

Bu dönemde, 1789 Fransız Devrimi’nin düşünsel etkileri mevcuttu. Fransız Devrimi’nin getirdiği liberal düşünce ve bu düşüncenin savunduğu “bırakınız yapsınlar ve bırakınız geçsinler” ilkesi kişilerin birlikler ve benzeri örgütler kurmasını büyük ölçüde engellemiş; bireyin kendi iradesini en iyi kendisinin yansıtabileceği ve bu nedenle kişilerin birleşerek oluşturduğu örgütlerin bunu ideal anlamda gerçekleştiremeyeceği ilkesinden hareket etmiştir. Bu düşünsel yapı, herkesin özgür ve eşit olduğu varsayımından hareketle, devletin olaylara müdahale etmesini uzun süre engellemiştir. Buna rağmen oluşan fakirlik ve sömürünün büyük boyutlara varması ve dinsel akımların da zorlaması ile nihayet devlet, pasif rolünü bırakarak çalışma hayatına müdahale etmek zorunda kalmıştır. Devlet aldığı bir takım sosyo-politik önlemlerle çalışma hayatını disiplin altına almayı ve dolayısıyla sarsılmaya başlayan toplumsal yapıyı düzenlemeyi amaçlamıştır. Devletin müdahalesinin ilk belirtileri İngiltere’de; daha sonra tüm Avrupa’da görülmüş ve özellikle kadın ve çocuk işçilere yönelik olarak gerçekleşmiştir .

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile iş hukukuna ilişkin ulusal ve uluslararası düzenlemeler savaş süresince sekteye uğramış, ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Versailles Barış Anlaşması (1919) ile Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labor Organization-ILO) kurularak işçi sorunlarına uluslararası düzeyde çözüm olanağı sağlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birçok uluslararası örgüt varlığını yitirirken, ILO savaş sonrasında da çalışmalarını sürdürmeye devam etmiş ve çıkardığı sözleşme ve tavsiye kararları ile iş hukukuna ilişkin uluslararası düzeyde düzenlemeler getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, uluslararası iş birliği daha da artarak günümüze kadar büyük gelişmeler sağlamıştır.

Küreselleşmeyle birlikte üretimin uluslararası nitelik kazanması, dünya ölçeğinde küreselleşen sanayi işletmelerini ortaya çıkarmıştır. Artık sanayi toplumu aşılarak sanayi ötesi toplumun (bilgi toplumunun) özel koşulları ortaya çıkmıştır. Bu yeni toplum yapısı içinde işçinin de niteliği değişmiş ve sanayi toplumunun mavi yakalı işçileri yerlerini beyaz yakalılara bırakmıştır.

Küreselleşme karşısında iş hukukunun temel bir takım ilke ve güvencelerinin tanındığı ve bunun dışındaki hususların ise tarafların inisiyatifine bırakıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, başlangıçta temel düzenleyici otorite olan devlet, iş hukuku alanından çekilerek sadece bazı temel hakları güvence altına alırken onun dışındaki geniş bir alan işçi, işveren ya da bunların temsilcileri tarafından düzenlenmektedir.

Türkiye’de iş hukukunun tarihsel gelişimini Cumhuriyet Öncesi ve Cumhuriyet Dönemi olarak ikiye ayırarak incelemek gerekir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk sanayileşme hareketleri, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde başlamıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde; yapı, deri, halı, dokuma, cam vb. alanlarda sanayinin kurulup geliştirilmesi sonucu, İstanbul ve Rumeli’de, çoğu yabancı sermaye ve ortaklıklar tarafından kurulup işletilen fabrikaların sayısının artmasına bağlı olarak buralarda çalışan işçi sayısında da artış gözlenmiştir. Bu dönemde teamülü hukuk kurallarının, diğer bir ifadeyle gelenek ve göreneklerin yerini pozitif hukuk kuralları almıştır.

Türk İş Hukuku tarihçesi içinde önemli bir olay, 1920 yılında kurulan TBMM’nin henüz Cumhuriyet kurulmadan 1921 yılında çıkardığı 114 sayılı “Zonguldak ve Ereğli Havzai Fahmiyesinde Mevcut Kömür Tozlarının Amele Menafii Umumiyesine Olarak Füruhtuhuna Dair Kanun”dur. Bu Kanun, Zonguldak ve Ereğli Kömür Havzası’nda kömür üretiminden sağlanan tozların açık arttırma suretiyle satılarak bedelinin işçilerin yararına kullanılmak üzere Ziraat Bankası’na yatırılmasını öngörmektedir.

Cumhuriyetin ilanından sonra kabul edilen 1924 Anayasası, toplanma ve dernek kurma hakkını tanımış ve bu dönemde iş hukuku alanında da birtakım kanunların oluşturulması çalışmalarına başlanmıştır. 1924 tarihli 394 sayılı “Hafta Tatili Kanunu”, 1926 tarihli 818 sayılı “Borçlar Kanunu”, 1930 tarihli 1593 sayılı “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” ve 1935 tarihli 2739 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatil Günleri Hakkında Kanun” bu anlamda ilk kanunlardır.

Ülkemizde bireysel iş ilişkileri, ilk kez Borçlar Kanunu’nun “Hizmet Akdi” başlığı altında yer alan hükümleriyle düzenlenmeye başlamıştır. Ancak 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı “İş Kanunu”, Türk İş Hukukunun en önemli belgelerindendir.

Türk İş Hukuku, 1961 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan” sonra çıkarılan çeşitli kanunlar sayesinde gelişim göstermiştir. 1961 tarihli Anayasa, ilk kez sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlere yer vererek; çalışma hakkını, sendika özgürlüğünü, toplu sözleşme ve grev hakkı ile sosyal güvenlik hakkını tanıyan bir anayasadır. Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri kapsamında “sosyal hukuk devleti” ilkesine yer verilmiştir. 1961 tarihli Anayasa hükümleri ülkemizde iş hukuku alanındaki düzenlemelere daha da ileri boyutlar kazandırmıştır.

1982 Anayasası da 1961 Anayasası gibi, sosyal haklara geniş ölçüde yer vermiştir. 1982 Anayasası’nın koyduğu esaslar doğrultusunda, 1983 tarihinde 2821 sayılı “Sendikalar Kanunu”, “2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu” çıkarılmıştır. 2012 tarihinde ise 6356 sayılı “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu” kabul edilmiştir.

1946 tarihinde 4837 sayılı Kanun ile kurulmuş olan İş ve İşçi Bulma Kurumu, 2003 tarihinde 4904 sayılı Kanun ile Türkiye İş Kurumu olarak değiştirilmiştir. Sosyal Güvenlik Hukuku alanında da 16.05.2006 tarihinde kabul edilen ve 20.05.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5502 sayılı “Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu” ile 31.05.2006 tarihinde kabul edilen, ilk olarak yürürlük tarihi 01.01.2007 olarak belirlenmiş olmasına rağmen bazı maddeleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle son olarak 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu” çıkarılmıştır.

İş Hukukunun Konusu ve Temel İlkeleri

Çalışanları, “bağımlı çalışanlar” ve “bağımsız çalışanlar” olarak iki gruba ayırabiliriz. İş hukuku ise bağımlı çalışanlardan sadece işçileri ele almakta ve bunların işverenlerle olan ilişkilerini düzenlemektedir. Bağımsız çalışanlar ise iş hukukunun kapsamına girmemektedir. Bağımlı olarak çalışanlar grubuna işçilerden başka memurlar girmekte ve bunların durumu ise idare hukukunda düzenleme altına alınmıştır. Bu bağlamda, iş hukuku, “bağımlı çalışma olgusunu düzenleyen özel bir hukuk dalı” olarak kabul edilebilir. Buradaki bağımlı çalışmadan kastedilen, başkasının iş organizasyonuna katılarak ve başkasınca belirlenen bir şekilde iş görmedir .

İş hukukunda yoğun bir devlet müdahalesi yaşanmaktadır. İş hukukunun önemli bir niteliği sadece işçi-işveren değil, işçi-işveren-devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde de kendini göstermesidir. İşçi ile işveren arasındaki çalışma barışının kurulmasında devletin rolü ve müdahalesi, bunlarla devlet arasındaki hukuki ilişkilerin kurulmasına yol açmış ve devlet de zaman zaman getirdiği işçi yararına nispi normlar ile iş hukukunun içinde yer almıştır.

Ayrıca iş hukuku yalnızca iş sözleşmesinin tarafları arasındaki ilişkiyi düzenlemez. Bu tarafların her birinin üye olabildiği örgütler de iş hukukuna konu olmaktadır. Bu bağlamda iş hukuku, iş sözleşmesine bağlı olarak çalışanlarla, çalıştıranlar ve bunların örgütleri ile devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu bağlamda iş hukukunu “bireysel iş hukuku” ve “toplu iş hukuku” olarak iki alt kategoride ele almak mümkündür.

Bireysel iş hukuku, tek işçiyle tek işveren arasındaki ferden kurulan iş ilişkilerini konu alır. Bu bağlamda, işçi ve işveren arasındaki iş ilişkisinin kurulması, son bulması, son bulmasının sonuçları, işçi ve işverenin birbirine karşı olan borçları bireysel iş hukukunun kapsamına girmektedir. Ülkemizde bireysel iş hukuku alanındaki temel kanunlar; “4857 sayılı İş Kanunu”, “5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun” ve “854 sayılı Deniz İş Kanunu’dur”.

Toplu iş hukuku, işçi ve işverenlerin örgütleri, işçi ve işveren örgütlerinin birbirleri ve devletle olan ilişkileri, bu örgütlerin faaliyetleri, toplu iş sözleşmeleri, toplu iş uyuşmazlıkları ve bunların çözüm yolları gibi konuları ele almaktadır. Ülkemizde toplu iş hukuku alanındaki temel kanun; 2012 tarihinde çıkarılan “6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’dur”.

Başlangıçta sosyal güvenlik hukuku sadece işçilerin belirli risklere karşı korunmasını amaçladığından iş hukuku disiplini içerisinde yer alırken günümüzde ise, risklerin sayısındaki artışa ve herkesi kapsama alma anlayışına bağlı olarak iş hukuku disiplininden ayrı bir disiplin olarak kabul edilmektedir. Ülkemizde sosyal güvenlik ile ilgili şu an yürürlükte bulunan temel kanunlar; 2006 tarihinde çıkarılan 5502 sayılı “Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu” ile 5510 sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’dur”.

İş hukukunun temel ilkelerin bakacak olursak, Güçlü olan işveren karşısında ekonomik yönden güçsüz ve bağımlı olan işçinin korunması ve bunlar arasında sosyal denge kurma görevi esasen iş hukukunun temel ilkesidir. Güçsüz durumda olan işçinin korunması; başta iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması olmak üzere, çalışma sürelerinin düzenlenmesi ve ücret ile diğer çalışma koşullarının belirlenmesi ve güvence altına alınması ihtiyacı iş hukukunu doğurmuş ve geliştirmiştir .

Üretim araç ve olanaklarını elinde bulundurması nedeniyle kendisinden iş isteyen kişiden üstün durumda bulunan işveren karşısında güçsüz olan işçinin korunması her şeyden önce sosyal devletin ödevidir. Bu bakımdan işçinin korunarak sosyal barışın sağlanması yolunda günümüz anayasalarında sosyal devlet kavramına anlam veren düzenlemeler önem kazanmıştır. Nitekim ülkemiz anayasasında da sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde, çalışanların korunmasını öngören hükümler yer almıştır.

İş hukukuna ait düzenlemelerde bir boşluk ya da eksiklik bulunduğu durumlarda yorumun işçi yararına yapılması iş hukukunun amacı gereğidir. Ancak bir konu işçinin aleyhine de olsa kanunda netlikle düzenlenmişse, işçi lehine yorumla kanunu göz ardı etmek mümkün değildir. Bu nedenle böyle bir durumda kanuni çözüme itibar edilmesi gerekir.

İş sözleşmesi, işçiyle işveren arasında karşılıklı edimlerin değiş-tokuşunu öngören sürekli ve kişisel bir ilişki kurmaktadır. Bunun sonucu olarak da taraflar arasında sadakat, işçiyi gözetme ve eşit davranma vb. birtakım yükümlülükler oluşmaktadır. İşçinin sadece maddi açıdan korunması yeterli değildir. Ayrıca çalışma hayatında işçinin kişiliğinin korunması ve tanınması gerekir. Zira iş sözleşmesi, konusu malvarlığı olan bir sözleşme değil, kişisel ilişki kuran bir sözleşmedir.

İş Hukukunun Kaynakları

Çalışma ilişkilerine uygulanacak kurallar çeşitli kaynaklardan doğmakta ve bunlar değişik nitelik ve koşullarda iş hukukuna kaynak oluşturmaktadır. Çünkü bu kaynaklar çalışma ilişkilerine uygulanacak olan ve çalışma ilişkilerinden doğan sorunların çözüm yolunu gösterecek kurallardır. İş hukukunun kaynaklarını “resmi kaynaklar” ve “özel kaynaklar” olmak üzere iki ana grupta toplayabiliriz. Resmi kaynaklar da “resmi iç hukuk kaynakları” ve “uluslararası kaynakları” olarak ikiye ayrılmaktadır. Resmi iç hukuk kaynakları; devletin ilgili resmi organı tarafından meydana getirilen, uyulması zorunlu, genel ve yaptırımı bulunan kurallardır. Devletin resmi organı ise, kaynağın türüne göre yasama organı olan TBMM, yürütme organı olan Cumhurbaşkanı, Bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri ile yargı organı olan mahkemelerdir. İş hukukunun önemli kaynaklarından birisi de uluslararası çalışma normlarıdır. Uluslararası iş hukuku kaynakları, Uluslararası Çalışma Sözleşmeleri, Birleşmiş Milletler Belgeleri, Avrupa Sözleşmeleri gibi çok taraflı anlaşmalar sonucunda ortaya çıkabileceği gibi, sadece iki taraflı sözleşmeler yoluyla da oluşturulabilir.

İş hukukunun özel kaynakları, farklı çıkar gruplarını temsil eden işçi ve işveren taraflarının serbestçe belirledikleri ve ortaklaşa meydana getirdikleri ya da geleneksel olarak kabul edilebilir özellikler kazanmış kurallardır. Bu kaynaklar bizzat taraflarca oluşturulan özel nitelikteki kaynaklardır.

4857 Sayılı İş Kanunu’nun Uygulama Alanı

İş Kanunu’nun 1. maddesi bu Kanunun kapsamına giren yer, kişi ve faaliyet kollarını belirlemektedir. Buna göre, “Bu Kanun, 4. maddedeki istisnalar dışında kalan bütün işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile işveren vekillerine ve işçilerine faaliyet kollarına bakılmaksızın uygulanır. İşyerleri, işverenler, işveren vekilleri ve işçiler, 3. maddedeki bildirim gününe bakılmaksızın bu Kanun hükümleri ile bağlı olurlar” (İK m.1/2, 3). Bu durumda, istisnalar saklı kalmak üzere işverenler, işveren vekilleri ve işçiler hak ve yükümlülükleri bakımından, işyerinin kurulması veya devralınması ile birlikte, bildirim gününe bakılmaksızın (İK m.1/3) İş Kanunu’nun uygulama alanı içine girerler. Böylece İş Kanunu’nun kişiler bakımından uygulama alanında istisnalar dışında işçiler, işverenler, işveren vekilleri ve alt işverenler yer almaktadır. İşçi, bireysel çalışma ilişkisinin öznesi durumundadır. İş Kanunu’nun 2. maddesine göre “Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi” denir (İK m.2/1). Deniz İş Kanunu ve Basın İş Kanunu da işçi sayılmak için iş sözleşmesine göre çalışmayı esas almıştır. Dolayısıyla işçi tanımı, doğrudan iş sözleşmesine bağlanmıştır. Bu nedenle iş sözleşmesi dışında başka sözleşme türlerine dayanarak çalışan kişiler, İş Kanunu’na göre işçi sayılmayacaktır. İş Kanunu, işverenin tanımını işçi kavramına bağlı olarak yapmıştır. İş Kanunu’na göre, “İşçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiler ile tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlar işveren sayılır” (İK m.2/1). İşveren gerçek kişi olabileceği gibi, şirket, dernek, sendika gibi özel hukuk tüzel kişisi veya devlet, üniversite, belediye gibi kamu hukuku tüzel kişisi olabilir. 4857 sayılı İş Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu’ndan farklı olarak, bakanlıklar veya adi şirketler gibi tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşları da işveren olarak kabul etmiştir. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu açısından işveren kavramı da 4857 sayılı İş Kanunu’nda tanımlandığı gibidir. İş Kanunu’nun 2. maddesine göre “İşveren adına hareket eden ve işin, işyerinin ve işletmenin yönetiminde görev alan kimselere işveren vekili” denir . Bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal ve hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt işveren ilişkisi denir.

İş Kanunu’nun yer itibariyle uygulama alanını “işyeri” oluşturmaktadır. İş Kanunu’nun 1. maddesi, “Bu Kanun 4. maddesindeki istisnalar dışında kalan …bütün işyerlerine…uygulanır” şeklindeki hükümle, işçilerle, işveren ve işveren vekillerinin hak ve yükümlülüklerini, iş sözleşmesi ile saptanan işyeri içinde ele almakta ve İş Kanunu’nda, bu Kanunun işyerlerinde uygulanacağı açıklandığı gibi hükümlerin birçoğu da işyeri göz önüne alınarak düzenlenmiştir. Bu nedenlerle, İş Kanunu uygulamasında önem taşıyan işyeri kavramının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

İş Kanunu’nun 2. maddesinde işyeri “İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birim” olarak tanımlanmıştır (İK m.2/1). Aynı maddenin 2. fıkrasında, “İşverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerlerine bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım ve mesleki eğitim ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçların da işyerinden sayılacağı” (İK m.2/2) ifade edilmiştir. Maddenin 3. fıkrasında, “İşyerinin, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütün olduğu belirtilmiştir” (İK m.2/3).

İş Kanunu kapsamına giren nitelikte bir işyerini kuran, devralan, çalışma konusunu kısmen veya tamamen değiştiren yahut işyerini kapatan işveren; işyeri ve çalıştırdığı işçilere ait bilgileri bir ay içinde Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne bildirmekle yükümlüdür.

İşyeri veya bir bölümü, hukuki bir işleme dayalı olarak başkasına devredebildiğinde, devir tarihinde mevcut iş sözleşmeleri bütün hak ve borçları ile birlikte devralana geçer.

Giriş

İş hukuku kuralları ile düzenlenen bir iş ilişkisinin iş sözleşmesine dayalı olması gerekmektedir. İş sözleşmesinin işçi ve işveren olarak iki tarafı bulunmakta ve taraflar iş sözleşmesiyle bazı borçlar üstlenmektedirler. Ülkemizdeki iş hukuku alanındaki temel kanun olan 4857 sayılı İş Kanunu (İK), kapsamına aldığı kişiler bakımından birçok koruyucu düzenleme getirmektedir.

İş Hukukunun Tarihsel Gelişimi

Bugünkü anlamda bir iş hukuku disiplininin, hızlı teknolojik gelişmenin sanayi alanına uygulanması sonucunda ülkelerin endüstrileşmesine yol açan Sanayi Devrimi ile birlikte ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Sanayi Devrimi’nin koşulları altında oluşan ortam, işçi kesiminin doğmasına yol açmış ve bu kesimin çalışma hayatında korunma zorunluluğunun duyulması ile de iş hukuku disiplini ortaya çıkmıştır.

Sanayi Devrimi, 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayarak, “Sanayi Dönemi” olarak adlandırılan yeni bir dönemin başlamasına ön ayak olmuş ve toplumların ekonomik, sosyal ve hukuki yapılarında köklü değişimlere yol açmıştır. İlk olarak buhar, daha sonra da gaz ve elektrik gibi yeni enerji güçlerinin bulunması, bu enerji güçlerinin uyarlandığı makinelerin yapılması ve bu makinelerin üretimde kullanılmaya başlaması gibi bir dizi teknolojik gelişme ile birlikte Sanayi Devrimi ilk olarak İngiltere’de başlayarak daha sonra Fransa, Almanya gibi bazı Batı Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Sanayinin gelişip yaygınlaşmasıyla birlikte bu makinelerin kullanıldığı fabrikaların sayıları da giderek çoğalmıştır. Teknolojik gelişmeler fabrikalarda üretim sürecini de etkilemiş, üretim süreci bir yandan hızlanıp basitleşirken, diğer yandan da ürünler çeşitlenmiştir. İleri ölçüdeki iş bölümü ve seri üretim ile birlikte yeni bir iş ilişkisi ve bu ilişkinin dayalı olduğu yeni bir çalışma statüsü de doğmuş ve fabrikalarda, fabrika sahiplerinin ad ve hesabına onlara bağlı olarak ücret geliri karşılığında çalışan sanayi işçisi ortaya çıkmıştır .

Bu dönemde, 1789 Fransız Devrimi’nin düşünsel etkileri mevcuttu. Fransız Devrimi’nin getirdiği liberal düşünce ve bu düşüncenin savunduğu “bırakınız yapsınlar ve bırakınız geçsinler” ilkesi kişilerin birlikler ve benzeri örgütler kurmasını büyük ölçüde engellemiş; bireyin kendi iradesini en iyi kendisinin yansıtabileceği ve bu nedenle kişilerin birleşerek oluşturduğu örgütlerin bunu ideal anlamda gerçekleştiremeyeceği ilkesinden hareket etmiştir. Bu düşünsel yapı, herkesin özgür ve eşit olduğu varsayımından hareketle, devletin olaylara müdahale etmesini uzun süre engellemiştir. Buna rağmen oluşan fakirlik ve sömürünün büyük boyutlara varması ve dinsel akımların da zorlaması ile nihayet devlet, pasif rolünü bırakarak çalışma hayatına müdahale etmek zorunda kalmıştır. Devlet aldığı bir takım sosyo-politik önlemlerle çalışma hayatını disiplin altına almayı ve dolayısıyla sarsılmaya başlayan toplumsal yapıyı düzenlemeyi amaçlamıştır. Devletin müdahalesinin ilk belirtileri İngiltere’de; daha sonra tüm Avrupa’da görülmüş ve özellikle kadın ve çocuk işçilere yönelik olarak gerçekleşmiştir .

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile iş hukukuna ilişkin ulusal ve uluslararası düzenlemeler savaş süresince sekteye uğramış, ancak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Versailles Barış Anlaşması (1919) ile Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labor Organization-ILO) kurularak işçi sorunlarına uluslararası düzeyde çözüm olanağı sağlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birçok uluslararası örgüt varlığını yitirirken, ILO savaş sonrasında da çalışmalarını sürdürmeye devam etmiş ve çıkardığı sözleşme ve tavsiye kararları ile iş hukukuna ilişkin uluslararası düzeyde düzenlemeler getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, uluslararası iş birliği daha da artarak günümüze kadar büyük gelişmeler sağlamıştır.

Küreselleşmeyle birlikte üretimin uluslararası nitelik kazanması, dünya ölçeğinde küreselleşen sanayi işletmelerini ortaya çıkarmıştır. Artık sanayi toplumu aşılarak sanayi ötesi toplumun (bilgi toplumunun) özel koşulları ortaya çıkmıştır. Bu yeni toplum yapısı içinde işçinin de niteliği değişmiş ve sanayi toplumunun mavi yakalı işçileri yerlerini beyaz yakalılara bırakmıştır.

Küreselleşme karşısında iş hukukunun temel bir takım ilke ve güvencelerinin tanındığı ve bunun dışındaki hususların ise tarafların inisiyatifine bırakıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda, başlangıçta temel düzenleyici otorite olan devlet, iş hukuku alanından çekilerek sadece bazı temel hakları güvence altına alırken onun dışındaki geniş bir alan işçi, işveren ya da bunların temsilcileri tarafından düzenlenmektedir.

Türkiye’de iş hukukunun tarihsel gelişimini Cumhuriyet Öncesi ve Cumhuriyet Dönemi olarak ikiye ayırarak incelemek gerekir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk sanayileşme hareketleri, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde başlamıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde; yapı, deri, halı, dokuma, cam vb. alanlarda sanayinin kurulup geliştirilmesi sonucu, İstanbul ve Rumeli’de, çoğu yabancı sermaye ve ortaklıklar tarafından kurulup işletilen fabrikaların sayısının artmasına bağlı olarak buralarda çalışan işçi sayısında da artış gözlenmiştir. Bu dönemde teamülü hukuk kurallarının, diğer bir ifadeyle gelenek ve göreneklerin yerini pozitif hukuk kuralları almıştır.

Türk İş Hukuku tarihçesi içinde önemli bir olay, 1920 yılında kurulan TBMM’nin henüz Cumhuriyet kurulmadan 1921 yılında çıkardığı 114 sayılı “Zonguldak ve Ereğli Havzai Fahmiyesinde Mevcut Kömür Tozlarının Amele Menafii Umumiyesine Olarak Füruhtuhuna Dair Kanun”dur. Bu Kanun, Zonguldak ve Ereğli Kömür Havzası’nda kömür üretiminden sağlanan tozların açık arttırma suretiyle satılarak bedelinin işçilerin yararına kullanılmak üzere Ziraat Bankası’na yatırılmasını öngörmektedir.

Cumhuriyetin ilanından sonra kabul edilen 1924 Anayasası, toplanma ve dernek kurma hakkını tanımış ve bu dönemde iş hukuku alanında da birtakım kanunların oluşturulması çalışmalarına başlanmıştır. 1924 tarihli 394 sayılı “Hafta Tatili Kanunu”, 1926 tarihli 818 sayılı “Borçlar Kanunu”, 1930 tarihli 1593 sayılı “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” ve 1935 tarihli 2739 sayılı “Ulusal Bayram ve Genel Tatil Günleri Hakkında Kanun” bu anlamda ilk kanunlardır.

Ülkemizde bireysel iş ilişkileri, ilk kez Borçlar Kanunu’nun “Hizmet Akdi” başlığı altında yer alan hükümleriyle düzenlenmeye başlamıştır. Ancak 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı “İş Kanunu”, Türk İş Hukukunun en önemli belgelerindendir.

Türk İş Hukuku, 1961 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan” sonra çıkarılan çeşitli kanunlar sayesinde gelişim göstermiştir. 1961 tarihli Anayasa, ilk kez sosyal ve ekonomik haklar ve ödevlere yer vererek; çalışma hakkını, sendika özgürlüğünü, toplu sözleşme ve grev hakkı ile sosyal güvenlik hakkını tanıyan bir anayasadır. Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri kapsamında “sosyal hukuk devleti” ilkesine yer verilmiştir. 1961 tarihli Anayasa hükümleri ülkemizde iş hukuku alanındaki düzenlemelere daha da ileri boyutlar kazandırmıştır.

1982 Anayasası da 1961 Anayasası gibi, sosyal haklara geniş ölçüde yer vermiştir. 1982 Anayasası’nın koyduğu esaslar doğrultusunda, 1983 tarihinde 2821 sayılı “Sendikalar Kanunu”, “2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu” çıkarılmıştır. 2012 tarihinde ise 6356 sayılı “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu” kabul edilmiştir.

1946 tarihinde 4837 sayılı Kanun ile kurulmuş olan İş ve İşçi Bulma Kurumu, 2003 tarihinde 4904 sayılı Kanun ile Türkiye İş Kurumu olarak değiştirilmiştir. Sosyal Güvenlik Hukuku alanında da 16.05.2006 tarihinde kabul edilen ve 20.05.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5502 sayılı “Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu” ile 31.05.2006 tarihinde kabul edilen, ilk olarak yürürlük tarihi 01.01.2007 olarak belirlenmiş olmasına rağmen bazı maddeleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle son olarak 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu” çıkarılmıştır.

İş Hukukunun Konusu ve Temel İlkeleri

Çalışanları, “bağımlı çalışanlar” ve “bağımsız çalışanlar” olarak iki gruba ayırabiliriz. İş hukuku ise bağımlı çalışanlardan sadece işçileri ele almakta ve bunların işverenlerle olan ilişkilerini düzenlemektedir. Bağımsız çalışanlar ise iş hukukunun kapsamına girmemektedir. Bağımlı olarak çalışanlar grubuna işçilerden başka memurlar girmekte ve bunların durumu ise idare hukukunda düzenleme altına alınmıştır. Bu bağlamda, iş hukuku, “bağımlı çalışma olgusunu düzenleyen özel bir hukuk dalı” olarak kabul edilebilir. Buradaki bağımlı çalışmadan kastedilen, başkasının iş organizasyonuna katılarak ve başkasınca belirlenen bir şekilde iş görmedir .

İş hukukunda yoğun bir devlet müdahalesi yaşanmaktadır. İş hukukunun önemli bir niteliği sadece işçi-işveren değil, işçi-işveren-devlet ilişkilerinin düzenlenmesinde de kendini göstermesidir. İşçi ile işveren arasındaki çalışma barışının kurulmasında devletin rolü ve müdahalesi, bunlarla devlet arasındaki hukuki ilişkilerin kurulmasına yol açmış ve devlet de zaman zaman getirdiği işçi yararına nispi normlar ile iş hukukunun içinde yer almıştır.

Ayrıca iş hukuku yalnızca iş sözleşmesinin tarafları arasındaki ilişkiyi düzenlemez. Bu tarafların her birinin üye olabildiği örgütler de iş hukukuna konu olmaktadır. Bu bağlamda iş hukuku, iş sözleşmesine bağlı olarak çalışanlarla, çalıştıranlar ve bunların örgütleri ile devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar bütünüdür. Bu bağlamda iş hukukunu “bireysel iş hukuku” ve “toplu iş hukuku” olarak iki alt kategoride ele almak mümkündür.

Bireysel iş hukuku, tek işçiyle tek işveren arasındaki ferden kurulan iş ilişkilerini konu alır. Bu bağlamda, işçi ve işveren arasındaki iş ilişkisinin kurulması, son bulması, son bulmasının sonuçları, işçi ve işverenin birbirine karşı olan borçları bireysel iş hukukunun kapsamına girmektedir. Ülkemizde bireysel iş hukuku alanındaki temel kanunlar; “4857 sayılı İş Kanunu”, “5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun” ve “854 sayılı Deniz İş Kanunu’dur”.

Toplu iş hukuku, işçi ve işverenlerin örgütleri, işçi ve işveren örgütlerinin birbirleri ve devletle olan ilişkileri, bu örgütlerin faaliyetleri, toplu iş sözleşmeleri, toplu iş uyuşmazlıkları ve bunların çözüm yolları gibi konuları ele almaktadır. Ülkemizde toplu iş hukuku alanındaki temel kanun; 2012 tarihinde çıkarılan “6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’dur”.

Başlangıçta sosyal güvenlik hukuku sadece işçilerin belirli risklere karşı korunmasını amaçladığından iş hukuku disiplini içerisinde yer alırken günümüzde ise, risklerin sayısındaki artışa ve herkesi kapsama alma anlayışına bağlı olarak iş hukuku disiplininden ayrı bir disiplin olarak kabul edilmektedir. Ülkemizde sosyal güvenlik ile ilgili şu an yürürlükte bulunan temel kanunlar; 2006 tarihinde çıkarılan 5502 sayılı “Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu” ile 5510 sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’dur”.

İş hukukunun temel ilkelerin bakacak olursak, Güçlü olan işveren karşısında ekonomik yönden güçsüz ve bağımlı olan işçinin korunması ve bunlar arasında sosyal denge kurma görevi esasen iş hukukunun temel ilkesidir. Güçsüz durumda olan işçinin korunması; başta iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması olmak üzere, çalışma sürelerinin düzenlenmesi ve ücret ile diğer çalışma koşullarının belirlenmesi ve güvence altına alınması ihtiyacı iş hukukunu doğurmuş ve geliştirmiştir .

Üretim araç ve olanaklarını elinde bulundurması nedeniyle kendisinden iş isteyen kişiden üstün durumda bulunan işveren karşısında güçsüz olan işçinin korunması her şeyden önce sosyal devletin ödevidir. Bu bakımdan işçinin korunarak sosyal barışın sağlanması yolunda günümüz anayasalarında sosyal devlet kavramına anlam veren düzenlemeler önem kazanmıştır. Nitekim ülkemiz anayasasında da sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler bölümünde, çalışanların korunmasını öngören hükümler yer almıştır.

İş hukukuna ait düzenlemelerde bir boşluk ya da eksiklik bulunduğu durumlarda yorumun işçi yararına yapılması iş hukukunun amacı gereğidir. Ancak bir konu işçinin aleyhine de olsa kanunda netlikle düzenlenmişse, işçi lehine yorumla kanunu göz ardı etmek mümkün değildir. Bu nedenle böyle bir durumda kanuni çözüme itibar edilmesi gerekir.

İş sözleşmesi, işçiyle işveren arasında karşılıklı edimlerin değiş-tokuşunu öngören sürekli ve kişisel bir ilişki kurmaktadır. Bunun sonucu olarak da taraflar arasında sadakat, işçiyi gözetme ve eşit davranma vb. birtakım yükümlülükler oluşmaktadır. İşçinin sadece maddi açıdan korunması yeterli değildir. Ayrıca çalışma hayatında işçinin kişiliğinin korunması ve tanınması gerekir. Zira iş sözleşmesi, konusu malvarlığı olan bir sözleşme değil, kişisel ilişki kuran bir sözleşmedir.

İş Hukukunun Kaynakları

Çalışma ilişkilerine uygulanacak kurallar çeşitli kaynaklardan doğmakta ve bunlar değişik nitelik ve koşullarda iş hukukuna kaynak oluşturmaktadır. Çünkü bu kaynaklar çalışma ilişkilerine uygulanacak olan ve çalışma ilişkilerinden doğan sorunların çözüm yolunu gösterecek kurallardır. İş hukukunun kaynaklarını “resmi kaynaklar” ve “özel kaynaklar” olmak üzere iki ana grupta toplayabiliriz. Resmi kaynaklar da “resmi iç hukuk kaynakları” ve “uluslararası kaynakları” olarak ikiye ayrılmaktadır. Resmi iç hukuk kaynakları; devletin ilgili resmi organı tarafından meydana getirilen, uyulması zorunlu, genel ve yaptırımı bulunan kurallardır. Devletin resmi organı ise, kaynağın türüne göre yasama organı olan TBMM, yürütme organı olan Cumhurbaşkanı, Bakanlıklar ve kamu tüzel kişileri ile yargı organı olan mahkemelerdir. İş hukukunun önemli kaynaklarından birisi de uluslararası çalışma normlarıdır. Uluslararası iş hukuku kaynakları, Uluslararası Çalışma Sözleşmeleri, Birleşmiş Milletler Belgeleri, Avrupa Sözleşmeleri gibi çok taraflı anlaşmalar sonucunda ortaya çıkabileceği gibi, sadece iki taraflı sözleşmeler yoluyla da oluşturulabilir.

İş hukukunun özel kaynakları, farklı çıkar gruplarını temsil eden işçi ve işveren taraflarının serbestçe belirledikleri ve ortaklaşa meydana getirdikleri ya da geleneksel olarak kabul edilebilir özellikler kazanmış kurallardır. Bu kaynaklar bizzat taraflarca oluşturulan özel nitelikteki kaynaklardır.

4857 Sayılı İş Kanunu’nun Uygulama Alanı

İş Kanunu’nun 1. maddesi bu Kanunun kapsamına giren yer, kişi ve faaliyet kollarını belirlemektedir. Buna göre, “Bu Kanun, 4. maddedeki istisnalar dışında kalan bütün işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile işveren vekillerine ve işçilerine faaliyet kollarına bakılmaksızın uygulanır. İşyerleri, işverenler, işveren vekilleri ve işçiler, 3. maddedeki bildirim gününe bakılmaksızın bu Kanun hükümleri ile bağlı olurlar” (İK m.1/2, 3). Bu durumda, istisnalar saklı kalmak üzere işverenler, işveren vekilleri ve işçiler hak ve yükümlülükleri bakımından, işyerinin kurulması veya devralınması ile birlikte, bildirim gününe bakılmaksızın (İK m.1/3) İş Kanunu’nun uygulama alanı içine girerler. Böylece İş Kanunu’nun kişiler bakımından uygulama alanında istisnalar dışında işçiler, işverenler, işveren vekilleri ve alt işverenler yer almaktadır. İşçi, bireysel çalışma ilişkisinin öznesi durumundadır. İş Kanunu’nun 2. maddesine göre “Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi” denir (İK m.2/1). Deniz İş Kanunu ve Basın İş Kanunu da işçi sayılmak için iş sözleşmesine göre çalışmayı esas almıştır. Dolayısıyla işçi tanımı, doğrudan iş sözleşmesine bağlanmıştır. Bu nedenle iş sözleşmesi dışında başka sözleşme türlerine dayanarak çalışan kişiler, İş Kanunu’na göre işçi sayılmayacaktır. İş Kanunu, işverenin tanımını işçi kavramına bağlı olarak yapmıştır. İş Kanunu’na göre, “İşçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiler ile tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlar işveren sayılır” (İK m.2/1). İşveren gerçek kişi olabileceği gibi, şirket, dernek, sendika gibi özel hukuk tüzel kişisi veya devlet, üniversite, belediye gibi kamu hukuku tüzel kişisi olabilir. 4857 sayılı İş Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu’ndan farklı olarak, bakanlıklar veya adi şirketler gibi tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşları da işveren olarak kabul etmiştir. Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu açısından işveren kavramı da 4857 sayılı İş Kanunu’nda tanımlandığı gibidir. İş Kanunu’nun 2. maddesine göre “İşveren adına hareket eden ve işin, işyerinin ve işletmenin yönetiminde görev alan kimselere işveren vekili” denir . Bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal ve hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt işveren ilişkisi denir.

İş Kanunu’nun yer itibariyle uygulama alanını “işyeri” oluşturmaktadır. İş Kanunu’nun 1. maddesi, “Bu Kanun 4. maddesindeki istisnalar dışında kalan …bütün işyerlerine…uygulanır” şeklindeki hükümle, işçilerle, işveren ve işveren vekillerinin hak ve yükümlülüklerini, iş sözleşmesi ile saptanan işyeri içinde ele almakta ve İş Kanunu’nda, bu Kanunun işyerlerinde uygulanacağı açıklandığı gibi hükümlerin birçoğu da işyeri göz önüne alınarak düzenlenmiştir. Bu nedenlerle, İş Kanunu uygulamasında önem taşıyan işyeri kavramının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

İş Kanunu’nun 2. maddesinde işyeri “İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birim” olarak tanımlanmıştır (İK m.2/1). Aynı maddenin 2. fıkrasında, “İşverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerlerine bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım ve mesleki eğitim ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçların da işyerinden sayılacağı” (İK m.2/2) ifade edilmiştir. Maddenin 3. fıkrasında, “İşyerinin, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütün olduğu belirtilmiştir” (İK m.2/3).

İş Kanunu kapsamına giren nitelikte bir işyerini kuran, devralan, çalışma konusunu kısmen veya tamamen değiştiren yahut işyerini kapatan işveren; işyeri ve çalıştırdığı işçilere ait bilgileri bir ay içinde Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü’ne bildirmekle yükümlüdür.

İşyeri veya bir bölümü, hukuki bir işleme dayalı olarak başkasına devredebildiğinde, devir tarihinde mevcut iş sözleşmeleri bütün hak ve borçları ile birlikte devralana geçer.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.