Açıköğretim Ders Notları

Epistemoloji Dersi 3. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Epistemoloji Dersi 3. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Bilginin Metafizik Temelleri

Sokrates Öncesi Dönemde Varlık Sorunsalının Ortaya Çıkışı

Eski Yunan’ın ilk düşünürlerinin özellikle varlık sorunsalı üzerinde kafa yorduğunu ve çözüm üretmeye çalıştıklarını görürüz. Günlük yaşantımızda somut nesnelerle çevrili olduğumuzdan varlık konusunun felsefi tartışmaya yol açmasını anlamak zor olabilir.

Felsefenin Başlangıcı: Merak Duygusu

Bilimin, incelediği nesneleri gizemli varlıklar olmaktan çıkarıp bildik nesnelere dönüştürebilmesinin bir sonucu olarak, dünyaya ilişkin genel algımızın kökten bir şekilde dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Evrene dair inceleme ve araştırmalar hâlen kesintisiz bir şekilde devam ediyor olsa da, kozmos artık bizim için görece olarak epeyce bilindik ve anlaşılır durumdadır. Bununla birlikte, bilim ve teknolojinin gerçekleştirdiği başarıların biz insanlarda doğaya yönelik çok yaygın bir aşinalık ve bilindiklik duygusu uyandırmıştır. Bilimsel gelişmişlik açısından ilkel olduğunu düşündüğümüz uygarlıklardan farklı olarak, modernleşmiş insan toplulukları, şaşkınlık ve hayret duygularını belli bir oranda yitirmiş durumdadır.

Eski Yunan felsefesinin ilk dönemlerine dönelim ve o dönemde yaşayan insanlar açısından evrenin nasıl bir görünüm sunduğunu anlamaya çalışalım.

Diyelim ki, fiziksel bilimlerin çok gelişmediği ve sizi saran evrene ilişkin fazlaca bilgi sahibi olmadığınız bir zamanda yaşıyorsunuz. Astronominin kritik bulgularının henüz ortada olmadığı ve örneğin, teleskopla gökyüzünü inceleme olanağınızın bulunmadığı bir dünyada olduğunuzu düşünün. Dahası, böyle bir durumda, bilim insanlarının dünyayı “dışarıdan” izleme olanağı da olmadığı için, Ay ve Güneş gibi gökcisimleri ile dünyamız arasındaki konumsal ilişkiyi de tam olarak anlamış değilsiniz. Çevrenizde meydana gelen doğal olaylara dair gündelik algınız ve genel tepkiniz nasıl olurdu? Bütün bunların ardında neyin yattığını anlama yönünde, hikâyeler ve söylenceler üretmenin dışında, yapabileceğiniz fazlaca bir şey olmazdı.

Bunlardan yola çıkarak, eski dönem insanlarının Güneş’e ve Yıldızlar’a bakarken bizden oldukça farklı bilişsel ve duygusal konumda olacağını tahmin etmek zor değildir. Bunlara ek olarak, eski çağlarda yaşayan insanın doğanın içinde gerçekleşen değişimleri de ilgiyle izlediğini düşünebiliriz. Eski çağlarda yaşayan insanlar, çevrelerindeki canlıların önce doğup sonra gelişmelerini ve nihayetinde ortadan kalkmalarını gözlemledikten sonra, bu olgunun gizemi üzerine varsayımlar üretmeye başlamışlardı. Elbette değişim yalnızca canlılar için değil, cansızlar için de geçerlidir. Fiziksel nesnelerin tümü zamanla aşınır ve yıpranır. Sonuç olarak, içinde yaşadığımız dünyada değişim evrensel bir kural olarak görünür.

Değişimin Felsefi Açıdan İrdelenmesi ve Varlık Sorunsalının Ortaya Çıkışı

Eski Yunan’ın ilk düşünürleri doğal meraklarını yalın gözlemlerle birleştirerek önemli bazı sorunlar gündeme getirmişlerdir. Gözlemledikleri olgular ve onlardan çıkardıkları sonuçlar basit görünmekle birlikte, çok kritik felsefi noktalar içermektedir.

Doğada var olan şeylerin hepsi geçicidir, bitimlidir. Bizi saran evrende “sürekli değişimin” dışında kalıcı veya sabit hiçbir şey yoktur diyebilir miyiz? Bu soruya “evet” yanıtı vermek kolay değildir çünkü her şeyin gelip geçici olması fikri bizim kozmos anlayışımızla tam olarak örtüşmemektedir. Tüm değişimlerin ardında değişmeyen unsuru veya unsurların olması gerektiği düşüncesi Eski Yunan’ın erken dönem felsefecilerinde ilk ifadelerini bulmuştur.

O hâlde, Batı Felsefesi’nin başlangıç noktasında sorulan temel soru, doğadaki değişimlerin ardında yatan ve değişimlere temel teşkil eden “değişmeyen unsurların” veya “açıklayıcı ilkelerin” ne olduğuyla ilgilidir. Eski Yunan’da karşımıza çıkan bu düşünsel çabayı, “açıklama potansiyeli taşıyan” diğer toplumsal/düşünsel işlevlerden tam olarak ayıran nedir? Eski uygarlıkların mitolojileri ve efsaneleri de dünyevi olguların ardında yatan nedenleri açıklamaya yönelik ifadelerle doludur. Kısacası, mitoloji de bir tür anlamlandırma ve açıklama çabasına karşılık gelir. Öyleyse, felsefeyi ayrıcalıklı kılan özellik nedir?

Değişim içinde değişmeyenin ne olduğunu saptama çabasına giren ilk felsefeciler, var olan şeylerin ardında yatan temel unsurun veya ana ilkenin ne olduğuna ilişkin farklı görüşler ileri sürmüşlerdi. Thales her şeyin kaynağının “su” olduğunu, Anaksimenes ise “hava”nın en temel element olduğunu savlamıştı. Bu düşünce Empedokles ile bir aşama ileri gitmiş ve nesnelerin ve değişimin temelin dört elementin yattığını iddia etmişti: toprak, su, hava ve ateş. Bu örneklerle ilk olarak, erken dönem düşünürlerin tümünde dünyasal olguları açıklayacak genel nitelikteki ilkeleri ulaşma çabalarını görebiliriz. İkincisi, bu düşünürler açıklamalarında çoğunlukla doğaüstü veya mitolojik unsurlara başvurmadan, insanın dünyasına ait kavramları kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu düşünürlerin fikirlerinin hem bilimin hem de felsefenin başlangıç noktasında yer almalarının esas nedeni budur.

Fiziksel nesnelerin dünyasında meydana gelen “oluşumlar” ve “değişimler” bizim doğrudan gözlemlediğimiz olgulardır. Bu bilimsel veya felsefi düşüncenin kökeninde, Eski Yunan’ın “değişendeğişmeyen sorunsalı” yatmaktadır. Doğadaki nesneler oluşur ve yok olurlar; nesnelerin temel elementleri veya varlıksal ilkeleri ise kalıcı niteliktedir.

Her ne kadar insanlar kendilerini değişen dünyanın bildik nesneleri ve olguları ile sarılmış durumda buluyorlarsa da, insan aklı felsefi bir sorgulama yürütüp, değişimin ardında yatan ilkeleri ve gerçekten var olan şeyi anlamaya da yönelebilir. Bu çaba, felsefede metafizik olarak bilinen alanın çıkmasına neden olmuştur.

Platon ve Aristoteles’in Felsefelerinde Varlık Sorunsalı

Antik dönemin ilk düşünürlerinin ortak bir özelliği, doğanın düzeninin anlaşılması sorunsalına gösterdikleri özel ilgidir. Sokrates’le gelen etik varlığı ve yaşama biçimi konuları Platon ve Aristoteles için de büyük önem taşır.

Platon ve Tümeller Kuramı

Bir kavramın örneklerinin o kavramın kendisine eşlenik olmadığı düşüncesidir. Kavram, algıyla değil akılla anlaşılır. Platon’un temel amacı yalnızca düşünsel sorgulamayı sürdürmek ve kavramlar konusunda insanların cahilliklerini sergilemek değil, onun da ötesinde, büyük çapta bir felsefi kuram veya model sunmaktır. Atinalıların son derece haksız bir yargılama sonucu hocasını ölüme mahkûm etmelerinde çok etkilenen Platon’un savunduğu kuram, tümeller kuramı olarak bilinir.

Platoncu bir gözle bakarsak, çevremizde algılamakta olduğumuz nesneleri belli kategoriler altında toplayabilmemiz, oldukça ilginç ve açıklamayı gerektiren bir yön içermektedir. Çevremizdeki fiziksel nesnelerin her biri kendi başlarına var olan ayrı nesneler olsa da, onların ne oldukları sorusu gündeme geldiğinde “tek tek nesnelerin kendilerinin ötesinde” bazı unsurlara bakmamız gerektiği açıktır.

Diyelim ki, canlı ve cansız nesnelere özel isimler verdiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir durumda iletişim son derece zor olurdu. Örneğin, kırmızı karanfil ifadesini kullanan birinin nasıl bir nesneden bahsettiği hemen anlaşılır.

Bu örnekleri daha iyi anlayabilmek için, tikel ve tümel kavramlarını net bir şekilde tanıyalım. “Tikel”, nesnelerin tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek için kullanılır. “Tümel” kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları ve tikellerin edindiği nitelikler kullanılmaktadır. Örneğin, bu satırları okuyan insanların her biri, bahçemdeki ceviz ağacı, vazomdaki kırmızı karanfil tikel birer nesnedir. “İnsan”, “ağaç”, “karanfil” ve “kırmızı” ise tümellerdir. Felsefi çözümleme ve açıklama çabalarının bir parçası olarak, tümellerin ve tikellerin varlıksal konumlarını veya işlevlerini kavramsal olarak ayırıp irdeleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in bu alanda yaptığı irdelemeler çok kritik önem taşır ve kendilerinden sonra gelen düşünce biçimlerini çok büyük alanda belirlemişlerdir.

Bu konuyu daha derinlemesine incelersek; nesnelere verilen isimler söz konusu olduğunda biz hem tikel hem de tümel boyutta hareket ederiz. Özel isimler konusu olduğunda biz hem tikellere özgüdür ve evrende bulunan tek bir nesneye yöneliktir. Buna karşın birden çok nesneye kırmızı, ağır, uzun gibi nitelemeler kullanabiliriz. Tek olan bir şeyin aynı zamanda çok olması, Platon’un dikkatini çekmiştir.

Platon’un bu sorunsala verdiği yanıt ise: Örneğin, bizim “domates” olarak bildiğimiz farklı nesneler için aynı cins ismi (domates) kullanmamız o nesnelerin “domates olma” adını verebileceğimiz evrensel bir özelliği içlerinde barındırmaları yüzünden olanaklıdır. Doğal olarak, tek tek domatesler ayrıntılarda birbirlerinden farklı olabilir. Ancak ayrıntıda birbirlerinden çok farklı olan domatesler, her şeye rağmen, “domates olma” kıstasına uydukları için bu adı almışlarıdır. Bizim farklı nesnelere ‘domates’ adını vermemize olanak sağlayan “domates olma”nın tanımı veya kavramı ise değişmez. Ancak Platon’a göre, insan aklının “bilgi” ve “kavrama” adına gerçekleştirebileceği esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin hangi durumda ve ne özelliklerde olduğunu gözlemlemek değil, tümellerin veya kavramların bilgisine ulaşmaktır.

Bilgisine ulaşılacak tümellerin gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. Dünyamız üzerinde, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, değişim ve bitimlilik esastır. Fakat bir “kavram” bozulup yaşamını sonlandırabilecek bir şey değildir. İnsan bilgisine ve anlayışına temel teşkil eden bu değişmezler için Platon ‘idea’ ve ‘form’ deyimlerini kullanmıştır. İdea hem varlıksa hem de bilgisel anlamda belirleyicidir. Aynı zamanda tikel nesnelerin belli türden şeyler olmalarının varlıksal koşullarını sunarlar. Bu, işin ontolojik tarafıdır. Eğer biz doğadaki bir nesneyi “domates” olarak niteleyebiliyorsak ve ona dair bilgilendirme çabasına girebiliyorsak, bunun da nedeni domates ideasının var olması ve bizim bilgisel olarak ona yönelmemizdir. Bu da işin epistemolojik boyutudur.

Platon’un varlık tasarımında çarpıcı olan bir nokta, onun varlıksal hiyerarşiyi kurgularken, irdelemeyi “asıl” ve “kopya” kavramları üzerinde yürütmesidir.

Platon’a göre, herhangi bir şeyin ideası ile onun dünya üzerindeki örneklerini karıştırmak da bu türden bir hatadır. O yüzden Platon varlık hiyerarşisinde en alta “kopyaları” koymuştur. Varlıksal değer sıralamasında bunların bir üstünde, fiziksel dünyanın algılar aracılığıyla kavranabilecek nesneleri gelmektedir. En tepede ise akıl yoluyla kavranabilecek “ideal” ve “değişmeyen” varlıklar, yani matematiksel nesneler ve idealar bulunmaktadır. Bir insan fiziksel bir nesneyi algıladığında belli bir bilgilendirme durumu içindedir. Ancak bilginin nihai hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır. Platon felsefesinin en çarpıcı sonuçlarından biri budur.

Platon ve Epistemoloji

Epistemolojiyi sistematik bir şekilde uygulayan ve bir alan olarak kimliklendiren ilk düşünür olan platon açısından bakıldığında, “bilgi”nin diğer bilişsel hâllerden ayrılması hassas bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Platon, bizim gündelik kullanımımızdan oldukça farklı bir şekilde, “bilgi” sözcüğünü “ideaların bilgisi” olarak ayrı bir statüde tutmuş ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Her insan bakma ve görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak Platon’a göre yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye ulaşmaya çalışırlar. Tümellerin veya ideaların bilgisi gerçek bilgidir.

Platon’un varlıksal ve bilgisel kuramı, Thales gibi Eski Yunan’ın ilk felsefecilerin el yordamıyla başlattıkları felsefe serüveninin olgunlaştığı çok temel bir noktayı temsil eder. Platon’un devleti yönetecek kralların, yöneticilik yapabilmeleri için, epistemoloji yeteneklerinin olması gerektiğini düşünmektedir. O yüzden, “bilgi” kavramı bağlamında yaptığımız tartışmaların felsefi olarak çok daha geniş ve önemli sonuçları olduğunu söylemeliyiz.

Aristoteles’in Platon Üzerine Yorumu ve Töz Kavramı

Aristoteles hocası Platon’u yakından izlemiş ve onun tümellerin önemi konusunda savladığı fikirleri özünde benimsemiştir. Aristoteles’in karşı çıktığı nokta, nesnelere kimliklerini veren özsel unsurların “değişen dünyanın içinde olamayacağı” yönündeki Platoncu düşüncedir. Aristoteles’in kuramı bu noktada Platon’dan belirgin bir şekilde ayrılır. Aristoteles’in önde gelen amaçlarından biri “varlık” kavramının bir sınıflandırmasını yapmak ve varlık hiyerarşini sergilemektir. “Var olmak” ilginç bir kavramdır çünkü bu kavram evrende karşılaşabileceğimiz her şeye uygulanabilir. Var olan şeylere örnekler; toprak, hava, tavşanlar, şarkılar, üzüntüler. Bunların bir şekilde var olduğunu söyleyebiliriz, ancak bu var olma biçimlerinin birbirinden çok farklı olduğu da açıktır.

Aristoteles, Platon’dan farklı olarak, kendi başına var olabilme olgusunu dünyanın içinde arar. Başka herhangi bir varlığa bağlı olmaksızın var olabilen şeylere verdiği isim “töz” veya “cevher”dir. Aristoteles her tözün iki temel özelliği olduğunu söyler. İlk olarak, tözler bir “bu” olarak gösterilebilir. İkincisi, tözler “ayrı durabilme” özelliğine sahiptirler.

Aristoteles’e göre, tikel her nesne bir tözdür. Bir insan, bir papatya, bir tencere töz statüsünde olan şeylerdir. Sıradan her nesnenin maddesi (veya materyali) ve bir biçimi (veya formu) vardır. Nesneleri belli bir türe ait kılan “unsur” veya “sebep” Platon’da değişen dünyanın dışındayken, Aristoteles’te nesnelerin içindedir.

Platon ve Aristoteles’in ortak noktası, farklılıklarından daha önemlidir. Her iki düşünür için de bilginin olanaklılığı tümellerden veya genel karakterlerden geçmektedir. Aristoteles de tikel bir nesnenin bilinebilir tarafının onun biçimi veya özü olduğunu kabul eder. Biçim ve öz, bir türün tüm üyelerinde bulunan unsurlardır. İnsanın özü, diyelim ki, “akıllı hayvan” olmasıdır. İnsanlar sarışın, esmer, uzun, kısa, yaşlı, genç olabilirler. Fakat insan olmanın özü her insanda aynı olmak durumundadır. Özetlemek gerekirse, Aristoteles de bilginin tümeller aracılığıyla olanaklı olduğuna ancak, bununla birlikte, tümellerin fiziksel nesnelerin kavramsal parçalarından biri olduğuna inanır

Metafizik, Ontoloji ve Epistemoloji

Günlük yaşamda bu kavram çoğunlukla ruhsallık, uzaydan gelen canlılar, gizemli doğaüstü güçler gibi konularda ilintilendirilse de, felsefecilerin uğraştığı metafizik, esas olarak, gerçekliğin yapısının akılcı yöntemlerle ortaya konulması, “varlık” kavramının aydınlatılması ve varlık alanında egemen olan temel ilkelerin açığa çıkarılması gibi düşünsel işlevleri kapsar. “Metafizik” ile ilgili bir diğer deyim “ontoloji”dir. “Ontoloji” felsefede “varlıkbilim” veya “varlık kuramı” anlamlarında kullanılmaktadır.

Felsefenin Batı dünyasında şekil aldığı Eski Yunan’da felsefecilerin metafiziksel veya ontolojik ilgileri çok merkezcil bir yer işgal etmişti. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük felsefeciler bilgi konusunda önemli fikirler üretmiş olsalar da, özellikle Platon ve Aristoteles’in epistemolojik görüşleri onların metafizik tasarımlarına sıkı sıkıya bağlıydı. Bu anlamda, felsefenin Batı’nın düşünsel ufkunda belirdiği çağda “varlık” sorusunun alana egemen olmuştur.

Hem Platon hem de Aristoteles için tümeller nesnelerin ne olduğunun normunu verir, onların ne olduğunu belirler. Benzer şekilde tümeller bilgiyi de olanaklı kılan şeylerdir çünkü insan tikel nesneleri tümeller olmaksızın bilemezler. Tümeller hem nesnelerin kimliğini hem de insan bilgisinin olanaklı olmasını sağlar.

Gerçeklik, Hakikat ve Epistemoloji

Eski Yunan’da hem Sokrates öncesi dönemde üretilen kuramlar hem de Platon ve Aristoteles çizgisinde öne sürülen tezler açısından bakıldığında, görünen dünyanın ardındaki gerçek varlığı bulma çabasının belirleyici olduğunu gözlemleriz.

Pek çok felsefi kavramda olduğu gibi, “gerçek” ve “hakiki” kavramlarının da günlük dildeki kullanımları kuramsal sorgulamalar için ipuçları taşır. Örneğin, “gerçek altın” ve “hakiki dost” gibi deyimler bir nesnenin veya varlığın kavramına uygun olduğu veya kavramın karşıladığı gerçeğini vurgular. Ancak felsefi olarak tartışmalı kavramlar, bu deyimlerin isim hâlleri olan “ gerçeklik ” ve “ hakikat ”tir.

“Hakikat nedir?” gibi geniş bir felsefi soru sorulduğunda, insanların aklında olan şey, genellikle metafizik veya ontolojik kaygıların biraz ötesinde olan bir durumdur. “hakikat sorgulaması” bazen ölümlü bir yaşamın anlamı ve gizemi, ölümden sonra bizi neyin beklediği, en derin yaşamsal sorularımızın nihai yanıtı gibi varoluşsal bir boyut içeren irdelemelere gönderme yapan bir sorgulama türü olarak alınır. Buna karşın “gerçeklik nedir?” sorusu çoğunlukla, ontolojik ağırlığı olan bir soru olarak görülebilir. Gerçekliğin tersi, bu anlamda, görüntü veya görünendir.

Eğer “gerçeklik” denen şey bizim karşımıza doğrudan çıkan dünyada farklı olabilecek bir varlık alanı ise, o zaman, bizim ona dair nasıl bilgileneceğimiz sorusu da önemli bir tartışma konusu olarak kendini gösterir.

Sokrates Öncesi Dönemde Varlık Sorunsalının Ortaya Çıkışı

Eski Yunan’ın ilk düşünürlerinin özellikle varlık sorunsalı üzerinde kafa yorduğunu ve çözüm üretmeye çalıştıklarını görürüz. Günlük yaşantımızda somut nesnelerle çevrili olduğumuzdan varlık konusunun felsefi tartışmaya yol açmasını anlamak zor olabilir.

Felsefenin Başlangıcı: Merak Duygusu

Bilimin, incelediği nesneleri gizemli varlıklar olmaktan çıkarıp bildik nesnelere dönüştürebilmesinin bir sonucu olarak, dünyaya ilişkin genel algımızın kökten bir şekilde dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Evrene dair inceleme ve araştırmalar hâlen kesintisiz bir şekilde devam ediyor olsa da, kozmos artık bizim için görece olarak epeyce bilindik ve anlaşılır durumdadır. Bununla birlikte, bilim ve teknolojinin gerçekleştirdiği başarıların biz insanlarda doğaya yönelik çok yaygın bir aşinalık ve bilindiklik duygusu uyandırmıştır. Bilimsel gelişmişlik açısından ilkel olduğunu düşündüğümüz uygarlıklardan farklı olarak, modernleşmiş insan toplulukları, şaşkınlık ve hayret duygularını belli bir oranda yitirmiş durumdadır.

Eski Yunan felsefesinin ilk dönemlerine dönelim ve o dönemde yaşayan insanlar açısından evrenin nasıl bir görünüm sunduğunu anlamaya çalışalım.

Diyelim ki, fiziksel bilimlerin çok gelişmediği ve sizi saran evrene ilişkin fazlaca bilgi sahibi olmadığınız bir zamanda yaşıyorsunuz. Astronominin kritik bulgularının henüz ortada olmadığı ve örneğin, teleskopla gökyüzünü inceleme olanağınızın bulunmadığı bir dünyada olduğunuzu düşünün. Dahası, böyle bir durumda, bilim insanlarının dünyayı “dışarıdan” izleme olanağı da olmadığı için, Ay ve Güneş gibi gökcisimleri ile dünyamız arasındaki konumsal ilişkiyi de tam olarak anlamış değilsiniz. Çevrenizde meydana gelen doğal olaylara dair gündelik algınız ve genel tepkiniz nasıl olurdu? Bütün bunların ardında neyin yattığını anlama yönünde, hikâyeler ve söylenceler üretmenin dışında, yapabileceğiniz fazlaca bir şey olmazdı.

Bunlardan yola çıkarak, eski dönem insanlarının Güneş’e ve Yıldızlar’a bakarken bizden oldukça farklı bilişsel ve duygusal konumda olacağını tahmin etmek zor değildir. Bunlara ek olarak, eski çağlarda yaşayan insanın doğanın içinde gerçekleşen değişimleri de ilgiyle izlediğini düşünebiliriz. Eski çağlarda yaşayan insanlar, çevrelerindeki canlıların önce doğup sonra gelişmelerini ve nihayetinde ortadan kalkmalarını gözlemledikten sonra, bu olgunun gizemi üzerine varsayımlar üretmeye başlamışlardı. Elbette değişim yalnızca canlılar için değil, cansızlar için de geçerlidir. Fiziksel nesnelerin tümü zamanla aşınır ve yıpranır. Sonuç olarak, içinde yaşadığımız dünyada değişim evrensel bir kural olarak görünür.

Değişimin Felsefi Açıdan İrdelenmesi ve Varlık Sorunsalının Ortaya Çıkışı

Eski Yunan’ın ilk düşünürleri doğal meraklarını yalın gözlemlerle birleştirerek önemli bazı sorunlar gündeme getirmişlerdir. Gözlemledikleri olgular ve onlardan çıkardıkları sonuçlar basit görünmekle birlikte, çok kritik felsefi noktalar içermektedir.

Doğada var olan şeylerin hepsi geçicidir, bitimlidir. Bizi saran evrende “sürekli değişimin” dışında kalıcı veya sabit hiçbir şey yoktur diyebilir miyiz? Bu soruya “evet” yanıtı vermek kolay değildir çünkü her şeyin gelip geçici olması fikri bizim kozmos anlayışımızla tam olarak örtüşmemektedir. Tüm değişimlerin ardında değişmeyen unsuru veya unsurların olması gerektiği düşüncesi Eski Yunan’ın erken dönem felsefecilerinde ilk ifadelerini bulmuştur.

O hâlde, Batı Felsefesi’nin başlangıç noktasında sorulan temel soru, doğadaki değişimlerin ardında yatan ve değişimlere temel teşkil eden “değişmeyen unsurların” veya “açıklayıcı ilkelerin” ne olduğuyla ilgilidir. Eski Yunan’da karşımıza çıkan bu düşünsel çabayı, “açıklama potansiyeli taşıyan” diğer toplumsal/düşünsel işlevlerden tam olarak ayıran nedir? Eski uygarlıkların mitolojileri ve efsaneleri de dünyevi olguların ardında yatan nedenleri açıklamaya yönelik ifadelerle doludur. Kısacası, mitoloji de bir tür anlamlandırma ve açıklama çabasına karşılık gelir. Öyleyse, felsefeyi ayrıcalıklı kılan özellik nedir?

Değişim içinde değişmeyenin ne olduğunu saptama çabasına giren ilk felsefeciler, var olan şeylerin ardında yatan temel unsurun veya ana ilkenin ne olduğuna ilişkin farklı görüşler ileri sürmüşlerdi. Thales her şeyin kaynağının “su” olduğunu, Anaksimenes ise “hava”nın en temel element olduğunu savlamıştı. Bu düşünce Empedokles ile bir aşama ileri gitmiş ve nesnelerin ve değişimin temelin dört elementin yattığını iddia etmişti: toprak, su, hava ve ateş. Bu örneklerle ilk olarak, erken dönem düşünürlerin tümünde dünyasal olguları açıklayacak genel nitelikteki ilkeleri ulaşma çabalarını görebiliriz. İkincisi, bu düşünürler açıklamalarında çoğunlukla doğaüstü veya mitolojik unsurlara başvurmadan, insanın dünyasına ait kavramları kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu düşünürlerin fikirlerinin hem bilimin hem de felsefenin başlangıç noktasında yer almalarının esas nedeni budur.

Fiziksel nesnelerin dünyasında meydana gelen “oluşumlar” ve “değişimler” bizim doğrudan gözlemlediğimiz olgulardır. Bu bilimsel veya felsefi düşüncenin kökeninde, Eski Yunan’ın “değişendeğişmeyen sorunsalı” yatmaktadır. Doğadaki nesneler oluşur ve yok olurlar; nesnelerin temel elementleri veya varlıksal ilkeleri ise kalıcı niteliktedir.

Her ne kadar insanlar kendilerini değişen dünyanın bildik nesneleri ve olguları ile sarılmış durumda buluyorlarsa da, insan aklı felsefi bir sorgulama yürütüp, değişimin ardında yatan ilkeleri ve gerçekten var olan şeyi anlamaya da yönelebilir. Bu çaba, felsefede metafizik olarak bilinen alanın çıkmasına neden olmuştur.

Platon ve Aristoteles’in Felsefelerinde Varlık Sorunsalı

Antik dönemin ilk düşünürlerinin ortak bir özelliği, doğanın düzeninin anlaşılması sorunsalına gösterdikleri özel ilgidir. Sokrates’le gelen etik varlığı ve yaşama biçimi konuları Platon ve Aristoteles için de büyük önem taşır.

Platon ve Tümeller Kuramı

Bir kavramın örneklerinin o kavramın kendisine eşlenik olmadığı düşüncesidir. Kavram, algıyla değil akılla anlaşılır. Platon’un temel amacı yalnızca düşünsel sorgulamayı sürdürmek ve kavramlar konusunda insanların cahilliklerini sergilemek değil, onun da ötesinde, büyük çapta bir felsefi kuram veya model sunmaktır. Atinalıların son derece haksız bir yargılama sonucu hocasını ölüme mahkûm etmelerinde çok etkilenen Platon’un savunduğu kuram, tümeller kuramı olarak bilinir.

Platoncu bir gözle bakarsak, çevremizde algılamakta olduğumuz nesneleri belli kategoriler altında toplayabilmemiz, oldukça ilginç ve açıklamayı gerektiren bir yön içermektedir. Çevremizdeki fiziksel nesnelerin her biri kendi başlarına var olan ayrı nesneler olsa da, onların ne oldukları sorusu gündeme geldiğinde “tek tek nesnelerin kendilerinin ötesinde” bazı unsurlara bakmamız gerektiği açıktır.

Diyelim ki, canlı ve cansız nesnelere özel isimler verdiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir durumda iletişim son derece zor olurdu. Örneğin, kırmızı karanfil ifadesini kullanan birinin nasıl bir nesneden bahsettiği hemen anlaşılır.

Bu örnekleri daha iyi anlayabilmek için, tikel ve tümel kavramlarını net bir şekilde tanıyalım. “Tikel”, nesnelerin tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek için kullanılır. “Tümel” kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları ve tikellerin edindiği nitelikler kullanılmaktadır. Örneğin, bu satırları okuyan insanların her biri, bahçemdeki ceviz ağacı, vazomdaki kırmızı karanfil tikel birer nesnedir. “İnsan”, “ağaç”, “karanfil” ve “kırmızı” ise tümellerdir. Felsefi çözümleme ve açıklama çabalarının bir parçası olarak, tümellerin ve tikellerin varlıksal konumlarını veya işlevlerini kavramsal olarak ayırıp irdeleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in bu alanda yaptığı irdelemeler çok kritik önem taşır ve kendilerinden sonra gelen düşünce biçimlerini çok büyük alanda belirlemişlerdir.

Bu konuyu daha derinlemesine incelersek; nesnelere verilen isimler söz konusu olduğunda biz hem tikel hem de tümel boyutta hareket ederiz. Özel isimler konusu olduğunda biz hem tikellere özgüdür ve evrende bulunan tek bir nesneye yöneliktir. Buna karşın birden çok nesneye kırmızı, ağır, uzun gibi nitelemeler kullanabiliriz. Tek olan bir şeyin aynı zamanda çok olması, Platon’un dikkatini çekmiştir.

Platon’un bu sorunsala verdiği yanıt ise: Örneğin, bizim “domates” olarak bildiğimiz farklı nesneler için aynı cins ismi (domates) kullanmamız o nesnelerin “domates olma” adını verebileceğimiz evrensel bir özelliği içlerinde barındırmaları yüzünden olanaklıdır. Doğal olarak, tek tek domatesler ayrıntılarda birbirlerinden farklı olabilir. Ancak ayrıntıda birbirlerinden çok farklı olan domatesler, her şeye rağmen, “domates olma” kıstasına uydukları için bu adı almışlarıdır. Bizim farklı nesnelere ‘domates’ adını vermemize olanak sağlayan “domates olma”nın tanımı veya kavramı ise değişmez. Ancak Platon’a göre, insan aklının “bilgi” ve “kavrama” adına gerçekleştirebileceği esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin hangi durumda ve ne özelliklerde olduğunu gözlemlemek değil, tümellerin veya kavramların bilgisine ulaşmaktır.

Bilgisine ulaşılacak tümellerin gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. Dünyamız üzerinde, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, değişim ve bitimlilik esastır. Fakat bir “kavram” bozulup yaşamını sonlandırabilecek bir şey değildir. İnsan bilgisine ve anlayışına temel teşkil eden bu değişmezler için Platon ‘idea’ ve ‘form’ deyimlerini kullanmıştır. İdea hem varlıksa hem de bilgisel anlamda belirleyicidir. Aynı zamanda tikel nesnelerin belli türden şeyler olmalarının varlıksal koşullarını sunarlar. Bu, işin ontolojik tarafıdır. Eğer biz doğadaki bir nesneyi “domates” olarak niteleyebiliyorsak ve ona dair bilgilendirme çabasına girebiliyorsak, bunun da nedeni domates ideasının var olması ve bizim bilgisel olarak ona yönelmemizdir. Bu da işin epistemolojik boyutudur.

Platon’un varlık tasarımında çarpıcı olan bir nokta, onun varlıksal hiyerarşiyi kurgularken, irdelemeyi “asıl” ve “kopya” kavramları üzerinde yürütmesidir.

Platon’a göre, herhangi bir şeyin ideası ile onun dünya üzerindeki örneklerini karıştırmak da bu türden bir hatadır. O yüzden Platon varlık hiyerarşisinde en alta “kopyaları” koymuştur. Varlıksal değer sıralamasında bunların bir üstünde, fiziksel dünyanın algılar aracılığıyla kavranabilecek nesneleri gelmektedir. En tepede ise akıl yoluyla kavranabilecek “ideal” ve “değişmeyen” varlıklar, yani matematiksel nesneler ve idealar bulunmaktadır. Bir insan fiziksel bir nesneyi algıladığında belli bir bilgilendirme durumu içindedir. Ancak bilginin nihai hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır. Platon felsefesinin en çarpıcı sonuçlarından biri budur.

Platon ve Epistemoloji

Epistemolojiyi sistematik bir şekilde uygulayan ve bir alan olarak kimliklendiren ilk düşünür olan platon açısından bakıldığında, “bilgi”nin diğer bilişsel hâllerden ayrılması hassas bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Platon, bizim gündelik kullanımımızdan oldukça farklı bir şekilde, “bilgi” sözcüğünü “ideaların bilgisi” olarak ayrı bir statüde tutmuş ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Her insan bakma ve görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak Platon’a göre yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye ulaşmaya çalışırlar. Tümellerin veya ideaların bilgisi gerçek bilgidir.

Platon’un varlıksal ve bilgisel kuramı, Thales gibi Eski Yunan’ın ilk felsefecilerin el yordamıyla başlattıkları felsefe serüveninin olgunlaştığı çok temel bir noktayı temsil eder. Platon’un devleti yönetecek kralların, yöneticilik yapabilmeleri için, epistemoloji yeteneklerinin olması gerektiğini düşünmektedir. O yüzden, “bilgi” kavramı bağlamında yaptığımız tartışmaların felsefi olarak çok daha geniş ve önemli sonuçları olduğunu söylemeliyiz.

Aristoteles’in Platon Üzerine Yorumu ve Töz Kavramı

Aristoteles hocası Platon’u yakından izlemiş ve onun tümellerin önemi konusunda savladığı fikirleri özünde benimsemiştir. Aristoteles’in karşı çıktığı nokta, nesnelere kimliklerini veren özsel unsurların “değişen dünyanın içinde olamayacağı” yönündeki Platoncu düşüncedir. Aristoteles’in kuramı bu noktada Platon’dan belirgin bir şekilde ayrılır. Aristoteles’in önde gelen amaçlarından biri “varlık” kavramının bir sınıflandırmasını yapmak ve varlık hiyerarşini sergilemektir. “Var olmak” ilginç bir kavramdır çünkü bu kavram evrende karşılaşabileceğimiz her şeye uygulanabilir. Var olan şeylere örnekler; toprak, hava, tavşanlar, şarkılar, üzüntüler. Bunların bir şekilde var olduğunu söyleyebiliriz, ancak bu var olma biçimlerinin birbirinden çok farklı olduğu da açıktır.

Aristoteles, Platon’dan farklı olarak, kendi başına var olabilme olgusunu dünyanın içinde arar. Başka herhangi bir varlığa bağlı olmaksızın var olabilen şeylere verdiği isim “töz” veya “cevher”dir. Aristoteles her tözün iki temel özelliği olduğunu söyler. İlk olarak, tözler bir “bu” olarak gösterilebilir. İkincisi, tözler “ayrı durabilme” özelliğine sahiptirler.

Aristoteles’e göre, tikel her nesne bir tözdür. Bir insan, bir papatya, bir tencere töz statüsünde olan şeylerdir. Sıradan her nesnenin maddesi (veya materyali) ve bir biçimi (veya formu) vardır. Nesneleri belli bir türe ait kılan “unsur” veya “sebep” Platon’da değişen dünyanın dışındayken, Aristoteles’te nesnelerin içindedir.

Platon ve Aristoteles’in ortak noktası, farklılıklarından daha önemlidir. Her iki düşünür için de bilginin olanaklılığı tümellerden veya genel karakterlerden geçmektedir. Aristoteles de tikel bir nesnenin bilinebilir tarafının onun biçimi veya özü olduğunu kabul eder. Biçim ve öz, bir türün tüm üyelerinde bulunan unsurlardır. İnsanın özü, diyelim ki, “akıllı hayvan” olmasıdır. İnsanlar sarışın, esmer, uzun, kısa, yaşlı, genç olabilirler. Fakat insan olmanın özü her insanda aynı olmak durumundadır. Özetlemek gerekirse, Aristoteles de bilginin tümeller aracılığıyla olanaklı olduğuna ancak, bununla birlikte, tümellerin fiziksel nesnelerin kavramsal parçalarından biri olduğuna inanır

Metafizik, Ontoloji ve Epistemoloji

Günlük yaşamda bu kavram çoğunlukla ruhsallık, uzaydan gelen canlılar, gizemli doğaüstü güçler gibi konularda ilintilendirilse de, felsefecilerin uğraştığı metafizik, esas olarak, gerçekliğin yapısının akılcı yöntemlerle ortaya konulması, “varlık” kavramının aydınlatılması ve varlık alanında egemen olan temel ilkelerin açığa çıkarılması gibi düşünsel işlevleri kapsar. “Metafizik” ile ilgili bir diğer deyim “ontoloji”dir. “Ontoloji” felsefede “varlıkbilim” veya “varlık kuramı” anlamlarında kullanılmaktadır.

Felsefenin Batı dünyasında şekil aldığı Eski Yunan’da felsefecilerin metafiziksel veya ontolojik ilgileri çok merkezcil bir yer işgal etmişti. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük felsefeciler bilgi konusunda önemli fikirler üretmiş olsalar da, özellikle Platon ve Aristoteles’in epistemolojik görüşleri onların metafizik tasarımlarına sıkı sıkıya bağlıydı. Bu anlamda, felsefenin Batı’nın düşünsel ufkunda belirdiği çağda “varlık” sorusunun alana egemen olmuştur.

Hem Platon hem de Aristoteles için tümeller nesnelerin ne olduğunun normunu verir, onların ne olduğunu belirler. Benzer şekilde tümeller bilgiyi de olanaklı kılan şeylerdir çünkü insan tikel nesneleri tümeller olmaksızın bilemezler. Tümeller hem nesnelerin kimliğini hem de insan bilgisinin olanaklı olmasını sağlar.

Gerçeklik, Hakikat ve Epistemoloji

Eski Yunan’da hem Sokrates öncesi dönemde üretilen kuramlar hem de Platon ve Aristoteles çizgisinde öne sürülen tezler açısından bakıldığında, görünen dünyanın ardındaki gerçek varlığı bulma çabasının belirleyici olduğunu gözlemleriz.

Pek çok felsefi kavramda olduğu gibi, “gerçek” ve “hakiki” kavramlarının da günlük dildeki kullanımları kuramsal sorgulamalar için ipuçları taşır. Örneğin, “gerçek altın” ve “hakiki dost” gibi deyimler bir nesnenin veya varlığın kavramına uygun olduğu veya kavramın karşıladığı gerçeğini vurgular. Ancak felsefi olarak tartışmalı kavramlar, bu deyimlerin isim hâlleri olan “ gerçeklik ” ve “ hakikat ”tir.

“Hakikat nedir?” gibi geniş bir felsefi soru sorulduğunda, insanların aklında olan şey, genellikle metafizik veya ontolojik kaygıların biraz ötesinde olan bir durumdur. “hakikat sorgulaması” bazen ölümlü bir yaşamın anlamı ve gizemi, ölümden sonra bizi neyin beklediği, en derin yaşamsal sorularımızın nihai yanıtı gibi varoluşsal bir boyut içeren irdelemelere gönderme yapan bir sorgulama türü olarak alınır. Buna karşın “gerçeklik nedir?” sorusu çoğunlukla, ontolojik ağırlığı olan bir soru olarak görülebilir. Gerçekliğin tersi, bu anlamda, görüntü veya görünendir.

Eğer “gerçeklik” denen şey bizim karşımıza doğrudan çıkan dünyada farklı olabilecek bir varlık alanı ise, o zaman, bizim ona dair nasıl bilgileneceğimiz sorusu da önemli bir tartışma konusu olarak kendini gösterir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.