Açıköğretim Ders Notları

Çevre Sosyolojisi Dersi 6. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Çevre Sosyolojisi Dersi 6. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Kent Yoksulluğu Ve Çevre

Günümüzde Yoksulluğun Değişen Nitelikleri ve Çevresel Tehditler

21. yüzyılda bilgi ve ileri teknoloji yoğunluklu ekonomik yapılanma, kentsel mekânsal ayrışma ve kutuplaşmalarla artan toplumsal eşitsizlikler, tüm dünyada yoksulluğun yapısal, kentsel ve küresel niteliklerini daha fazla ortaya çıkarmaktadır. Yoksulluk artık yalnızca geliri kapsamamakta, aynı zamanda güvenlik, korunmasızlık ve riskler yeni grupları yoksullaştırmaktadır. Özellikle dünya kent nüfusunun 2025 yılında iki kat artarak 4 milyar olması beklentisi yoksulluğun yakın gelecekte daha çok kentsel bir görünüm kazanacağına olan inancı güçlendirmektedir. Nitekim UNESCO verilerine göre dünya nüfusunun 1975’te %38’i, 2000 yılında %47’si kentlerde yaşarken, 2015 yılında bu oranın %54 ve 2025 yılında ise %60 olması beklendiği ifade edilmektedir. Bu da doğal kaynakların daha fazla istismarını, çevresel sorunları, sağlık risklerini ve sosyal dışlanmayı, yoksulluğun yeni biçimleri olarak karşımıza çıkarmakta ve insanca yaşamı daha fazla tehdit etmektedir.

Yoksul Kimdir ve Yoksulluk Neyi İfade Eder?

Yoksulluk kavramı, genel olarak “insan ihtiyaçları” kavramına dayanarak ele alınmakta ve yaşamın gerektirdiği olanaklardan yoksun olma durumlarını ifade etmektedir. İnsan toplumsal bir varlıktır ve bu nedenle de fiziki varlığını sürdürmesi için gerekli olan beslenme ihtiyacının yanı sıra giyim, barınma, eğitim, sağlık, kültür, ortak yaşama, dinlenme, güven duyma, içerme, estetik ve benzeri sosyo-kültürel ihtiyaçları vardır (Sallan Gül, Gül, 2008). Tarihsel olarak yoksulun kim olduğu sorusuna verilen ilk yanıt 17. yüzyılda 1601 yılında İngiltere’de çıkarılan ve 230 yıl yürürlükte kalan Elizabeth Yoksulluk Yasası ile olmuştur. Bu yasada yoksullar temelde üç grupta ele alınmıştır. İlk grupta, yoksulluğu, toplumca kabul edilen sakat, kör, elinde olmayan sebeplerle haklı nedenlere dayananlar yer almıştır. Bu gruptakilere barınacak yer (huzur evi gibi) ve yiyecek yardımının yapılması öngörülmüştür. İkinci gruba, herhangi bir sakatlı- ğı olmayan ve çalışabilecek durumda olan yoksullar (erkekler) dahil edilmişlerdir. Bunların kamusal işlerde, gerekiyorsa zor kullanarak çalıştırılması, aksi takdirde cezalandırılmaları kabul edilmiştir. Son grupta kimsesiz çocuklar yer almış ve yetimhanelerde barınma ve eğitim olanaklarının sunulması kararlaştırılmıştır (Townsend, 1993).

Temel İhtiyaçlar Temelinde Yoksulluk: Mutlak ya da Açlık Yoksulluğu

İnsanların yaşamlarını sürdürmeleri için en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamamasını ifade eden mutlak yoksulluk, Kopenhag’da 1995 yılında gerçekleştirilen Dünya Sosyal Gelişim Zirvesi’nde tanımlanmıştır. Sağlıklı beslenmeyi, temiz su içmeyi, sağlık tesislerine, barınmaya, eğitim hizmetlerine erişim oranı ile ilgili olan kısacası insanların temel ihtiyaçlarından yoksunluğunu gösteren yoksulluk türü olarak mutlak yoksulluk nitelemesi kullanılmıştır. Mutlak yoksulluk üzerine yapılan bir diğer tanımlamada ise mutlak yoksulluk, bireyin ve hane halkının geliri veya tüketim harcamalarını esas almakta, öngörülmüş bir gelir veya tüketim seviyesinin altında kalan bireyler yoksul olarak nitelendirilmektedir. Özetle mutlak yoksulluk, hane halkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamaması durumu olarak da tanımlanmaktadır (Coşkun ve Tireli, 2008).

Eşitsizlik ya da göreli yoksulluk: Eşitsizlik olarak yoksulluk ya da göreli yoksulluk, yoksulluğun hesaplanmasında temel ihtiyaçlar yaklaşımını temel almakta, ölçümü belirleyen değişkenler farklılaşsa da, toplumdaki gelir dağılımını ve eşitsizlikleri belirlemeye çalışmaktadır. Aynı toplumda bireylerin ya da ailelerin yaşam standartları ve gelirleri diğerleriyle karşılaştırılarak bir yoksulluk tanımı yapılmaya çalışmaktadır. Yaşam standardı, insan isteklerini arzu edilen mal ve hizmetlerin bileşkesi olup, birey, aile, grup, sınıf, toplum, millet ve insan grubu tarafından belirlenebilir, ancak yoksulluk çalışmalarında birey ya da aile temel alınır. Kişinin ya da ailenin bir yaşam düzeyi sürdürebilmek için gerekli olan yiyecek, giyecek, barınma, tedavi, ulaşım gibi temel gereksinimlerini karşılayabilmesi gerekir. Kişinin fiziksel varlığını sürdürebilmesi için gerekli asgari tüketimi yapabilecek gelire sahip olmaması eşitsizlik yoksulluğunu ifade etmektedir. Eşitsizlik yoksulluğunu belirlemek için toplumda belirli bir gelir düzeyi saptanarak bunun altında kalanlar, üstündekilere göre yoksul kabul edilmektedir.

Göreli yoksulluk da toplumda kabul edilebilir en aşağı tüketim düzeyinin altında kalanlar göreli yoksul olarak kabul edilmektedir. Bu tüketim düzeyi mutlak yoksulluğun üzerindedir. Ama ne kadar üzerinde olduğu içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyine göre farklılaşmaktadır. Bu bireyin biyolojik olarak değil, sosyal olarak kendisini üretebilmesi için gerekli tüketim düzeyinin saptanmasını gerektirmektedir. Göreli yoksulluk için çoğunlukla benimsenen yöntem, ülke içindeki ortalama ya da medyan gelirin belirli yüzdesini, örneğin %50’sini almaktır. Buna göre de ortanca gelirin %50’si altında gelire sahip kişiler, göreli yoksulluğa sahip olan kişiler olarak tanımlanmaktadır

Bir algı sorunu olarak öznel yoksulluk: Öznel yoksulluk ile içsel öznellik ve çok boyutluluğun yakalanması amaçlanmaktadır. Öznel yoksullukta bireylerin yaşam koşullarının farkındalıkları ekseninde değerlendirme yapılmakta, bireyin sahip olduğu refah değerlendirmesi temel alınmaktadır Bu bağlamda öznel yoksulluk kavramındaki temel düşünce, yoksulluğun toplumun kabul edebileceği yaşam düzeyi ile ilgili olması durumu olduğuna göre, yoksulluk çizgisini belirlemenin yolu, büyük ölçekli anketler yaparak toplumun bu görüşünün ortaya konulmasıdır. Öznel yoksulluk bireylerin kendi tercihlerine göre oluşturdukları ihtiyaç bileşimini esas alarak, öznel gerçekliği soyutlayan yaklaşımlardan uzaklaşmaktadır. Öznel yoksulluğu belirleyebilmek amacıyla yapılan anketlerde farklı yöntemler kullanılmakta ve deneklere yoksul olmamak, iyi bir gelire sahip olmak gibi gelir miktarı ile ilgili sorular sorulmaktadır. Öznel yoksullukta, anket sonuçlarından refah düzeyleri ile gelirler arasında bağlantı kurularak, kritik bir refah düzeyi seçilip ona karşılık gelen gelir düzeyi yoksulluk çizgisi olarak görülmektedir.

Tüketememe durumu olarak yoksulluk: 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yoksulluk kavramını tarihin diğer dönemlerinden ayıran en önemli özelliği, gelir azlığından kaynaklanan tüketememek ve sosyal çevreden, toplumdan dışlanma duygusudur. Yeni yoksullar modern toplumun temel karakteristiği olan tüketim fonksiyonunu yerine getiremeyen, haliyle tüketim toplumunda tüketemedikleri için normal toplumsal yaşayışını devam ettiremeyen insanlar olarak görülmektedir. Bauman, yoksulluğun bu yeni biçiminde yoksulları norma uygun yaşayamayan insanlar olarak ele almaktadır. Ona göre tatminkâr bir gelir, kredi kartları ve daha güzel bir yarın umudundan yoksun olan yoksulların ihlal ettiği norm, ihlal edilmesinin ihlal edenleri “anormal” kıldığı norm, çalışma değil, tüketici ehliyeti ya da yeteneği normudur. Bugünün yoksulları öncelikle “işsiz” değil, “tüketici olmayan”lardır; onların yerine getiremedikleri sosyal yükümlülüklerin en önemlisi pazarın sunduğu mal ve hizmetlerin aktif ve etkili alıcısı olmak olduğundan, onları öncelikle tanımlayan şey defolu tüketici olmalarıdır (Bauman, 1997). Bir başka ifadeyle gelir azlığı ve buna bağlı olarak tüketememek, yani tüketim toplumunda tüketemediği için normal toplumsal yaşayış devam ettiremeyen insanların durumunu anlatan bu yoksulluk, aynı zamanda sosyal ve kültürel kimliğe işaret etmektedir.

Yeni Kent Yoksulluğu ve Ayırt Edici Özellikleri

Kentsel yoksulluk kavramı, kentsel mekândaki yoksulluğun, küreselleşme süreçlerinin etkisiyle belirli bölgelerde yoğunlaşmanın yanında ayrışma, gettolaşma ve hatta kutuplaşma eğilimini içermektedir. Kentsel yoksulluk, ekonomik ve sosyolojik yaklaşımlarla kent ve bölgesinin belirli kaynaklardan yoksun olma, bir ekonomik mekanizma ya da bir toplumsal gerçeklik anlamında kentin göreli dengesizliği, düzensizliği ve bozulmuş işlevselliği olarak da açıklanmaktadır. Kent yoksulluğunu kapsayan ana değişkenler kısaca şöyle özetlenebilir: Gelir ve işte sınırlı kabul, enformelleşme, işsizlik ve kayıt dışılık (enformelleşme); yetersiz ve güvensiz yaşam koşulları; zayıf kentsel altyapı ve hizmetler; kolaylıkla risk altında olmak, örneğin doğal kaynaklar, çevresel tehlike ve sağlık riskleri; mekânsal sorunlar ve bu sorunların dolaşımı ve sosyal dışlama ile ilgili sorunlar.

Kent Yoksulluğunda Çevrenin Belirleyiciliği

Kent yoksulluğunu çevresel bağlamda ele alındığında literatürde yoksulluk ve ekosistem ilişkisinde UNEP’in de temel aldığı ana bileşenler söyle ele alınabilir: Yeterli beslenememek; hastalanma riskinin sıklığı; temiz bir çevrede ve güvenli bir mekânda yaşayamamak; yeterli ve temiz su bulma güçlüğü; temiz havaya sahip olamamak; ısınabilmek ve yemek yapabilecek enerjiye sahip olamamak; şiddetli doğa olayları, seller, tropik fırtınalar ve toprak kaymaları ile baş edememek; sürdürülebilir idare kararlarını yapamamak, sürdürülebilir gelir akımını başaramamak ve geleneksel tıbbı kullanmak. Bu öğeler yoksunlukların hayatını daha kırılgan hale getirmekte, sağlıksız çevre koşulları ve küresel istihdamın enformelleşen niteliği yoksulluklarını derinleştirmektedir. Ayrıca nükleer güç santralleri ve atık güvenliği, biyogüvenlik ve genetik kirlenmeden doğan tehlikelerle savaş ve sanayi bölgelerindeki kimyasal kirlenmenin önlenmemesi yoksullar için yeni risk alanlarını gündeme getirmektedir. Aslında çevresel sağlık sorunları da büyük çoğunlukla yoksulluğun yaşanmasıyla ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuya uluslararası düzeyde ilgi daha çok 1990’lı yıllarda başlamıştır. Örneğin 1994 insani Gelişme Raporu’nda altı çizilen tehditler küresel su krizi ve iklim değişikliklerini kapsarken, 1996 raporunda çevresel güvenlik ve 1998 raporunda ise adaletsizlik ve çevresel bozulma ortak dikkat çeken konular olmuştur. Asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi ve iklim değişikliği yoksulların en çok etkilendiği konulardır. Benzer biçimde 2002 Güney Afrika-Johannesburg BM Çevre ve Kalkınma Konferansında hem yoksulluk ve hem de çevre sağlığı ve sorunları adına önemli sayılabilecek adımlar atılmıştır. Örneğin AIDS’le mücadele ve Afrika’ya AIDS ilacı yardımı, Afrika’da kadınların sağlık hizmetlerine ulaşımı, çok yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi, küresel ısınma ile mücadele için fosil yakıt kullanımının sınırlanması gibi konular gündeme gelmiştir.

Bugün gelişmiş ülkeler için artık risk bile oluşturmayan çevre sorunları ve hastalıkla, yoksul bölgelerde insan yaşamını her yönüyle etkisi altına almaktadır. Örneğin temiz suya erişememe ve sıtmaya yakalanma gibi geleneksel çevresel risklerin etkisi daha fazla artmaktadır. 2000’li yıllarda 1,1 milyar insan temiz içme suyuna erişememekte ve 2,6 milyar insan da yetersiz sağlık koşullarında su ve temizlik konusunda sorun yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler insanların günlük temel ihtiyaçları olan içmek, yemek pişirmek ve temizlik için günde 20-50 litre suya ihtiyacı olduğunu belirtmektedir. Oysa Mozambikte’ki su kullanım oranı ise kişi başına günlük 10 litreden azdır. Bu oran Avrupa’nın birçok ülkesinde kişi başına düşen su kullanımı 200-300, Türkiye’de 111 ve Amerika’da 575 litredir. UNDP 2006 raporunda da vurgulandığı gibi; “Temiz suya erişememektedirler.” cümlesi az gelişmiş ülkeler için kibarca derin yoksunluğu anlatmaktadır. En yoksul bölgeler olan Sahra Altı Afrikası ve Güney Asya ülkelerinde her gün çoğunluğu çocuk ve yaşlılardan oluşan yaklaşık 14 ila 30 bin kişi suyla ilgili önlenebilir bir hastalıktan dolayı yaşamını yitirmektedir.

Sonuç olarak, çevrenin kent yoksullarına etkisi, kent yoksullarının düşük kaliteli ürünleri tüketmesinden kaynaklanan çevreye etkisinden çok daha fazladır. Bu nedenle çevresel sağlığın geliştirilmesi/iyileştirilmesi yoksullara olan etkilerinin güçlenmesi ulusal ve uluslararası düzeyde alınabilecek kararlarla olanaklıdır.

Küresel hastalıkların %24’ünden fazlası ve ölümlerin %23’ü çevresel müdahaleler aracılığıyla önlenebilecek niteliktedir. Benzer biçimde örneğin, sağlıklı bir çevre ve yeterli sağlık önlemleri, HIV/AIDS gibi hastalıkların oluşumunu azaltabilecek anahtar faktör olabilir ve hayat kalitelerinin iyileştirilmesini olanak tanıyabilir. Daha iyi çevresel sağlık koşulları sağlık çıktılarının ötesine geçmektedir. Daha iyi çevresel koşullar uygun altyapı hizmetlerinin artmasına (geri dönüşüm, tuvaletin yapımı gibi), yoksullar için yol, elektrik, su, okul, sağlık hizmetlerinin sağlanması yoksulların insanca yaşamasının yanında günlük yaşam yükünün azaltılmasına olanak sağlayacaktır. Cinsiyet, etnisite, ırk ve sosyal statü farklılıklarından kaynaklanan sosyal engellerin kaldırılmasına ve eşitliğin gerçekleşmesine katkıda bulunacaktır. Ayrıca hak temelli bir bakışla yoksulların karşı karşıya kaldığı riskleri algılama ve azaltmalarına yönelik mekanizmaların geliştirilmesine destek olacaktır.

Türkiye’de Yoksulluk ve Yoksulluğun Boyutları

Ülkemizde 1980’lere kadar geçen sürede yoksulluk, daha çok geleneksel dayanışma kurumları ve ilişkileri bağlamında ele alınmıştır. Bireyin muhtaçlıklarının aile ve geleneksel akrabalık ilişkilerinin yanında hayırseverlerin yardımlarıyla giderilmeye çalışılan, savaş zamanlarında geçici kamusal tedbirlere hafifletilmek istenen geçici bir durum olarak görülmüştür. Sadece kimsesiz ve muhtaç çocuklar yoksul olarak kabul edilip, devletçe bakım ilkesi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Benzer olarak Türkiye’de 1980’lere kadar sosyolojide ve diğer sosyal bilimlerde yoksulluk olgusu doğrudan ele alınmamış, daha çok yoksulluğun belirleyici etkenlerinden olan göç, kentleşme, gecekondu, gençlik araştırmaları, yeni kentliler, hemşerilik, yaşam stratejileri, sosyal tabakalaşma ve değişim sürecinde teorik tartışmalar ve alan incelenmeleriyle konuya dolaylı değinilmiştir. Yoksulluğun tanımlanması ve ölçülmesi ile ilgili çalışmalar ise, 1980’lerin ikinci yarısına denk gelirken, kent yoksulları üzerine yapılan çalışmalar ancak 1990’larda başlamıştır. 1990’lı yıllarda hazırlanan kalkınma planlarında ilk kez Türkiye’deki yoksulluktan söz edilirken mutlak yoksulluk ifadesi yer almıştır. 2001’deki Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Raporu’nda mutlak yoksulluğu giderecek, göreli yoksulluğu azaltacak önlemlerin alınması gereğine işaret edilmiştir. Ülkemizde ilk yoksulluk ölçümleri de lisansüstü tezlerde yapılmaya başlanmıştır. 1987 yılında yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı tüm nüfusun %40’ına ulaşırken, minimum gıda harcama düzeyine sahip olamayanların oranı, yani mutlak yoksulluk oranı 1994 yılında % 8 olmuştur. Ekonomik krizin ağır yaşandığı 2001 yılında Türkiye’de aylık kazancı yoksulluk sınırının altında olan hanelerin oranı % 31’e ve çalışan kesimdeki yoksulların oranı da % 50’lere ulaşmıştır (Sallan Gül, 2003).

Türkiye’de hane halkı büyüdükçe yoksulluk riski artmakta, eğitim düzeyi yükseldikçe azalmaktadır. 2009 yılında hane halkı büyüklüğü 3 veya 4 kişi olan hanelerde bulunan fertlerin yoksulluk oranı % 9,65 olurken, 7 ve daha fazla olan hanelerde fertlerin yoksulluk oranı % 40,05 olarak hesaplanmıştır. 7 ve daha fazla kişiden oluşan hanelerden kentsel yerlerde oturanlar için yoksulluk riski % 25,21 iken kırsal yerlerde bu oran % 54,06’dır. 2009 yılında okur-yazar olmayan veya bir okul bitirmeyenlerde yoksulluk oranı % 29,84 olurken, ilkokul mezunlarında bu oran % 15,34, lise ve dengi meslek okulları mezunlarında % 5,34, yüksekokul, fakülte ve üstü mezuniyete sahip fertlerde % 0,71 olmuştur. ilköğretime başlamamış olan 6 yaşından küçük çocukların yoksulluk riski ise % 24,04’tür. Ancak 2010 yılında yayınlanan UNDP, Çok boyutlu Yoksulluk Endeksi verilerine göre de 2009 yılında Türkiye’de yoksulluk oranı %27 iken, 1.25$’ın altında yaşayan nüfusun oranı ise %2.6’dır. Nüfusun %15.4’ü eğitim hizmetlerine ulaşamıyorken, %16.0’sı ise sağlık hizmetlerine erişememektedir. Yaşanan yoksunluğun yoğunluğu ise %8.5’dir. Sonuç olarak ülkemizde mutlak düzeyde yoksulluk tehlikeli bir durum sergilemezken, göreli ve kentsel düzeyde yoksulluk; göç ve enformelleşme boyutlarıyla ortaya çıkan eşitsizlikler yeni kent yoksulluğunun en belirgin özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de Kentsel Yoksulluk-Çevre İlişkisi

Türkiye’de yoksullukla çevre arasındaki ilişki çok fazla ele alınmış bir konu değildir. 1966’da hızlı kentleşmenin yol açtığı gecekondulaşmayı kontrol etmek için Gecekondu Kanunu çıkarılmıştır. 1971 tarihinde çıkarılan Su Ürünleri Kanunu ile su ürünlerinin ve yüzeydeki su kaynaklarının kalitesinin korunması amaçlanmıştır. 1972 yılında BM’ce yapılan Stockholm insan ve Çevresi Konferansı’na bir bildiri ile katılınmıştır. Ülkemizde çevrenin evrensel bir değer olarak kabul edilmesi 1970’li yıllarda kabul edilmişse de bu çabalar daha çok gönüllü kuruluşların öncülüğünde başlamıştır. Çevreyle ilgili ilk kamusal kurum olan Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı 1978 yılında kurulmuştur. Ankara gibi daha çok büyük kentlerde sorun olarak yaşanmaya başlayan hava kirliği sorunu karşısında 1983 yılında Çevre Kanunu çıkarılmış, Bakanlığın kurulması ise, 1991 yılında gerçekleşmiştir. 1996 yılında İstanbul HABiTAT II Konferansı toplanmış, sadece hükümetlerin değil, toplumdaki ve uluslararası arenadaki tüm aktörlerin çevre konusunda sorumluluk alması gereği tartılmış, Rio konferansındaki gibi kabul görmüştür. Var olan çalışmalardan biri 2005 yılı Türkiye, Çevre ve Orman Bakanlığı Raporudur. Çevre sorunlarının temelde iki farklı biçimde ifade edilmekte ve doğal kaynakların üretim/tüketim etkinlikleri çerçevesinde aşırı kullanımı ile ekosistemi özümseme kapasitesini aşan miktarlarda atığın doğaya bırakılması olduğu saptamasına yer verilmektedir. Türkiye’de kentlerdeki yoksullukla bağlamlı olarak su kaynaklarına erişimi, tarımda kullanılan kimyasal gübre ve ilaçların suya karışmasıyla ortaya çıkan su kirliliği ve hava kirliliği sorunlarına odaklanmaktadır. Ülkemizde sağlıklı ve yeterli içme suyuna erişimde sorunlar sürmektedir. Kahramanmaraş örneğinde olduğu gibi, bazı bölgelerde sağlıklı suya erişimin olmayan nüfusun oranı %17,4’e çıkabilmektedir.

Deniz kaynakları açısından son derece zengin olan Türkiye, sanayi, deniz taşımacılığı, kentleşme ve turizmdeki gelişmelerin verdiği zararlar nedeniyle bu kaynaklarını verimli kullanmamakta, balıkçılıkla uğraşan kesim kirlenmeden olumsuz etkilenmekte, bir kısmı yoksullaşmaktadır. Yine kentleşme ve sanayileşmeden kaynaklanan hava kirliliği de Türkiye’deki hava kirliliğin nedenleri arasında yer almaktadır. Türkiye’de kentlerdeki yoksullukla bağlantılı olarak kalitesiz yakıt kullanımının artması kentsel hava kirliliğinin hızla yükselmesine neden olmaktadır.

Günümüzde Yoksulluğun Değişen Nitelikleri ve Çevresel Tehditler

21. yüzyılda bilgi ve ileri teknoloji yoğunluklu ekonomik yapılanma, kentsel mekânsal ayrışma ve kutuplaşmalarla artan toplumsal eşitsizlikler, tüm dünyada yoksulluğun yapısal, kentsel ve küresel niteliklerini daha fazla ortaya çıkarmaktadır. Yoksulluk artık yalnızca geliri kapsamamakta, aynı zamanda güvenlik, korunmasızlık ve riskler yeni grupları yoksullaştırmaktadır. Özellikle dünya kent nüfusunun 2025 yılında iki kat artarak 4 milyar olması beklentisi yoksulluğun yakın gelecekte daha çok kentsel bir görünüm kazanacağına olan inancı güçlendirmektedir. Nitekim UNESCO verilerine göre dünya nüfusunun 1975’te %38’i, 2000 yılında %47’si kentlerde yaşarken, 2015 yılında bu oranın %54 ve 2025 yılında ise %60 olması beklendiği ifade edilmektedir. Bu da doğal kaynakların daha fazla istismarını, çevresel sorunları, sağlık risklerini ve sosyal dışlanmayı, yoksulluğun yeni biçimleri olarak karşımıza çıkarmakta ve insanca yaşamı daha fazla tehdit etmektedir.

Yoksul Kimdir ve Yoksulluk Neyi İfade Eder?

Yoksulluk kavramı, genel olarak “insan ihtiyaçları” kavramına dayanarak ele alınmakta ve yaşamın gerektirdiği olanaklardan yoksun olma durumlarını ifade etmektedir. İnsan toplumsal bir varlıktır ve bu nedenle de fiziki varlığını sürdürmesi için gerekli olan beslenme ihtiyacının yanı sıra giyim, barınma, eğitim, sağlık, kültür, ortak yaşama, dinlenme, güven duyma, içerme, estetik ve benzeri sosyo-kültürel ihtiyaçları vardır (Sallan Gül, Gül, 2008). Tarihsel olarak yoksulun kim olduğu sorusuna verilen ilk yanıt 17. yüzyılda 1601 yılında İngiltere’de çıkarılan ve 230 yıl yürürlükte kalan Elizabeth Yoksulluk Yasası ile olmuştur. Bu yasada yoksullar temelde üç grupta ele alınmıştır. İlk grupta, yoksulluğu, toplumca kabul edilen sakat, kör, elinde olmayan sebeplerle haklı nedenlere dayananlar yer almıştır. Bu gruptakilere barınacak yer (huzur evi gibi) ve yiyecek yardımının yapılması öngörülmüştür. İkinci gruba, herhangi bir sakatlı- ğı olmayan ve çalışabilecek durumda olan yoksullar (erkekler) dahil edilmişlerdir. Bunların kamusal işlerde, gerekiyorsa zor kullanarak çalıştırılması, aksi takdirde cezalandırılmaları kabul edilmiştir. Son grupta kimsesiz çocuklar yer almış ve yetimhanelerde barınma ve eğitim olanaklarının sunulması kararlaştırılmıştır (Townsend, 1993).

Temel İhtiyaçlar Temelinde Yoksulluk: Mutlak ya da Açlık Yoksulluğu

İnsanların yaşamlarını sürdürmeleri için en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamamasını ifade eden mutlak yoksulluk, Kopenhag’da 1995 yılında gerçekleştirilen Dünya Sosyal Gelişim Zirvesi’nde tanımlanmıştır. Sağlıklı beslenmeyi, temiz su içmeyi, sağlık tesislerine, barınmaya, eğitim hizmetlerine erişim oranı ile ilgili olan kısacası insanların temel ihtiyaçlarından yoksunluğunu gösteren yoksulluk türü olarak mutlak yoksulluk nitelemesi kullanılmıştır. Mutlak yoksulluk üzerine yapılan bir diğer tanımlamada ise mutlak yoksulluk, bireyin ve hane halkının geliri veya tüketim harcamalarını esas almakta, öngörülmüş bir gelir veya tüketim seviyesinin altında kalan bireyler yoksul olarak nitelendirilmektedir. Özetle mutlak yoksulluk, hane halkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamaması durumu olarak da tanımlanmaktadır (Coşkun ve Tireli, 2008).

Eşitsizlik ya da göreli yoksulluk: Eşitsizlik olarak yoksulluk ya da göreli yoksulluk, yoksulluğun hesaplanmasında temel ihtiyaçlar yaklaşımını temel almakta, ölçümü belirleyen değişkenler farklılaşsa da, toplumdaki gelir dağılımını ve eşitsizlikleri belirlemeye çalışmaktadır. Aynı toplumda bireylerin ya da ailelerin yaşam standartları ve gelirleri diğerleriyle karşılaştırılarak bir yoksulluk tanımı yapılmaya çalışmaktadır. Yaşam standardı, insan isteklerini arzu edilen mal ve hizmetlerin bileşkesi olup, birey, aile, grup, sınıf, toplum, millet ve insan grubu tarafından belirlenebilir, ancak yoksulluk çalışmalarında birey ya da aile temel alınır. Kişinin ya da ailenin bir yaşam düzeyi sürdürebilmek için gerekli olan yiyecek, giyecek, barınma, tedavi, ulaşım gibi temel gereksinimlerini karşılayabilmesi gerekir. Kişinin fiziksel varlığını sürdürebilmesi için gerekli asgari tüketimi yapabilecek gelire sahip olmaması eşitsizlik yoksulluğunu ifade etmektedir. Eşitsizlik yoksulluğunu belirlemek için toplumda belirli bir gelir düzeyi saptanarak bunun altında kalanlar, üstündekilere göre yoksul kabul edilmektedir.

Göreli yoksulluk da toplumda kabul edilebilir en aşağı tüketim düzeyinin altında kalanlar göreli yoksul olarak kabul edilmektedir. Bu tüketim düzeyi mutlak yoksulluğun üzerindedir. Ama ne kadar üzerinde olduğu içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyine göre farklılaşmaktadır. Bu bireyin biyolojik olarak değil, sosyal olarak kendisini üretebilmesi için gerekli tüketim düzeyinin saptanmasını gerektirmektedir. Göreli yoksulluk için çoğunlukla benimsenen yöntem, ülke içindeki ortalama ya da medyan gelirin belirli yüzdesini, örneğin %50’sini almaktır. Buna göre de ortanca gelirin %50’si altında gelire sahip kişiler, göreli yoksulluğa sahip olan kişiler olarak tanımlanmaktadır

Bir algı sorunu olarak öznel yoksulluk: Öznel yoksulluk ile içsel öznellik ve çok boyutluluğun yakalanması amaçlanmaktadır. Öznel yoksullukta bireylerin yaşam koşullarının farkındalıkları ekseninde değerlendirme yapılmakta, bireyin sahip olduğu refah değerlendirmesi temel alınmaktadır Bu bağlamda öznel yoksulluk kavramındaki temel düşünce, yoksulluğun toplumun kabul edebileceği yaşam düzeyi ile ilgili olması durumu olduğuna göre, yoksulluk çizgisini belirlemenin yolu, büyük ölçekli anketler yaparak toplumun bu görüşünün ortaya konulmasıdır. Öznel yoksulluk bireylerin kendi tercihlerine göre oluşturdukları ihtiyaç bileşimini esas alarak, öznel gerçekliği soyutlayan yaklaşımlardan uzaklaşmaktadır. Öznel yoksulluğu belirleyebilmek amacıyla yapılan anketlerde farklı yöntemler kullanılmakta ve deneklere yoksul olmamak, iyi bir gelire sahip olmak gibi gelir miktarı ile ilgili sorular sorulmaktadır. Öznel yoksullukta, anket sonuçlarından refah düzeyleri ile gelirler arasında bağlantı kurularak, kritik bir refah düzeyi seçilip ona karşılık gelen gelir düzeyi yoksulluk çizgisi olarak görülmektedir.

Tüketememe durumu olarak yoksulluk: 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yoksulluk kavramını tarihin diğer dönemlerinden ayıran en önemli özelliği, gelir azlığından kaynaklanan tüketememek ve sosyal çevreden, toplumdan dışlanma duygusudur. Yeni yoksullar modern toplumun temel karakteristiği olan tüketim fonksiyonunu yerine getiremeyen, haliyle tüketim toplumunda tüketemedikleri için normal toplumsal yaşayışını devam ettiremeyen insanlar olarak görülmektedir. Bauman, yoksulluğun bu yeni biçiminde yoksulları norma uygun yaşayamayan insanlar olarak ele almaktadır. Ona göre tatminkâr bir gelir, kredi kartları ve daha güzel bir yarın umudundan yoksun olan yoksulların ihlal ettiği norm, ihlal edilmesinin ihlal edenleri “anormal” kıldığı norm, çalışma değil, tüketici ehliyeti ya da yeteneği normudur. Bugünün yoksulları öncelikle “işsiz” değil, “tüketici olmayan”lardır; onların yerine getiremedikleri sosyal yükümlülüklerin en önemlisi pazarın sunduğu mal ve hizmetlerin aktif ve etkili alıcısı olmak olduğundan, onları öncelikle tanımlayan şey defolu tüketici olmalarıdır (Bauman, 1997). Bir başka ifadeyle gelir azlığı ve buna bağlı olarak tüketememek, yani tüketim toplumunda tüketemediği için normal toplumsal yaşayış devam ettiremeyen insanların durumunu anlatan bu yoksulluk, aynı zamanda sosyal ve kültürel kimliğe işaret etmektedir.

Yeni Kent Yoksulluğu ve Ayırt Edici Özellikleri

Kentsel yoksulluk kavramı, kentsel mekândaki yoksulluğun, küreselleşme süreçlerinin etkisiyle belirli bölgelerde yoğunlaşmanın yanında ayrışma, gettolaşma ve hatta kutuplaşma eğilimini içermektedir. Kentsel yoksulluk, ekonomik ve sosyolojik yaklaşımlarla kent ve bölgesinin belirli kaynaklardan yoksun olma, bir ekonomik mekanizma ya da bir toplumsal gerçeklik anlamında kentin göreli dengesizliği, düzensizliği ve bozulmuş işlevselliği olarak da açıklanmaktadır. Kent yoksulluğunu kapsayan ana değişkenler kısaca şöyle özetlenebilir: Gelir ve işte sınırlı kabul, enformelleşme, işsizlik ve kayıt dışılık (enformelleşme); yetersiz ve güvensiz yaşam koşulları; zayıf kentsel altyapı ve hizmetler; kolaylıkla risk altında olmak, örneğin doğal kaynaklar, çevresel tehlike ve sağlık riskleri; mekânsal sorunlar ve bu sorunların dolaşımı ve sosyal dışlama ile ilgili sorunlar.

Kent Yoksulluğunda Çevrenin Belirleyiciliği

Kent yoksulluğunu çevresel bağlamda ele alındığında literatürde yoksulluk ve ekosistem ilişkisinde UNEP’in de temel aldığı ana bileşenler söyle ele alınabilir: Yeterli beslenememek; hastalanma riskinin sıklığı; temiz bir çevrede ve güvenli bir mekânda yaşayamamak; yeterli ve temiz su bulma güçlüğü; temiz havaya sahip olamamak; ısınabilmek ve yemek yapabilecek enerjiye sahip olamamak; şiddetli doğa olayları, seller, tropik fırtınalar ve toprak kaymaları ile baş edememek; sürdürülebilir idare kararlarını yapamamak, sürdürülebilir gelir akımını başaramamak ve geleneksel tıbbı kullanmak. Bu öğeler yoksunlukların hayatını daha kırılgan hale getirmekte, sağlıksız çevre koşulları ve küresel istihdamın enformelleşen niteliği yoksulluklarını derinleştirmektedir. Ayrıca nükleer güç santralleri ve atık güvenliği, biyogüvenlik ve genetik kirlenmeden doğan tehlikelerle savaş ve sanayi bölgelerindeki kimyasal kirlenmenin önlenmemesi yoksullar için yeni risk alanlarını gündeme getirmektedir. Aslında çevresel sağlık sorunları da büyük çoğunlukla yoksulluğun yaşanmasıyla ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuya uluslararası düzeyde ilgi daha çok 1990’lı yıllarda başlamıştır. Örneğin 1994 insani Gelişme Raporu’nda altı çizilen tehditler küresel su krizi ve iklim değişikliklerini kapsarken, 1996 raporunda çevresel güvenlik ve 1998 raporunda ise adaletsizlik ve çevresel bozulma ortak dikkat çeken konular olmuştur. Asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi ve iklim değişikliği yoksulların en çok etkilendiği konulardır. Benzer biçimde 2002 Güney Afrika-Johannesburg BM Çevre ve Kalkınma Konferansında hem yoksulluk ve hem de çevre sağlığı ve sorunları adına önemli sayılabilecek adımlar atılmıştır. Örneğin AIDS’le mücadele ve Afrika’ya AIDS ilacı yardımı, Afrika’da kadınların sağlık hizmetlerine ulaşımı, çok yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi, küresel ısınma ile mücadele için fosil yakıt kullanımının sınırlanması gibi konular gündeme gelmiştir.

Bugün gelişmiş ülkeler için artık risk bile oluşturmayan çevre sorunları ve hastalıkla, yoksul bölgelerde insan yaşamını her yönüyle etkisi altına almaktadır. Örneğin temiz suya erişememe ve sıtmaya yakalanma gibi geleneksel çevresel risklerin etkisi daha fazla artmaktadır. 2000’li yıllarda 1,1 milyar insan temiz içme suyuna erişememekte ve 2,6 milyar insan da yetersiz sağlık koşullarında su ve temizlik konusunda sorun yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler insanların günlük temel ihtiyaçları olan içmek, yemek pişirmek ve temizlik için günde 20-50 litre suya ihtiyacı olduğunu belirtmektedir. Oysa Mozambikte’ki su kullanım oranı ise kişi başına günlük 10 litreden azdır. Bu oran Avrupa’nın birçok ülkesinde kişi başına düşen su kullanımı 200-300, Türkiye’de 111 ve Amerika’da 575 litredir. UNDP 2006 raporunda da vurgulandığı gibi; “Temiz suya erişememektedirler.” cümlesi az gelişmiş ülkeler için kibarca derin yoksunluğu anlatmaktadır. En yoksul bölgeler olan Sahra Altı Afrikası ve Güney Asya ülkelerinde her gün çoğunluğu çocuk ve yaşlılardan oluşan yaklaşık 14 ila 30 bin kişi suyla ilgili önlenebilir bir hastalıktan dolayı yaşamını yitirmektedir.

Sonuç olarak, çevrenin kent yoksullarına etkisi, kent yoksullarının düşük kaliteli ürünleri tüketmesinden kaynaklanan çevreye etkisinden çok daha fazladır. Bu nedenle çevresel sağlığın geliştirilmesi/iyileştirilmesi yoksullara olan etkilerinin güçlenmesi ulusal ve uluslararası düzeyde alınabilecek kararlarla olanaklıdır.

Küresel hastalıkların %24’ünden fazlası ve ölümlerin %23’ü çevresel müdahaleler aracılığıyla önlenebilecek niteliktedir. Benzer biçimde örneğin, sağlıklı bir çevre ve yeterli sağlık önlemleri, HIV/AIDS gibi hastalıkların oluşumunu azaltabilecek anahtar faktör olabilir ve hayat kalitelerinin iyileştirilmesini olanak tanıyabilir. Daha iyi çevresel sağlık koşulları sağlık çıktılarının ötesine geçmektedir. Daha iyi çevresel koşullar uygun altyapı hizmetlerinin artmasına (geri dönüşüm, tuvaletin yapımı gibi), yoksullar için yol, elektrik, su, okul, sağlık hizmetlerinin sağlanması yoksulların insanca yaşamasının yanında günlük yaşam yükünün azaltılmasına olanak sağlayacaktır. Cinsiyet, etnisite, ırk ve sosyal statü farklılıklarından kaynaklanan sosyal engellerin kaldırılmasına ve eşitliğin gerçekleşmesine katkıda bulunacaktır. Ayrıca hak temelli bir bakışla yoksulların karşı karşıya kaldığı riskleri algılama ve azaltmalarına yönelik mekanizmaların geliştirilmesine destek olacaktır.

Türkiye’de Yoksulluk ve Yoksulluğun Boyutları

Ülkemizde 1980’lere kadar geçen sürede yoksulluk, daha çok geleneksel dayanışma kurumları ve ilişkileri bağlamında ele alınmıştır. Bireyin muhtaçlıklarının aile ve geleneksel akrabalık ilişkilerinin yanında hayırseverlerin yardımlarıyla giderilmeye çalışılan, savaş zamanlarında geçici kamusal tedbirlere hafifletilmek istenen geçici bir durum olarak görülmüştür. Sadece kimsesiz ve muhtaç çocuklar yoksul olarak kabul edilip, devletçe bakım ilkesi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Benzer olarak Türkiye’de 1980’lere kadar sosyolojide ve diğer sosyal bilimlerde yoksulluk olgusu doğrudan ele alınmamış, daha çok yoksulluğun belirleyici etkenlerinden olan göç, kentleşme, gecekondu, gençlik araştırmaları, yeni kentliler, hemşerilik, yaşam stratejileri, sosyal tabakalaşma ve değişim sürecinde teorik tartışmalar ve alan incelenmeleriyle konuya dolaylı değinilmiştir. Yoksulluğun tanımlanması ve ölçülmesi ile ilgili çalışmalar ise, 1980’lerin ikinci yarısına denk gelirken, kent yoksulları üzerine yapılan çalışmalar ancak 1990’larda başlamıştır. 1990’lı yıllarda hazırlanan kalkınma planlarında ilk kez Türkiye’deki yoksulluktan söz edilirken mutlak yoksulluk ifadesi yer almıştır. 2001’deki Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Raporu’nda mutlak yoksulluğu giderecek, göreli yoksulluğu azaltacak önlemlerin alınması gereğine işaret edilmiştir. Ülkemizde ilk yoksulluk ölçümleri de lisansüstü tezlerde yapılmaya başlanmıştır. 1987 yılında yoksulluk sınırının altında yaşayanların oranı tüm nüfusun %40’ına ulaşırken, minimum gıda harcama düzeyine sahip olamayanların oranı, yani mutlak yoksulluk oranı 1994 yılında % 8 olmuştur. Ekonomik krizin ağır yaşandığı 2001 yılında Türkiye’de aylık kazancı yoksulluk sınırının altında olan hanelerin oranı % 31’e ve çalışan kesimdeki yoksulların oranı da % 50’lere ulaşmıştır (Sallan Gül, 2003).

Türkiye’de hane halkı büyüdükçe yoksulluk riski artmakta, eğitim düzeyi yükseldikçe azalmaktadır. 2009 yılında hane halkı büyüklüğü 3 veya 4 kişi olan hanelerde bulunan fertlerin yoksulluk oranı % 9,65 olurken, 7 ve daha fazla olan hanelerde fertlerin yoksulluk oranı % 40,05 olarak hesaplanmıştır. 7 ve daha fazla kişiden oluşan hanelerden kentsel yerlerde oturanlar için yoksulluk riski % 25,21 iken kırsal yerlerde bu oran % 54,06’dır. 2009 yılında okur-yazar olmayan veya bir okul bitirmeyenlerde yoksulluk oranı % 29,84 olurken, ilkokul mezunlarında bu oran % 15,34, lise ve dengi meslek okulları mezunlarında % 5,34, yüksekokul, fakülte ve üstü mezuniyete sahip fertlerde % 0,71 olmuştur. ilköğretime başlamamış olan 6 yaşından küçük çocukların yoksulluk riski ise % 24,04’tür. Ancak 2010 yılında yayınlanan UNDP, Çok boyutlu Yoksulluk Endeksi verilerine göre de 2009 yılında Türkiye’de yoksulluk oranı %27 iken, 1.25$’ın altında yaşayan nüfusun oranı ise %2.6’dır. Nüfusun %15.4’ü eğitim hizmetlerine ulaşamıyorken, %16.0’sı ise sağlık hizmetlerine erişememektedir. Yaşanan yoksunluğun yoğunluğu ise %8.5’dir. Sonuç olarak ülkemizde mutlak düzeyde yoksulluk tehlikeli bir durum sergilemezken, göreli ve kentsel düzeyde yoksulluk; göç ve enformelleşme boyutlarıyla ortaya çıkan eşitsizlikler yeni kent yoksulluğunun en belirgin özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’de Kentsel Yoksulluk-Çevre İlişkisi

Türkiye’de yoksullukla çevre arasındaki ilişki çok fazla ele alınmış bir konu değildir. 1966’da hızlı kentleşmenin yol açtığı gecekondulaşmayı kontrol etmek için Gecekondu Kanunu çıkarılmıştır. 1971 tarihinde çıkarılan Su Ürünleri Kanunu ile su ürünlerinin ve yüzeydeki su kaynaklarının kalitesinin korunması amaçlanmıştır. 1972 yılında BM’ce yapılan Stockholm insan ve Çevresi Konferansı’na bir bildiri ile katılınmıştır. Ülkemizde çevrenin evrensel bir değer olarak kabul edilmesi 1970’li yıllarda kabul edilmişse de bu çabalar daha çok gönüllü kuruluşların öncülüğünde başlamıştır. Çevreyle ilgili ilk kamusal kurum olan Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı 1978 yılında kurulmuştur. Ankara gibi daha çok büyük kentlerde sorun olarak yaşanmaya başlayan hava kirliği sorunu karşısında 1983 yılında Çevre Kanunu çıkarılmış, Bakanlığın kurulması ise, 1991 yılında gerçekleşmiştir. 1996 yılında İstanbul HABiTAT II Konferansı toplanmış, sadece hükümetlerin değil, toplumdaki ve uluslararası arenadaki tüm aktörlerin çevre konusunda sorumluluk alması gereği tartılmış, Rio konferansındaki gibi kabul görmüştür. Var olan çalışmalardan biri 2005 yılı Türkiye, Çevre ve Orman Bakanlığı Raporudur. Çevre sorunlarının temelde iki farklı biçimde ifade edilmekte ve doğal kaynakların üretim/tüketim etkinlikleri çerçevesinde aşırı kullanımı ile ekosistemi özümseme kapasitesini aşan miktarlarda atığın doğaya bırakılması olduğu saptamasına yer verilmektedir. Türkiye’de kentlerdeki yoksullukla bağlamlı olarak su kaynaklarına erişimi, tarımda kullanılan kimyasal gübre ve ilaçların suya karışmasıyla ortaya çıkan su kirliliği ve hava kirliliği sorunlarına odaklanmaktadır. Ülkemizde sağlıklı ve yeterli içme suyuna erişimde sorunlar sürmektedir. Kahramanmaraş örneğinde olduğu gibi, bazı bölgelerde sağlıklı suya erişimin olmayan nüfusun oranı %17,4’e çıkabilmektedir.

Deniz kaynakları açısından son derece zengin olan Türkiye, sanayi, deniz taşımacılığı, kentleşme ve turizmdeki gelişmelerin verdiği zararlar nedeniyle bu kaynaklarını verimli kullanmamakta, balıkçılıkla uğraşan kesim kirlenmeden olumsuz etkilenmekte, bir kısmı yoksullaşmaktadır. Yine kentleşme ve sanayileşmeden kaynaklanan hava kirliliği de Türkiye’deki hava kirliliğin nedenleri arasında yer almaktadır. Türkiye’de kentlerdeki yoksullukla bağlantılı olarak kalitesiz yakıt kullanımının artması kentsel hava kirliliğinin hızla yükselmesine neden olmaktadır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.