Açıköğretim Ders Notları

Çevre Sorunları ve Politikaları Dersi 7. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Çevre Sorunları ve Politikaları Dersi 7. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Çevre Hukuku Ve Çevre Hakkı

Çevre Hukuku

Çevreyi korumak, çevreye verilecek zararları gidermek, bunların gerektirdiği parasal kaynakları, cezaları ve diğer yaptırımları belirlemek hukukun alanına giren konulardır. Bütün bunların toplamında anılan yeni bir hukuk dalı ortaya çıkmıştır. Çevre hukukunun amacı; insan faaliyetleri ile çevrenin bozulmasını önlemek, bozulan çevrenin eski haline getirilmesini sağlamak ve çevrenin geliştirilmesi için insan faaliyetlerini sınırlamak ya da engellemektir.

Çevre sorunlarının köklü çözümünde, çevre hukukunu da içinde barındıran ve şekillendiren kapsamlı bir çevre politikası gereklidir. Hukuk kuralları ise ancak böyle bir politika uyarınca, belirlenmiş esaslara, hedeflere ya da amaçlara göre işlev kazanır. Bu esaslar:

  • Çevre koruma anlayışı yanında, çevrenin iyileştirilmesi ve sorunların önlenmesine yönelik yaklaşımlar,
  • Çevre sorunlarının uluslararası niteliği,
  • Çevre sorunlarının insan ve doğa merkezli, bütünleşik özelliği olarak özetlenebilir.

Çevre sorununun çözümü “çevre politikası”nı gerekli kılıyorsa, çevre politikası da bilimsel anlamda “çevre hukuku”nun varlığını gündeme getirmektedir. Çevre koruma ve çevre kirliliğini giderme yönündeki düzenlemeler, ilk aşamada, “komşuluk hukuku” ya da “birisinin bir eylemde bulunurken başkalarına zarar vermemesi” biçiminde yapılmış, zamanla insan ve çevre ilişkilerini temel alan düzenlemelere geçiş olmuştur.

Hukukun Devingen Niteliği: Kuralların değişen gereksinim ve beklentilere göre değişmesi ve yeni kuralların eklenmesi hukukun devingen niteliğini oluşturur. Hukukun durağan olmadığı gerçeği, yeni gelişmeler ve değişmelere ya da toplumsal gereksinimlere ayak uyduran bir hukuk düzeninin kurulmasını zorunlu duruma getirmiştir. Var olan kuralların değiştirilmesinin kolaylaştırılması ve yeni kural koyma yollarının açık tutulması, hukukun toplumsal bir düzen kurma aracı olarak etkin biçimde kullanılmasının en önemli yoludur. Buradan hukukun uyarlanabilir ve esnek olması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır.

Çevre Hukukunun Gelişimi ve Kaynakları: Çevre Hukuku, gelişim aşamasında iki farklı kaynaktan beslenmiştir. Bunlardan birisi ulusal düzenlemeler, diğeri ise uluslararası anlaşmalardır. Ayrıca, çevre sorunları ile ilgili dava süreçleri ve yargı kararları da, içtihat olarak çevre hukukuna yön vermektedir.

  • Ulusal Düzenlemeler: Ulusal düzeyde, anayasalarda ya da yasa ve diğer hukuksal metinlerde öngörülen çevre korumaya ilişkin düzenlemeler, çevre hukukunun gelişiminde temel kaynaklar olmuştur.
  • Uluslararası Anlaşmalar: Uluslararası Çevre Hukuku olarak tanımlanabilecek bir alanı besleyen, bu anlamda ülkelerin uluslararası sorumluluğunu tanımlayan uluslararası sözleşmeler çevre hukukunun gelişiminde önemli bir unsurdur.

Çevre Hukukunun Niteliği

Çevre hukuku ile çevre politikası nitelik bakımından farklı kavramlardır. Çevre politikası, bir ülkenin çevre konusundaki hedeflerinin ve tercihlerinin belirlenmesi aşamalarını içerir. Çevre hukukunun temel amacı ise, çevresel değerlere hukuksal güvenceler kazandırmak, çevrenin korunmasını ve geliştirilmesini sağlamaktır. Bu açıdan ele alındığında çevre hukuku, çevre sorunları bağlamında “korumacı” bir yaklaşımı ortaya koyar. Çevre politikası ise daha çok geleceğe dönük ilke ve politikaları, uygulamaya yönelik önlem ve çalışmaları içerir. Çevre hukukunun temel nitelikleri şu şekilde sıralanabilir:

Devingenlik: Bilimsel gelişmeler, toplumsal değişim ve gereksinimler doğrultusunda, çevre ve insan ilişkilerini düzenleme iddiası taşıyan çevre hukukunda, hem bu değişimlerin çözümlenmesi hem de hukuk düzenine uyarlanması söz konusudur.

Disiplinler Arası Olma: Çevre hukuku da, hem doğa bilimlerinden, hem de sosyal bilimlerden yararlanan, bağımsız bir hukuk dalı olarak doğmuş ve gelişmiştir. Çevre hukuku ile ilişkili olan hukuk dalları, tek başına, insanlığın devamı için çevrenin korunması sorununun çözümünde yeterli olamamışlardır, hem farklı bilim alanlarından, hem de farklı hukuk dallarından beslenen, disiplinler arası bir niteliğe sahip olarak gelişmiştir.

Karma Hukuk Dalı Olma: Çevre hukuku ile ilgili düzenlemelerin başlangıcında, özel hukuk ağırlıklı olmak üzere komşuluk hukuku egemen olmuştur. Son dönemde ise, doğal varlıkların ve çevresel değerlerin, kamu yararı kapsamında ele alınması ve özellikle de mülkiyeti sınırlayan yönleri nedeni ile kamu hukuku ağırlık kazanmaya başlamıştır.

Geniş Kapsamlılık: Toprağın üstündeki ve altındaki her şey çevre olarak tanımladığımız ortamı ifade etmektedir. Bu durumda, konusu çevre ve insan olan çevre hukuku da, bütün canlı ve cansız ögelerin arasındaki ilişkileri tanımlamaya çalışır. Bu özellik, çevre hukukunu diğer hukuk dallarından daha geniş kapsamlı kılan temel bir özelliktir.

Sınırlayıcılık: Çevre hukuku, özel mülkiyete getirdiği sınırlamalar ile çevrenin korunması ve geliştirilmesi yönündeki tercih ve politikalara yön verebilmektedir. Bu bağlamda, bugünkü ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakabilmek amacıyla, bazı temel insan hakları sınırlanabilir.

Çevre Hakkı

İnsan Haklarının Gelişimi: İnsan hakları, belirli bir tarihsel evrede insanların sahip olmaları gereken hak ve özgürlükleri ifade eder. Bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütününü kapsayan terim, bu niteliği ile gerçekleştirilmiş bir amacı, ideali belirler. Sadece belirli bir yer ve zamanda yazılı belgelerle tanınan hak ve özgürlükler değil, insanlığın ulaştığı bütün gelişme evrelerinde tüm insanlara tanınması gereken hak ve özgürlükler bu kavramın kapsamındadır. Bu noktada insan haklarının evrensel özelliği öne çıkmaktadır.

İnsan Haklarının Niteliği ve Ögeleri: İnsan hakları alanı, bir bilim ve öğreti alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan hakları biliminin ölçütü insan onurudur, konusu ise insan onuruna saygıyı sağlayan hak ve özgürlüklerin araştırılmasıdır. Değişik bilim dalları; felsefe, sosyoloji, siyaset bilimi, tarih, hukuk disiplinleri, hukuk bağlamında ise anayasa hukuku, uluslararası hukuk, hukuk tarihi ve hukuk felsefesi insan haklarını inceleme konusu yapar. İnsan hakları hukukunu, insan hakları biliminin bir alt disiplini olarak düşünmek gerekir. İnsan haklarını tanımlama sürecinde üç öge öne çıkmaktadır: Kişi, haklar ve bu hakların korunması. Burada özellikle insan haklarının da konusu olan “hak”lar ve “özgürlük”ler üzerinde durulabilir.

Tarihsel Evrimine Göre İnsan Hakları: Özgürlükler ve haklar alanında genel anlamıyla hak, bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği, sahip çıkacağı ve kullanılabileceği bir olguyu belirtir. insanlık ve uygarlık tarihi, bir bakıma özgürlükler ve haklar mücadelesi tarihidir. Fransız Hukukçu Karel Vasak, tarihsel evrimine göre insan haklarını üç kuşak haklar olarak sınıflandırmıştır:

  • Birinci Kuşak Haklar: Temel özgürlükler, kişi hakları ve siyasal haklar.
  • İkinci Kuşak Haklar: Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar.
  • Üçüncü Kuşak Haklar: Dayanışma haklarıdır.

İnsan hak ve özgürlüklerinin sınıflandırılmasıyla ilgili değişik yaklaşımlar olmakla birlikte, bunlar içinde en yaygın kullanılanlardan biri kuşaklara, yani tarihsel dönemlere göre yapılan sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma, insan haklarının toplumsal, ekonomik, siyasal değişimler bakımından gelişimini gösterir. Birinci kuşak haklar, kentsoylu sınıfın, eski düzenin unsurlarından imtiyazlı azınlık (aristokrasi), krallık (tek erk) ve kiliseye karşı verdiği savaşım içinde şekillenmiştir. Devletin sınırlandırılmasına yönelik bu haklar kişiye, devletin, toplumun ve üçüncü kişilerin giremeyeceği özel bir alan sağlamaktadır. 18. yüzyılda Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğan birinci kuşak haklar, doğal hukuk akımı ile bireyci öğretinin sağladığı kuramsal temeller üzerinde yükselmiştir. Birinci kuşak haklar, devlete karşı bireye temel hak ve özgürlükler yanında siyasal erkin dokunamayacağı temel bir özgürlük alanı sağlayan haklardır. Bu süreçte toplumsal ve ekonomik haklar söz konusu olmadığı gibi, toplumun belli kesimleri de dışlanmıştır. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ndeki “herkes”, ”hiç kimse” gibi deyimler, bu ve benzeri bildirilere evrensel bir nitelik vermesine ve tüm insanların doğuştan eşit ve özgür olduğu vurgulanmasına karşın, ancak belli kesimler bu haklardan yararlanmıştır. İkinci Kuşak İnsan Hakları Sanayi Devrimi sürecinde bir sınıf olarak ortaya çıkan işçi sınıfının sınıflar arasındaki eşitsizliğe yönelik tepkisi ve sınıflar arası mücadele sonucu kazanılmış toplumsal ve ekonomik nitelikli haklar oluşturmaktadır. Siyasal haklar, mülkiyet bağından koparılarak “genel ve eşit oy” ilkesiyle varlıklı sınıflar dışında kalan toplumsal kesimlerce de kullanılabilir duruma getirilmiştir. ikinci kuşak hakların önemli bir kısmının özelliklerini gösterdiği “pozitif statüolumlu konum hakları”, diğer deyişle isteme hakları, kişiye devlet veya üçüncü kişilerden olumlu bir davranışta bulunulmasını isteme hakkını verirken, hakkın muhatabına da bu davranışı gerçekleştirme borcunu yükler. Birinci ve ikinci kuşak haklar arasında sıkı bağlar vardır. Yani, birinci kuşak hakların gereğince kullanılabilmesi, devletin bu hakların kullanılmasına zemin hazırlayan koşulları (ikinci kuşak hak alanı) sağlayıp sağlamamasıyla doğrudan ilişkilidir. Üçüncü Kuşak İnsan Hakları son yarım yüzyılda kendini göstermeye başlamıştır. Bu hakların içine, barış hakkı, silahsızlanmış bir dünyada yaşama hakkı, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı, ekonomik ve sosyal açıdan gelişme hakkı, halkların kendi durumlarını serbestçe belirleme hakkı ve herkesin insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakkı girmektedir. Üçüncü kuşak haklar, insan haklarının kullanılmasında sadece devletin değil, insan topluluklarının da etkin biçimde çaba harcaması gerektiği anlayışına dayanmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasında Üçüncü Dünya Ülkelerinin de baskısıyla gündeme gelen bu kuşak haklar için, “dayanışma hakları”, “yeni haklar” ve “kalkınma hakları” gibi adlar kullanılmaktadır. Bu hakların temelinde ise başlıca, nükleer teknoloji, çevreyi tahrip eden sınırsız ve denetimsiz sanayileşme, çarpık kentleşme gibi toplumsal ve siyasal sorunlar yatmaktadır.

Çevre Hakkı: 1970’li yıllarla birlikte, “çevre hakkı” insan hakları alanında ayrı bir hak olarak tanımlanmaya başlamış ve süreç içerisinde uluslararası anlaşma ve belgelerde yerini almıştır. Türkiye’de de çevre hakkı kavramı Anayasa ve değişik yasal düzenlemeler içinde yer almıştır. Yeni bir insan hakkı olarak son yıllarda uluslararası belge ve anayasalara giren ve çevre korumanın en etkin hukuksal aracını oluşturan çevre hakkı, çevre hukukunun ulusal düzeyde olduğu kadar, uluslararası düzeyde de ortaya çıkan yetersizliklerinin ve boşluklarının doğrudan bir sonucu gibi görünmektedir. İnsanlar arasındaki dayanışmanın geliştirilmesi ve ortak değerlerin dayanışma yoluyla korunması amacıyla UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) yeni insan hakları oluşturma çabası içine girmiştir. Bu çabalar sonucu, barış hakkı, gelişme hakkı, halkların kendi kaderini belirleme hakkı ve çevre hakkının da içinde bulunduğu “dayanışma hakları” üçüncü kuşak haklar olarak belirlenmiştir. Dayanışma haklarının kaynaklandığı sorunlar, “tek tek insanların ya da ülkelerin üstesinden gelemeyeceği, tüm insanlığın yan yana geldiği takdirde çözebileceği sorunlar” olarak tanımlanmaktadır. Çevre hakkı, diğer dayanışma hakları gibi bir topluluk halinde yaşam anlayışını dile getirir. Toplumsal yaşama katılanların tümünün çabalarını birleştirmesiyle gerçekleşebilir. Dayanışma hakları, insanlar arasındaki dayanışma ve birlikte hareket etmeyi geliştirmeye yönelik olup, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin idealini gerçekleştirmeyi de doğal olarak amaçlamaktadır. Çevre hakkı sahipleri, çevrelerindeki “olumsuz” etkilerden korunma, “olumlu” etkileri de isteme olanağına sahiptir. “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir.” İlkesi Uluslararası alanda, çevre hakkının dile getirildiği ilk toplantı olan 1972’deki Stockholm Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı bildirisindeki ilk maddedir. Çevre hakkının konusu, çevrenin korunması ve geliştirilmesidir. Bu açıdan, çevre hukuku ve hakkının konusu, çevre kavramının tanımı ile açıklığa kavuşturulmuştur. Buradan hareketle, çevre hakkının konusu olarak aşağıdaki ögeler sıralanabilir:

  • İnsan
  • Hayvanlar ve bitkiler
  • İnsan ve diğer canlılarla etkileşim içinde bulunan cansız varlıklar
  • Canlı ve cansız varlıkların ilişkilerini düzenleyen ekosistem

Çevre hakkının tarafları ya da sahipleri ise bu haktan yararlanacak olanları ve bu hak nedeni ile üzerine sorumluluk yüklenecek aktörleri kapsamaktadır:

  • Bireyler
  • Kamusal ve özel kuruluşlar ile topluluklar
  • Devletler ve halklar
  • Gelecek kuşaklar.

Uluslararası Hukukta Çevre Hakkı: Çevre sorunları kirliliğin kaynağı olan ülke ile sınırlı kalmamakta, dünya üzerinde var olan diğer devletleri ve insanları da etkilemekte ve ilgilendirmektedir. Bunun doğal sonucu olarak, çevre ile ilgili uluslararası düzenlemelerin yapılması zorunluluğu ortaya çıkmış, bu zorunluluk nedeniyle de çevre kirliliğinin önlenmesi için uluslararası çalışmalar ve toplantılar düzenlenmiştir.

  • 1913 Bern Konferansı: Doğal manzaraların korunması
  • 1923’de Paris ve Londra’da yapılan konferanslar: doğanın, doğal bitki örtüsünün, vahşi hayvanların, kültür varlıklarının korunması

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya üzerinde gerçekleşen olayların ve genel durumun da etkisiyle, dünya topraklarının durumu ile ilgili toplantılar yapılmış,

  • 1965 yılında Birleşmiş Milletlerin uzmanlık kuruluşlarıyla bağlantılı danışma kurulları oluşturulmuştur.
  • 1970 yılında ise Tabiatın Korunması Hakkında Avrupa Konferansı toplanmıştır.
  • Çevrenin korunması ve çevre kirliliği ile ilgili olarak, uluslararası gelişmeler yanında Birleşmiş Milletler örgütü içinde de 1971 yılında bazı çalışmalar yapılmaya başlamıştır.
  • 1973 yılında bu çalışmalar “Çevre İçin Birleşmiş Milletler Programı”nı oluşturmuştur. Günümüzde de bu çalışmalar kısa adı UNEP olan bu kuruluş tarafından yürütülmektedir.
  • 1972’de İsveç’in Stockholm kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı’nın sonunda, çevre sorunları ve çevrenin korunması konusunda çok önemli bir bildiri yayınlanmıştır. Bu konferansın sonuç bölümünde ilk kez bireyin çevre hakkı olarak belirlenebilecek bir hakkı olduğu ortaya konmuştur. Çevre hakkı; bireye özgürlük, eşitlik ve toplumsal gönenç içerisinde yaşayabileceği bir çevrenin oluşturulmasını devletten isteme hakkını vermektedir. Stockholm Konferansı’nda ilk kez kabul edilen “çevre hakkı” çevrenin “herkesin ortak varlığı” olduğu temeline dayalı “eşitlik” ilkesinde yükselen bir haktır.

İç Hukukta Çevre Hakkı:

1982 Anayasası ve Çevre Hakkı

  • Anayasanın 56. Maddesi: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.”
  • Anayasa’nın 35. maddesinde, herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu, ancak bu hakların kamu yararına sınırlanabileceği hükme bağlanmıştır. Mülkiyet hakkını düzenleyen bu hüküm çevre hakkını düzenleyen 56. Madde ile ele alındığında, karşı karşıya bulunan iki hak arasındaki dengenin “kamu yararı” ölçütü ile değerlendirilmesi halinde çevre hakkı yararına sonuç çıkarılmasını gerektirmektedir.
  • Anayasa’nın 43. maddesinde kıyıların, devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararının gözetileceği hükme bağlanmıştır.
  • Anayasa’nın 44. Maddesi’nde ise, toprağın verimli olarak işletilmesini koruma ve geliştirme, erozyonla kaybedilmesini önleme veya yeterli toprağı bulunmayan, çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlama görevi devlete verilmiştir. Aynı madde ile çiftçiye toprak sağlanması; üretimin düşürülmesi, ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yer altı servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz hükmü getirilerek, en önemli çevre değerlerimizden olan orman ve yer altı zenginliklerimiz de koruma altına alınmak istenmiştir.
  • Anayasa’nın 45. maddesi, bugün ülkemizin karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlardan olan tarım topraklarının azalmasının önlenmesine ilişkindir. Bu maddeyle Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemekle ve tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmakla görevli kılınmıştır.
  • Anayasa’nın 57. maddesi, Devlete, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alma ve toplu konut girişimlerini destekleme görevini vermiştir. Bilindiği üzere, kentsel toprakların plansız ya da bazı çıkar gruplarının yararına planlar ile gelişmesi de çevre sorunlarını artıran nedenlerdendir.
  • Anayasa’nın 63. maddesi, “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır” hükmünü getirmektedir. Bu hüküm doğrultusunda ilk kez 1963 yılında yürürlüğe giren 2863 sayılı Kültür ve Doğa Varlıklarının Korunması Kanunu’nda, kültür varlığı, doğa varlığı ve sit kavramları ile koruma alanının tanımları yapılmış ve bu alanlarda izinsiz yapı yapılması yasaklanmıştır.
  • Ormanların korunması ve geliştirilmesine ilişkin 169. madde ise, “Devlet ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir” hükmünü getirmiştir.
  • Anayasa’nın 168. ve 169. maddeleri, “tabiî servet ve kaynakların ve bu servetlerin en önemlisi olan ormanların” korunmasına Anayasa’nın verdiği önemi vurgulamakta ve bunların korunması görevini doğrudan Devlete verdiğini göstermektedir.

Çevre Yasası ve Çevre Hakkı: “Bu kanunun amacı, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamaktır. 2872 sayılı Çevre Yasasının amacı:

  • Bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi,
  • Kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması,
  • Su toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi,
  • Ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukukî ve teknik esaslara göre düzenlemektir.

Bu maddede çevrenin “bütün vatandaşların ortak varlığı” olarak tanımlanması Anayasa’nın çevre hakkının herkesin hakkı olduğuna ilişkin ilkesidir. Ancak “herkes” yerine “vatandaş” kavramı yer almaktadır. Bu durumda Türkiye’de açılacak idarî davalarda, yasal çerçeve açısından dava hakkının Türk vatandaşlarına tanınabileceği sonucu çıkmaktadır. Yasa’da çevrenin korunmasından yararlanacak özneler olarak “bugünkü ve gelecek kuşaklar”ın belirlenmiş olması ise, çevre hakkının “kuşaklar arası” niteliğine uygun düşmektedir. 2872 sayılı Çevre Yasası “katılım” konusunda çeşitli hükümler getirmiştir. Kanun’un 1. maddesinde, çevrenin “bütün vatandaşların ortak varlığı” olduğu, 3. maddenin (a) bendinde “çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesinin gerçek ve tüzel kişilerle vatandaşların görevi olduğu” belirtilmiştir.

“Katılım” ile ilgili bir başka hüküm ise “bilgi edinme ve başvuru hakkı”dır. Çevrenin kirlenmesi ile herhangi bir çıkar ilişkisi olmayan ve sadece haberdar olanlar bile idari makamlara başvurarak bilgi edinme hakkını kullanabilirler.

Politikanın Belirlediği Hukuk

Çevre hakkının, insan yaşamının sürdürülebilmesine yönelik maddi temeli ve bu alana yönelik açılımlar, yarattığı değer, çevre hakkının bir insan hakkı olması gerektiğini ortaya koymuştur. Çevre koruma alanında hukuksal ilkelerin oluşturulması, doğal varlıkların, bilim ve teknik bilgi yanında, politika ve karar süreçleri ile korunması, çevre hukukunu başat bir alan haline getirmiştir. Ancak, insan ve doğa öncelikli politika olmaksızın, planlı ve demokratik kalkınma için temel değerler oluşturulmaksızın ve çevre politikası tanımlı bir hal almaksızın, çevre hukukunun da etki alanı sınırlı kalacaktır. Çevre politikası, çevresel sorunların çözümü için ilke ve önlemlerin belirlenmesi olarak tanımlandığına göre, çevre yönetimi, çevre örgütlenmesi, çevre tüzesi bir bütünsellik içinde önem ve öncelik kazanmaktadır. Kamu yararını temel alan bir anlayışla tanımlanan çevre politikası, onun araçları olabilecek çevre örgütlenmesi ve çevre yönetimi, sorunları doğru bir şekilde çözümleyebilecektir. Çevre hukuku ise, tüm bu süreçlerin tamamlayıcısı ve çevre alanında hak ve yasalar yolu ile korumacılığın öznesi olarak görülebilir.

Çevre Hukuku

Çevreyi korumak, çevreye verilecek zararları gidermek, bunların gerektirdiği parasal kaynakları, cezaları ve diğer yaptırımları belirlemek hukukun alanına giren konulardır. Bütün bunların toplamında anılan yeni bir hukuk dalı ortaya çıkmıştır. Çevre hukukunun amacı; insan faaliyetleri ile çevrenin bozulmasını önlemek, bozulan çevrenin eski haline getirilmesini sağlamak ve çevrenin geliştirilmesi için insan faaliyetlerini sınırlamak ya da engellemektir.

Çevre sorunlarının köklü çözümünde, çevre hukukunu da içinde barındıran ve şekillendiren kapsamlı bir çevre politikası gereklidir. Hukuk kuralları ise ancak böyle bir politika uyarınca, belirlenmiş esaslara, hedeflere ya da amaçlara göre işlev kazanır. Bu esaslar:

  • Çevre koruma anlayışı yanında, çevrenin iyileştirilmesi ve sorunların önlenmesine yönelik yaklaşımlar,
  • Çevre sorunlarının uluslararası niteliği,
  • Çevre sorunlarının insan ve doğa merkezli, bütünleşik özelliği olarak özetlenebilir.

Çevre sorununun çözümü “çevre politikası”nı gerekli kılıyorsa, çevre politikası da bilimsel anlamda “çevre hukuku”nun varlığını gündeme getirmektedir. Çevre koruma ve çevre kirliliğini giderme yönündeki düzenlemeler, ilk aşamada, “komşuluk hukuku” ya da “birisinin bir eylemde bulunurken başkalarına zarar vermemesi” biçiminde yapılmış, zamanla insan ve çevre ilişkilerini temel alan düzenlemelere geçiş olmuştur.

Hukukun Devingen Niteliği: Kuralların değişen gereksinim ve beklentilere göre değişmesi ve yeni kuralların eklenmesi hukukun devingen niteliğini oluşturur. Hukukun durağan olmadığı gerçeği, yeni gelişmeler ve değişmelere ya da toplumsal gereksinimlere ayak uyduran bir hukuk düzeninin kurulmasını zorunlu duruma getirmiştir. Var olan kuralların değiştirilmesinin kolaylaştırılması ve yeni kural koyma yollarının açık tutulması, hukukun toplumsal bir düzen kurma aracı olarak etkin biçimde kullanılmasının en önemli yoludur. Buradan hukukun uyarlanabilir ve esnek olması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır.

Çevre Hukukunun Gelişimi ve Kaynakları: Çevre Hukuku, gelişim aşamasında iki farklı kaynaktan beslenmiştir. Bunlardan birisi ulusal düzenlemeler, diğeri ise uluslararası anlaşmalardır. Ayrıca, çevre sorunları ile ilgili dava süreçleri ve yargı kararları da, içtihat olarak çevre hukukuna yön vermektedir.

  • Ulusal Düzenlemeler: Ulusal düzeyde, anayasalarda ya da yasa ve diğer hukuksal metinlerde öngörülen çevre korumaya ilişkin düzenlemeler, çevre hukukunun gelişiminde temel kaynaklar olmuştur.
  • Uluslararası Anlaşmalar: Uluslararası Çevre Hukuku olarak tanımlanabilecek bir alanı besleyen, bu anlamda ülkelerin uluslararası sorumluluğunu tanımlayan uluslararası sözleşmeler çevre hukukunun gelişiminde önemli bir unsurdur.

Çevre Hukukunun Niteliği

Çevre hukuku ile çevre politikası nitelik bakımından farklı kavramlardır. Çevre politikası, bir ülkenin çevre konusundaki hedeflerinin ve tercihlerinin belirlenmesi aşamalarını içerir. Çevre hukukunun temel amacı ise, çevresel değerlere hukuksal güvenceler kazandırmak, çevrenin korunmasını ve geliştirilmesini sağlamaktır. Bu açıdan ele alındığında çevre hukuku, çevre sorunları bağlamında “korumacı” bir yaklaşımı ortaya koyar. Çevre politikası ise daha çok geleceğe dönük ilke ve politikaları, uygulamaya yönelik önlem ve çalışmaları içerir. Çevre hukukunun temel nitelikleri şu şekilde sıralanabilir:

Devingenlik: Bilimsel gelişmeler, toplumsal değişim ve gereksinimler doğrultusunda, çevre ve insan ilişkilerini düzenleme iddiası taşıyan çevre hukukunda, hem bu değişimlerin çözümlenmesi hem de hukuk düzenine uyarlanması söz konusudur.

Disiplinler Arası Olma: Çevre hukuku da, hem doğa bilimlerinden, hem de sosyal bilimlerden yararlanan, bağımsız bir hukuk dalı olarak doğmuş ve gelişmiştir. Çevre hukuku ile ilişkili olan hukuk dalları, tek başına, insanlığın devamı için çevrenin korunması sorununun çözümünde yeterli olamamışlardır, hem farklı bilim alanlarından, hem de farklı hukuk dallarından beslenen, disiplinler arası bir niteliğe sahip olarak gelişmiştir.

Karma Hukuk Dalı Olma: Çevre hukuku ile ilgili düzenlemelerin başlangıcında, özel hukuk ağırlıklı olmak üzere komşuluk hukuku egemen olmuştur. Son dönemde ise, doğal varlıkların ve çevresel değerlerin, kamu yararı kapsamında ele alınması ve özellikle de mülkiyeti sınırlayan yönleri nedeni ile kamu hukuku ağırlık kazanmaya başlamıştır.

Geniş Kapsamlılık: Toprağın üstündeki ve altındaki her şey çevre olarak tanımladığımız ortamı ifade etmektedir. Bu durumda, konusu çevre ve insan olan çevre hukuku da, bütün canlı ve cansız ögelerin arasındaki ilişkileri tanımlamaya çalışır. Bu özellik, çevre hukukunu diğer hukuk dallarından daha geniş kapsamlı kılan temel bir özelliktir.

Sınırlayıcılık: Çevre hukuku, özel mülkiyete getirdiği sınırlamalar ile çevrenin korunması ve geliştirilmesi yönündeki tercih ve politikalara yön verebilmektedir. Bu bağlamda, bugünkü ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakabilmek amacıyla, bazı temel insan hakları sınırlanabilir.

Çevre Hakkı

İnsan Haklarının Gelişimi: İnsan hakları, belirli bir tarihsel evrede insanların sahip olmaları gereken hak ve özgürlükleri ifade eder. Bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı, insanlık onurunun gereği olarak sahip oldukları hakların bütününü kapsayan terim, bu niteliği ile gerçekleştirilmiş bir amacı, ideali belirler. Sadece belirli bir yer ve zamanda yazılı belgelerle tanınan hak ve özgürlükler değil, insanlığın ulaştığı bütün gelişme evrelerinde tüm insanlara tanınması gereken hak ve özgürlükler bu kavramın kapsamındadır. Bu noktada insan haklarının evrensel özelliği öne çıkmaktadır.

İnsan Haklarının Niteliği ve Ögeleri: İnsan hakları alanı, bir bilim ve öğreti alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan hakları biliminin ölçütü insan onurudur, konusu ise insan onuruna saygıyı sağlayan hak ve özgürlüklerin araştırılmasıdır. Değişik bilim dalları; felsefe, sosyoloji, siyaset bilimi, tarih, hukuk disiplinleri, hukuk bağlamında ise anayasa hukuku, uluslararası hukuk, hukuk tarihi ve hukuk felsefesi insan haklarını inceleme konusu yapar. İnsan hakları hukukunu, insan hakları biliminin bir alt disiplini olarak düşünmek gerekir. İnsan haklarını tanımlama sürecinde üç öge öne çıkmaktadır: Kişi, haklar ve bu hakların korunması. Burada özellikle insan haklarının da konusu olan “hak”lar ve “özgürlük”ler üzerinde durulabilir.

Tarihsel Evrimine Göre İnsan Hakları: Özgürlükler ve haklar alanında genel anlamıyla hak, bir kimsenin isteyebileceği, ileri sürebileceği, sahip çıkacağı ve kullanılabileceği bir olguyu belirtir. insanlık ve uygarlık tarihi, bir bakıma özgürlükler ve haklar mücadelesi tarihidir. Fransız Hukukçu Karel Vasak, tarihsel evrimine göre insan haklarını üç kuşak haklar olarak sınıflandırmıştır:

  • Birinci Kuşak Haklar: Temel özgürlükler, kişi hakları ve siyasal haklar.
  • İkinci Kuşak Haklar: Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar.
  • Üçüncü Kuşak Haklar: Dayanışma haklarıdır.

İnsan hak ve özgürlüklerinin sınıflandırılmasıyla ilgili değişik yaklaşımlar olmakla birlikte, bunlar içinde en yaygın kullanılanlardan biri kuşaklara, yani tarihsel dönemlere göre yapılan sınıflandırmadır. Bu sınıflandırma, insan haklarının toplumsal, ekonomik, siyasal değişimler bakımından gelişimini gösterir. Birinci kuşak haklar, kentsoylu sınıfın, eski düzenin unsurlarından imtiyazlı azınlık (aristokrasi), krallık (tek erk) ve kiliseye karşı verdiği savaşım içinde şekillenmiştir. Devletin sınırlandırılmasına yönelik bu haklar kişiye, devletin, toplumun ve üçüncü kişilerin giremeyeceği özel bir alan sağlamaktadır. 18. yüzyılda Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğan birinci kuşak haklar, doğal hukuk akımı ile bireyci öğretinin sağladığı kuramsal temeller üzerinde yükselmiştir. Birinci kuşak haklar, devlete karşı bireye temel hak ve özgürlükler yanında siyasal erkin dokunamayacağı temel bir özgürlük alanı sağlayan haklardır. Bu süreçte toplumsal ve ekonomik haklar söz konusu olmadığı gibi, toplumun belli kesimleri de dışlanmıştır. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ndeki “herkes”, ”hiç kimse” gibi deyimler, bu ve benzeri bildirilere evrensel bir nitelik vermesine ve tüm insanların doğuştan eşit ve özgür olduğu vurgulanmasına karşın, ancak belli kesimler bu haklardan yararlanmıştır. İkinci Kuşak İnsan Hakları Sanayi Devrimi sürecinde bir sınıf olarak ortaya çıkan işçi sınıfının sınıflar arasındaki eşitsizliğe yönelik tepkisi ve sınıflar arası mücadele sonucu kazanılmış toplumsal ve ekonomik nitelikli haklar oluşturmaktadır. Siyasal haklar, mülkiyet bağından koparılarak “genel ve eşit oy” ilkesiyle varlıklı sınıflar dışında kalan toplumsal kesimlerce de kullanılabilir duruma getirilmiştir. ikinci kuşak hakların önemli bir kısmının özelliklerini gösterdiği “pozitif statüolumlu konum hakları”, diğer deyişle isteme hakları, kişiye devlet veya üçüncü kişilerden olumlu bir davranışta bulunulmasını isteme hakkını verirken, hakkın muhatabına da bu davranışı gerçekleştirme borcunu yükler. Birinci ve ikinci kuşak haklar arasında sıkı bağlar vardır. Yani, birinci kuşak hakların gereğince kullanılabilmesi, devletin bu hakların kullanılmasına zemin hazırlayan koşulları (ikinci kuşak hak alanı) sağlayıp sağlamamasıyla doğrudan ilişkilidir. Üçüncü Kuşak İnsan Hakları son yarım yüzyılda kendini göstermeye başlamıştır. Bu hakların içine, barış hakkı, silahsızlanmış bir dünyada yaşama hakkı, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı, ekonomik ve sosyal açıdan gelişme hakkı, halkların kendi durumlarını serbestçe belirleme hakkı ve herkesin insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakkı girmektedir. Üçüncü kuşak haklar, insan haklarının kullanılmasında sadece devletin değil, insan topluluklarının da etkin biçimde çaba harcaması gerektiği anlayışına dayanmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrasında Üçüncü Dünya Ülkelerinin de baskısıyla gündeme gelen bu kuşak haklar için, “dayanışma hakları”, “yeni haklar” ve “kalkınma hakları” gibi adlar kullanılmaktadır. Bu hakların temelinde ise başlıca, nükleer teknoloji, çevreyi tahrip eden sınırsız ve denetimsiz sanayileşme, çarpık kentleşme gibi toplumsal ve siyasal sorunlar yatmaktadır.

Çevre Hakkı: 1970’li yıllarla birlikte, “çevre hakkı” insan hakları alanında ayrı bir hak olarak tanımlanmaya başlamış ve süreç içerisinde uluslararası anlaşma ve belgelerde yerini almıştır. Türkiye’de de çevre hakkı kavramı Anayasa ve değişik yasal düzenlemeler içinde yer almıştır. Yeni bir insan hakkı olarak son yıllarda uluslararası belge ve anayasalara giren ve çevre korumanın en etkin hukuksal aracını oluşturan çevre hakkı, çevre hukukunun ulusal düzeyde olduğu kadar, uluslararası düzeyde de ortaya çıkan yetersizliklerinin ve boşluklarının doğrudan bir sonucu gibi görünmektedir. İnsanlar arasındaki dayanışmanın geliştirilmesi ve ortak değerlerin dayanışma yoluyla korunması amacıyla UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) yeni insan hakları oluşturma çabası içine girmiştir. Bu çabalar sonucu, barış hakkı, gelişme hakkı, halkların kendi kaderini belirleme hakkı ve çevre hakkının da içinde bulunduğu “dayanışma hakları” üçüncü kuşak haklar olarak belirlenmiştir. Dayanışma haklarının kaynaklandığı sorunlar, “tek tek insanların ya da ülkelerin üstesinden gelemeyeceği, tüm insanlığın yan yana geldiği takdirde çözebileceği sorunlar” olarak tanımlanmaktadır. Çevre hakkı, diğer dayanışma hakları gibi bir topluluk halinde yaşam anlayışını dile getirir. Toplumsal yaşama katılanların tümünün çabalarını birleştirmesiyle gerçekleşebilir. Dayanışma hakları, insanlar arasındaki dayanışma ve birlikte hareket etmeyi geliştirmeye yönelik olup, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin idealini gerçekleştirmeyi de doğal olarak amaçlamaktadır. Çevre hakkı sahipleri, çevrelerindeki “olumsuz” etkilerden korunma, “olumlu” etkileri de isteme olanağına sahiptir. “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir.” İlkesi Uluslararası alanda, çevre hakkının dile getirildiği ilk toplantı olan 1972’deki Stockholm Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı bildirisindeki ilk maddedir. Çevre hakkının konusu, çevrenin korunması ve geliştirilmesidir. Bu açıdan, çevre hukuku ve hakkının konusu, çevre kavramının tanımı ile açıklığa kavuşturulmuştur. Buradan hareketle, çevre hakkının konusu olarak aşağıdaki ögeler sıralanabilir:

  • İnsan
  • Hayvanlar ve bitkiler
  • İnsan ve diğer canlılarla etkileşim içinde bulunan cansız varlıklar
  • Canlı ve cansız varlıkların ilişkilerini düzenleyen ekosistem

Çevre hakkının tarafları ya da sahipleri ise bu haktan yararlanacak olanları ve bu hak nedeni ile üzerine sorumluluk yüklenecek aktörleri kapsamaktadır:

  • Bireyler
  • Kamusal ve özel kuruluşlar ile topluluklar
  • Devletler ve halklar
  • Gelecek kuşaklar.

Uluslararası Hukukta Çevre Hakkı: Çevre sorunları kirliliğin kaynağı olan ülke ile sınırlı kalmamakta, dünya üzerinde var olan diğer devletleri ve insanları da etkilemekte ve ilgilendirmektedir. Bunun doğal sonucu olarak, çevre ile ilgili uluslararası düzenlemelerin yapılması zorunluluğu ortaya çıkmış, bu zorunluluk nedeniyle de çevre kirliliğinin önlenmesi için uluslararası çalışmalar ve toplantılar düzenlenmiştir.

  • 1913 Bern Konferansı: Doğal manzaraların korunması
  • 1923’de Paris ve Londra’da yapılan konferanslar: doğanın, doğal bitki örtüsünün, vahşi hayvanların, kültür varlıklarının korunması

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya üzerinde gerçekleşen olayların ve genel durumun da etkisiyle, dünya topraklarının durumu ile ilgili toplantılar yapılmış,

  • 1965 yılında Birleşmiş Milletlerin uzmanlık kuruluşlarıyla bağlantılı danışma kurulları oluşturulmuştur.
  • 1970 yılında ise Tabiatın Korunması Hakkında Avrupa Konferansı toplanmıştır.
  • Çevrenin korunması ve çevre kirliliği ile ilgili olarak, uluslararası gelişmeler yanında Birleşmiş Milletler örgütü içinde de 1971 yılında bazı çalışmalar yapılmaya başlamıştır.
  • 1973 yılında bu çalışmalar “Çevre İçin Birleşmiş Milletler Programı”nı oluşturmuştur. Günümüzde de bu çalışmalar kısa adı UNEP olan bu kuruluş tarafından yürütülmektedir.
  • 1972’de İsveç’in Stockholm kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı’nın sonunda, çevre sorunları ve çevrenin korunması konusunda çok önemli bir bildiri yayınlanmıştır. Bu konferansın sonuç bölümünde ilk kez bireyin çevre hakkı olarak belirlenebilecek bir hakkı olduğu ortaya konmuştur. Çevre hakkı; bireye özgürlük, eşitlik ve toplumsal gönenç içerisinde yaşayabileceği bir çevrenin oluşturulmasını devletten isteme hakkını vermektedir. Stockholm Konferansı’nda ilk kez kabul edilen “çevre hakkı” çevrenin “herkesin ortak varlığı” olduğu temeline dayalı “eşitlik” ilkesinde yükselen bir haktır.

İç Hukukta Çevre Hakkı:

1982 Anayasası ve Çevre Hakkı

  • Anayasanın 56. Maddesi: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.”
  • Anayasa’nın 35. maddesinde, herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu, ancak bu hakların kamu yararına sınırlanabileceği hükme bağlanmıştır. Mülkiyet hakkını düzenleyen bu hüküm çevre hakkını düzenleyen 56. Madde ile ele alındığında, karşı karşıya bulunan iki hak arasındaki dengenin “kamu yararı” ölçütü ile değerlendirilmesi halinde çevre hakkı yararına sonuç çıkarılmasını gerektirmektedir.
  • Anayasa’nın 43. maddesinde kıyıların, devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararının gözetileceği hükme bağlanmıştır.
  • Anayasa’nın 44. Maddesi’nde ise, toprağın verimli olarak işletilmesini koruma ve geliştirme, erozyonla kaybedilmesini önleme veya yeterli toprağı bulunmayan, çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlama görevi devlete verilmiştir. Aynı madde ile çiftçiye toprak sağlanması; üretimin düşürülmesi, ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yer altı servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz hükmü getirilerek, en önemli çevre değerlerimizden olan orman ve yer altı zenginliklerimiz de koruma altına alınmak istenmiştir.
  • Anayasa’nın 45. maddesi, bugün ülkemizin karşı karşıya kaldığı en önemli sorunlardan olan tarım topraklarının azalmasının önlenmesine ilişkindir. Bu maddeyle Devlet, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemekle ve tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmakla görevli kılınmıştır.
  • Anayasa’nın 57. maddesi, Devlete, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alma ve toplu konut girişimlerini destekleme görevini vermiştir. Bilindiği üzere, kentsel toprakların plansız ya da bazı çıkar gruplarının yararına planlar ile gelişmesi de çevre sorunlarını artıran nedenlerdendir.
  • Anayasa’nın 63. maddesi, “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır” hükmünü getirmektedir. Bu hüküm doğrultusunda ilk kez 1963 yılında yürürlüğe giren 2863 sayılı Kültür ve Doğa Varlıklarının Korunması Kanunu’nda, kültür varlığı, doğa varlığı ve sit kavramları ile koruma alanının tanımları yapılmış ve bu alanlarda izinsiz yapı yapılması yasaklanmıştır.
  • Ormanların korunması ve geliştirilmesine ilişkin 169. madde ise, “Devlet ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir” hükmünü getirmiştir.
  • Anayasa’nın 168. ve 169. maddeleri, “tabiî servet ve kaynakların ve bu servetlerin en önemlisi olan ormanların” korunmasına Anayasa’nın verdiği önemi vurgulamakta ve bunların korunması görevini doğrudan Devlete verdiğini göstermektedir.

Çevre Yasası ve Çevre Hakkı: “Bu kanunun amacı, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamaktır. 2872 sayılı Çevre Yasasının amacı:

  • Bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması, iyileştirilmesi,
  • Kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması,
  • Su toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi,
  • Ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerinin korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak belirli hukukî ve teknik esaslara göre düzenlemektir.

Bu maddede çevrenin “bütün vatandaşların ortak varlığı” olarak tanımlanması Anayasa’nın çevre hakkının herkesin hakkı olduğuna ilişkin ilkesidir. Ancak “herkes” yerine “vatandaş” kavramı yer almaktadır. Bu durumda Türkiye’de açılacak idarî davalarda, yasal çerçeve açısından dava hakkının Türk vatandaşlarına tanınabileceği sonucu çıkmaktadır. Yasa’da çevrenin korunmasından yararlanacak özneler olarak “bugünkü ve gelecek kuşaklar”ın belirlenmiş olması ise, çevre hakkının “kuşaklar arası” niteliğine uygun düşmektedir. 2872 sayılı Çevre Yasası “katılım” konusunda çeşitli hükümler getirmiştir. Kanun’un 1. maddesinde, çevrenin “bütün vatandaşların ortak varlığı” olduğu, 3. maddenin (a) bendinde “çevrenin korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesinin gerçek ve tüzel kişilerle vatandaşların görevi olduğu” belirtilmiştir.

“Katılım” ile ilgili bir başka hüküm ise “bilgi edinme ve başvuru hakkı”dır. Çevrenin kirlenmesi ile herhangi bir çıkar ilişkisi olmayan ve sadece haberdar olanlar bile idari makamlara başvurarak bilgi edinme hakkını kullanabilirler.

Politikanın Belirlediği Hukuk

Çevre hakkının, insan yaşamının sürdürülebilmesine yönelik maddi temeli ve bu alana yönelik açılımlar, yarattığı değer, çevre hakkının bir insan hakkı olması gerektiğini ortaya koymuştur. Çevre koruma alanında hukuksal ilkelerin oluşturulması, doğal varlıkların, bilim ve teknik bilgi yanında, politika ve karar süreçleri ile korunması, çevre hukukunu başat bir alan haline getirmiştir. Ancak, insan ve doğa öncelikli politika olmaksızın, planlı ve demokratik kalkınma için temel değerler oluşturulmaksızın ve çevre politikası tanımlı bir hal almaksızın, çevre hukukunun da etki alanı sınırlı kalacaktır. Çevre politikası, çevresel sorunların çözümü için ilke ve önlemlerin belirlenmesi olarak tanımlandığına göre, çevre yönetimi, çevre örgütlenmesi, çevre tüzesi bir bütünsellik içinde önem ve öncelik kazanmaktadır. Kamu yararını temel alan bir anlayışla tanımlanan çevre politikası, onun araçları olabilecek çevre örgütlenmesi ve çevre yönetimi, sorunları doğru bir şekilde çözümleyebilecektir. Çevre hukuku ise, tüm bu süreçlerin tamamlayıcısı ve çevre alanında hak ve yasalar yolu ile korumacılığın öznesi olarak görülebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.