Açıköğretim Ders Notları

Çevre Sorunları ve Politikaları Dersi 6. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Çevre Sorunları ve Politikaları Dersi 6. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Ulusal Çevre Koruma Politikaları

Çevre Politikası Kavramı

“Çevre Politikası” bir ülkenin çevre konusundaki ve çevre sorunları alanındaki çözüm arayışlarına yönelik tercih ve hedeflerinin belirlenmesidir. Çevre politikası, en genel anlamı ile toplumların sağlıklı bir çevrede yaşamalarının sağlanmasını ve doğal varlıkların korunmasını hedefler.

Sosyal bilimler açısından bakıldığında, Çevre Koruma Politikaları’nın nesnel ve bilimsel olmasını sağlayan temel ilkeler şu şekilde özetlenebilir:

  • Çevre politikalarının ekolojik sistemler ve nüfus dağılımı üzerinde yaratacağı etkiler dikkate alınmalıdır.
  • Çevre üzerindeki olumsuz etkilerden bazıları tümüyle giderilebilecek niteliktedir, bazıları ise ciddi ve kaçınılmaz sorunlar yaratabilir. Bunların birbirlerinden ayrılarak, her birini gerçekleştirmenin kısa ve uzun dönemdeki maliyetleri hesaplanmalıdır.
  • Bir yatırım, yerleşim kararı vb. faaliyetlerin gelecek kuşaklar için etkileri dikkate alınmalıdır.
  • Etkilerin, geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açması durumunda, karar vericilere durum aktarılmalıdır.
  • Yatırım, yerleşim gibi kararların farklı toplumsal kesimlere getireceği yarar ve zararlar göz önüne alınmalıdır.

Ülkelerin çevre politikalarını belirleyen ortak hedefleri kısaca; sağlıklı bir çevrede, insanca bir yaşam ortamının sağlanması, toplumun sahip olduğu çevre değerlerinin korunması ve geliştirilmesi, çevre politikalarının uygulanmasında, gerekli olan işbirliğinin ve buradan hareketle bireyler ve toplumun değişik kesimleri arasında eşitlik ve paylaşımın sağlanması, böylece doğal varlıkların korunması ve geliştirilmesinde işbirliği yapılması olarak sıralanabilir.

Çevre Politikaları ve Farklı Yaklaşımlar

Çevre Politikaları, kuramsal olarak İçerik ve Yöntem açısından iki ayrı başlık altında incelenmektedir.

İçerik Yönünden Çevre Politikaları

Çevre politikaları içerik (öz) açısından düzeltim (reform) yanlısı ve düzeltim karşıtı olarak iki kümeye ayrılabilir:

  1. Düzeltimci Politikalar

Burada çevre sorunlarına etkin bir politikayla çözüm aranması söz konusudur. Bu politikalar, belli bir siyasal ideolojiye bağlı olmaktan çok, konuya yararcı (pragmatik) olarak yaklaşmakta ve iyimser bir özellik taşımaktadır.

2. Düzeltim Karşıtı Politikalar

Bu tür politikaları savunanlar, çevrebilim konusuna özel bir önem verilmesinin gerekli olmadığına inanırlar.

Yöntem Açısından Çevre Politikaları

Çevre sorunlarını bir bütün olarak ideolojiden soyutlamak olanak dışı olmakla birlikte, çevre politikalarının dayandığı yöntem modelleri, çevre sorunlarının daha çok ideoloji ötesi sayanların görüşlerini yansıtmaktadır. Bunlar, başlıca iki kümede toplanmaktadır:

  1. Onarımcı Politikalar

Çevre üzerindeki zararlı sonuçlar ortaya çıktıktan sonra, verilebilecek zararlar verildikten ve çoğu kez de dönülemeyecek noktalara varıldıktan sonra bu etkilerin giderilmesini amaçlayan politikalardır.

2. Önleyici Politikalar

Bu politikaların özünü, çevreye henüz zarar verilmeden, gelecekteki olası gelişmeler hesaba katılarak gerekli önlemlerin alınmasıyla doğal ve fiziksel çevrenin korunması ve geliştirilmesi temel ilkesi oluşturmaktadır.

Çevre Politikaları alanında temel yaklaşımlar ve ayrımlar, siyasal yapılar, ideolojik temeller ve ekonomi politikaları bağlamında farklılıklar göstermektedir. Ekonomik sistemlerin çevre sorunlarına bakışlarına ilişkin görüşler, çevrenin ideolojik içeriğini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Bu görüşler iki temele dayanmaktadır:

  1. Çevre sorunu, kapitalist sistemde de, sosyalist sistemde de aynı nitelikte ve önemdedir. Bu görüşe göre, farklı gelişme ve sanayileşme düzeyinde, farklı nüfus yoğunluğunda, kentleşme derecesinde, coğrafya ve iklim koşullarındaki ülkeler birbirine benzemezler. Ama ekonomik sistemlerin, siyasal rejimlerin ve ideolojilerin çevre açısından önemli rolü olduğu söylenemez.
  2. İkinci görüşe göre, durum pazar ekonomilerinde ve sosyalist ekonomilerde birbirinden farklıdır.

a. Pazar ekonomilerinde, ekonomik etkinliklerin başlıca güdüsü tüketimdir.

b. Her iki ekonomik sistem arasında, kirlenmenin nedenleri yönünden bir ayrım bulunmasa bile, izlenen politikalar özde birbirinden farklıdır. Örneğin, piyasa koşullarında tüketiciler ve kirleticiler topluma verdikleri zararları ödemek, üstlenmek sorumluluğunu duymadıkları gibi, bu sistemde kirleten öder kuralı da gereği gibi işlemez.

c. Son olarak, kapitalizmin felsefesi, çevre ve kent sorunlarına karşı kalıcı çözümler bulmaya, gelecek için planlar yapmaya elverişli değildir. Örneğin, profitpolis, yani kazançlı kent olarak adlandırılan kapitalist kentlerde, kazanç dürtüsü çevre için duyulan kaygıları ikinci plana itebilir.              Durum toplumsal sorumluluk duygusunun azalması olarak da görülebilir.

Bu noktada, çevre sorunları açısından, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında görülen ayrımlar, değişik ekonomik ve toplumsal sistemler arasındaki ayrımlardan daha büyük ve daha önemlidir sonucuna varılabilir.

Çevreyi kirletenlerin, maliyetini karşılama gereğini duymadıkları zararlı sonuçlara, ekonomi uzmanları dışsallık adını vermektedir. Bir ekonomik birimin etkinliklerinin, başka birimleri etkilediği ve bu etkinin piyasa ekonomisi yöntemleri ile giderilemediği her yerde bir dışsallıktan, bir başka deyişle dış etkiden söz edilebilir. Buna dış etki adı verilmesinin nedeni, etkiyi yaratan ekonomik karar mekanizmasının, etkilenen birimin dışında bulunmasıdır.

Kirleten öder ilkesi, çevre kirliliğine yol açan kişi ve kurumlardan bu kirliliğin maliyetinin tahsil edilmesidir. Bu anlamda genel kural, kirletenlerin, önleme ve temizleme maliyetlerini karşılamak zorunda olmaları üzerine şekillenmiştir. Klasik kapitalist ekonominin çevre alanındaki çözüm yöntemi olarak görülen bu ilke, süreç içinde hukuk metinlerinde, uluslararası anlaşmalarda ve örneğin Avrupa Birliği gibi kurumların politika belgelerinde ortaya çıkmıştır. 1970’li yılların çevre politikalarını belirleyen bu yaklaşım yerini 1990’li yıllarla birlikte “kirlilik önleme” ilkesine bırakmaya başlamıştır.

Türkiye’nin Çevre Politikası

Türkiye’de çevre alanında ulusal politikaların gelişmesinin 1970’li yıllarda başladığı görülmektedir. 1972 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Stockholm Çevre ve İnsan Konferansı kararları ile uluslararası ortamda yaşanan gelişmelerin Türkiye’yi de etkilediği söylenebilir. Örneğin, 1992 yılında gerçekleşen Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı kararlarının Türkiye’ye yansıması, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının çevre politikalarının merkezine yerleşmesi şeklinde olmuştur. Türkiye’de çevre koruma politikalarının oluşması sürecinde, başlangıçta sorumluluk, merkezi devlet mekanizmalarında iken, son yıllarda yerel yönetimlere devredilmeye başlamıştır.

Türkiye’de 1960’lı yılların, gerek çevre sorunlarının gündeme gelmesi, gerekse de Türkiye’nin planlı döneme geçmesi, çevre politikalarının ortaya çıkması ve gelişmesi açısından ayrı bir önemi vardır.

Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulduğu 1960’lı yıllarda başlayan, “beş yıllık kalkınma planları” ulusal çevre politikalarının oluşması ve gelişmesi açısından incelenmesi gereken ilk ve temel belgeler olarak görülebilir. Tarihsel bir gerçek olarak; ilk iki kalkınma planında çevre sorunlarına ve çözümlerine ilişkin hiçbir politika, hedef veya ilkeye rastlanmadığı belirtilmelidir. Türkiye’de, “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı” ile birlikte (1973-1977), çevre sorunlarına yönelik politika belirleme yönünde ilk adımlar atılırken, çevre örgütlenmesi ve çevre tüzesinin oluşturulması yönünde de tartışmalar başlamıştır.

Türkiye’de çevre alanında 1980’ler boyunca yaşanan ve günümüzde de süren kurumsal ve politik arayışların, 1990’ların ikinci yarısında cılız korumacılığa dönüştüğünü, 2000’li yıllarda ise yerini bir yandan AB Çevre Politikalarına uyum arayışına bir yandan da hızlı büyüme stratejilerinin yarattığı çevre sorunlarına bıraktığını söylemek mümkündür. Bu noktada, 1990’lı yıllarda derinleşmeye başlayan kentsel sorunlar, kirletilmiş kıyılar, Yatağan ve Gökova Santralleri’nin yapımı yönünde atılmış adımlar ve bazen yasalar yolu ile doğal varlıkların yok edilmesine dönük uygulamalar döneme damga vuran olaylar olmuştur.

Bu süreçte, bir yandan Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ülkemizin çevre politikalarını belirlerken, öte yandan sanayi, enerji, bilim ve teknoloji, eğitim, gümrük politikaları gibi alanlara ilişkin öngörü ve hedefler, ilerleyen döneme ait çevre performansını da şekillendirmiştir.

Türkiye’de Çevre Politikası’nın Gelişimi

1961 Anayasa’nın kabulü ve ardından 1962 yılı için bir “geçiş programı” sonrasında 1963 – 1967 yıllarını kapsayan “Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı” ve 1968 – 1972 yıllarını kapsayan “İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı” hazırlanmıştır. İstikrarlı büyüme ve kalkınma sağlanması amacıyla, 15 yıllık bir dönemi göz önüne alan bu planlarda, çevre sorunlarına ve çözümüne yönelik politikalara rastlanmamaktadır.

1973-1977 dönemini kapsayan ve 15 yıllık dönemin üçüncü kısmını oluşturan “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı”, siyasal ve ekonomik belirsizliklerin başladığı, ithal ikameci büyümenin yarattığı sorunların ortaya çıktığı bir dönemde gündeme gelmiştir. Planda, çevre sorunları açısından ayırt edici özellik, ayrı bir çevre bölümünün olmasıdır. Burada, ülkenin su, hava ve kıyılar gibi belli başlı sorunlarına dikkat çekilmekte ve bunların bir bütün olarak, planlama sistemi içinde incelenmesinin gereği vurgulanmaktadır.

1979 – 1983 arasındaki “Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda ise, çevre sorunlarına hem toplumdaki gelişmeler, hem de temel politikalar bölümünde yer verilmiştir. Özellikle çevre alanındaki düzenlemelerde, proje ve uygulamalarda yerel yönetimlere yetki verilmesinin önemi üzerinde durulmaktadır.

1985-1989 dönemini kapsayan “Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda, kentleşme, sanayileşme ve tarımda modernleşmenin yarattığı çevre sorunlarının çözümünde temel ilkeler ortaya konmuştur. Bu kapsamda, yalnızca kirliliğin ortadan kaldırılması değil, kaynakların gelecek kuşakların yararlanabilmesi için korunması ve geliştirilmesi üzerinde de durulmuştur. “Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda (1990-1994) benimsenen temel çevre politikası, insan sağlığını ve doğal dengeyi koruyarak, sürekli bir ekonomik büyüme sağlanmasıdır. Bu dönemde, sektörler itibarıyla çevre sorunlarına yönelik önlemler üzerinde durulmuş, örneğin enerji, madencilik, petrol ürünleri, nükleer güvenlik gibi konularda yasal altyapının çevre ve ekonomik değerler temelinde oluşturulması öngörülmüştür.

1996 – 2000 döneminde gündeme gelen “Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”, 1994 ekonomik krizinin etkileri ve Avrupa Birliği üyelik süreci ile birlikte “Gümrük Birliği” anlaşmasının politik – ekonomik kararları belirlediği bir dönemde şekillenmiştir. Dış borç, enflasyon ve büyüme sorunları ile birlikte, çevre sektörüne ilişkin yaklaşımlar, sürdürülebilir kalkınma yönündeki dilekler ve AB Çevre Müktesebatı’ na uyum arayışları plana yansıyan temel olgulardır. 7. Plan, çevre alanında bazı ilkleri barındırsa ve bu ilkler genelde kâğıt üzerinde kalsa ve uygulama şansı bulmasa da; sürdürülebilir kalkınma felsefesinin doğal varlıkların korunması sürecinde belirleyici olması ve çevre öncelikli kaygılar taşıması açısından önemlidir.

Türkiye’de çevre politikalarının oluşturulması ve çözüm önerilerine yönelik en önemli çalışma ve politika belgesi ise Ulusal Çevre Eylem Planı (UÇEP) olmuştur. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, Dünya Bankası’nın desteği ile hazırlanan ve 1998 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından yayınlanan UÇEP Raporu, bugüne kadar çevre alanında hazırlanmış Türkiye’deki en kapsamlı politika dokümanıdır. UÇEP’in yasal bir bağlayıcılığı olmadığı için hukuksal yaptırımları da yoktur.

2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı ve UÇEP, Avrupa Birliği uyum sürecinde hazırlanan dokümanlar olduğu için, Avrupa Birliği ilke ve standartları ile ilintili, bu alandaki program ve stratejilere koşut yaklaşımlar çalışmaların temelini oluşturmuştur.

Türkiye’nin güncel çevre politika belgelerine yansıyan yaklaşımların, halen Avrupa Birliği’nin gerisinde olduğu söylenebilir. Ülkemiz çevre politikalarının, “geleneksel (konvansiyonel) çevre politikası araçları” ile şekillendiği görülmektedir. Dünya genelinde, 1960 ve 1970’li yıllarda egemen olan bu anlayış, bir iktisadi faaliyet sonrasında ortaya çıkan kirletici salınımlarının ve atıkların giderilmesi ve alıcı ortamlardan uzaklaştırılması anlamına gelmektedir. Kirleten Öder kavramı bu politikanın öne çıkan ilkesi olmuştur. Bu yaklaşım, onarımcı politika olarak tanımlanmaktadır. Boru Sonu (End of Pipe) Yaklaşımı olarak da bilinen bu çevre politikası, bugün yerini Kirlilik Önleme politikalarına, yani önleyici politikalara bırakmaya başlamıştır. Avrupa Birliği ortamında, 2000’li yılların “çevre eylem planları”nda gözlemlenen bu politika değişimi ile “ön tahminli” (önceden tahmin yürütülen) politikalara doğru bir geçiş süreci başlamıştır.

Türkiye’deki çevre politika belgelerinde ve çevre yönetimi sisteminde kirlilik önleme ve temiz üretim yaklaşımının olmadığı görülmektedir. Uluslararası ortamda, daha çok ekonomik tepkilerle gündeme gelen ve ticari rekabeti sağlamak amacı ile yapılmaya çalışılan yeni düzenlemelerin, ürün kalitesini arttırmak yanında, ürünün elde edildiği sürecin de çevre dostu olması görüşüne dayandığı açıktır.

Çevre Politikalarının Etkinliği

Çevre sorunlarına, Türkiye açısından bakıldığında, gerek politika alanında, gerekse de örgütlenme/kurumsal gelişmeler ve yasal düzenlemeler alanında bir karmaşanın varlığından söz etmek gerekecektir.

Ülkemizde çevre-insan ilişkilerinde ve bu yöndeki yasal düzenlemelerin uygulanmasında sorunlar olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, çevre felsefesi bağlamında; “çevre etiği” kavramı; doğaya saygı ve gelecek kuşaklara yönelik sorumluluk duygusunu geliştirmek için yeni bir çözüm yolu olarak öne çıkmaktadır.

Ülkelerin “çevresinde” nelerin olup bittiği çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından yakından izlenmektedir. Dünya Ekonomik Forumu, ABD’deki Yale ve Columbia Üniversiteleri’nin işbirliği ile 2000-2005 yılları arasında, ülkelerin “Çevresel Sürdürülebilirlik Göstergeleri” ni hesaplamıştır. Göstergelerin hesaplanmasında hava ve su kalitesi, iklim değişikliği, arazi koruma, biyolojik çeşitlilik, doğal varlık yönetimi, eko-etkenlik, çevre sağlığı, atık vb. konularda yetmişi aşkın değişkenden yararlanılmıştır.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından her yıl hazırlanan; “İnsani Kalkınma Göstergesi”nde de ülkelerin, ekonomik gelişmişlikleri dışında kalan göstergeleri dikkate alınarak bir değerlendirme yapılmaktadır. Bu çalışmada, gayri safi milli gelir dışında kalan değişik performansları göz önüne alınmaktadır. Sağlık, eğitim, çevre koruma faaliyetleri, iklim değişikliği ve enerji alanındaki çevre dostu uygulamalar, sürdürülebilir gelişme konusundaki çalışmalar bu göstergenin belirleyici unsurları olarak görülmektedir.

Ülkemizde, onarımcı ya da önleyici, bazı durumlarda da zorlayıcı çevre politikalarının hayata geçirilmesi gereği açıktır. Bu kapsamda siyasal iradenin rolü yanında, toplumsal ve ekonomik sorunların da belirli ölçülerde çözülmüş olması, çevre alanındaki uygulamaları daha öncelikli kılabilecektir.

Hükümetlerin uyguladığı çevre politikalarının, yurttaşların katılım ve önerileri ile şekillenmesi, sivil toplum kuruluşlarının bu süreçte üstlenebileceği önemli görevler, çevre politikalarının çok daha kapsayıcı olması sonucunu doğuracaktır. Bu bağlamda, çevre koruma alanındaki sivil toplum kuruluşları, dernek ve vakıflar, çevre insiyatifleri, meslek örgütleri, uzmanlık kuruluşları çevre politikalarının oluşmasına ve süreç içinde uygulanmasına yön veren kurumlar olarak görülmelidir.

Bu kurumlar bir bakıma, resmi çevre politikaları ile sivil yaklaşımları buluşturan yapılar olarak değerlendirilebilir. Çevre politikaları alanında, sivil toplum kuruluşlarının, gönüllü kuruluşların, çevre meslek örgütlerinin yadsınamaz bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Bu örgütlerin çalışmaları ve gönüllü çabaları, “çevre hakkı” kavramının ve “katılımcı demokrasi” anlayışının hayata geçmesi açısından da önem taşımaktadır.

Bilim ve teknolojideki gelişmelerle, iletişim ve bilgi toplumunun yarattığı küreselleşme, beraberinde doğal varlıkların tükenmesi ve yok olması tehlikesini gündeme taşımaktadır. Bu arada, “önce gelişme, sonra çevre” yaklaşımının, son yıllarda ekonomik gelişmelerin ve küreselleşmenin yaşamı tehdit ettiğinin algılanması ile birlikte yerini, “gelişme ve çevre arasındaki denge” düşüncesine bıraktığı görülmektedir. Bu anlayış değişikliğine karşın, zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlikler sürekli büyümektedir. Buradan hareketle, gerek ulusal gerekse de uluslararası ortamlarda, “çevre politikası” her zamankinden çok daha büyük bir önem kazanmaktadır.

Çevre Politikası Kavramı

“Çevre Politikası” bir ülkenin çevre konusundaki ve çevre sorunları alanındaki çözüm arayışlarına yönelik tercih ve hedeflerinin belirlenmesidir. Çevre politikası, en genel anlamı ile toplumların sağlıklı bir çevrede yaşamalarının sağlanmasını ve doğal varlıkların korunmasını hedefler.

Sosyal bilimler açısından bakıldığında, Çevre Koruma Politikaları’nın nesnel ve bilimsel olmasını sağlayan temel ilkeler şu şekilde özetlenebilir:

  • Çevre politikalarının ekolojik sistemler ve nüfus dağılımı üzerinde yaratacağı etkiler dikkate alınmalıdır.
  • Çevre üzerindeki olumsuz etkilerden bazıları tümüyle giderilebilecek niteliktedir, bazıları ise ciddi ve kaçınılmaz sorunlar yaratabilir. Bunların birbirlerinden ayrılarak, her birini gerçekleştirmenin kısa ve uzun dönemdeki maliyetleri hesaplanmalıdır.
  • Bir yatırım, yerleşim kararı vb. faaliyetlerin gelecek kuşaklar için etkileri dikkate alınmalıdır.
  • Etkilerin, geri dönüşü olmayan sonuçlara yol açması durumunda, karar vericilere durum aktarılmalıdır.
  • Yatırım, yerleşim gibi kararların farklı toplumsal kesimlere getireceği yarar ve zararlar göz önüne alınmalıdır.

Ülkelerin çevre politikalarını belirleyen ortak hedefleri kısaca; sağlıklı bir çevrede, insanca bir yaşam ortamının sağlanması, toplumun sahip olduğu çevre değerlerinin korunması ve geliştirilmesi, çevre politikalarının uygulanmasında, gerekli olan işbirliğinin ve buradan hareketle bireyler ve toplumun değişik kesimleri arasında eşitlik ve paylaşımın sağlanması, böylece doğal varlıkların korunması ve geliştirilmesinde işbirliği yapılması olarak sıralanabilir.

Çevre Politikaları ve Farklı Yaklaşımlar

Çevre Politikaları, kuramsal olarak İçerik ve Yöntem açısından iki ayrı başlık altında incelenmektedir.

İçerik Yönünden Çevre Politikaları

Çevre politikaları içerik (öz) açısından düzeltim (reform) yanlısı ve düzeltim karşıtı olarak iki kümeye ayrılabilir:

  1. Düzeltimci Politikalar

Burada çevre sorunlarına etkin bir politikayla çözüm aranması söz konusudur. Bu politikalar, belli bir siyasal ideolojiye bağlı olmaktan çok, konuya yararcı (pragmatik) olarak yaklaşmakta ve iyimser bir özellik taşımaktadır.

2. Düzeltim Karşıtı Politikalar

Bu tür politikaları savunanlar, çevrebilim konusuna özel bir önem verilmesinin gerekli olmadığına inanırlar.

Yöntem Açısından Çevre Politikaları

Çevre sorunlarını bir bütün olarak ideolojiden soyutlamak olanak dışı olmakla birlikte, çevre politikalarının dayandığı yöntem modelleri, çevre sorunlarının daha çok ideoloji ötesi sayanların görüşlerini yansıtmaktadır. Bunlar, başlıca iki kümede toplanmaktadır:

  1. Onarımcı Politikalar

Çevre üzerindeki zararlı sonuçlar ortaya çıktıktan sonra, verilebilecek zararlar verildikten ve çoğu kez de dönülemeyecek noktalara varıldıktan sonra bu etkilerin giderilmesini amaçlayan politikalardır.

2. Önleyici Politikalar

Bu politikaların özünü, çevreye henüz zarar verilmeden, gelecekteki olası gelişmeler hesaba katılarak gerekli önlemlerin alınmasıyla doğal ve fiziksel çevrenin korunması ve geliştirilmesi temel ilkesi oluşturmaktadır.

Çevre Politikaları alanında temel yaklaşımlar ve ayrımlar, siyasal yapılar, ideolojik temeller ve ekonomi politikaları bağlamında farklılıklar göstermektedir. Ekonomik sistemlerin çevre sorunlarına bakışlarına ilişkin görüşler, çevrenin ideolojik içeriğini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Bu görüşler iki temele dayanmaktadır:

  1. Çevre sorunu, kapitalist sistemde de, sosyalist sistemde de aynı nitelikte ve önemdedir. Bu görüşe göre, farklı gelişme ve sanayileşme düzeyinde, farklı nüfus yoğunluğunda, kentleşme derecesinde, coğrafya ve iklim koşullarındaki ülkeler birbirine benzemezler. Ama ekonomik sistemlerin, siyasal rejimlerin ve ideolojilerin çevre açısından önemli rolü olduğu söylenemez.
  2. İkinci görüşe göre, durum pazar ekonomilerinde ve sosyalist ekonomilerde birbirinden farklıdır.

a. Pazar ekonomilerinde, ekonomik etkinliklerin başlıca güdüsü tüketimdir.

b. Her iki ekonomik sistem arasında, kirlenmenin nedenleri yönünden bir ayrım bulunmasa bile, izlenen politikalar özde birbirinden farklıdır. Örneğin, piyasa koşullarında tüketiciler ve kirleticiler topluma verdikleri zararları ödemek, üstlenmek sorumluluğunu duymadıkları gibi, bu sistemde kirleten öder kuralı da gereği gibi işlemez.

c. Son olarak, kapitalizmin felsefesi, çevre ve kent sorunlarına karşı kalıcı çözümler bulmaya, gelecek için planlar yapmaya elverişli değildir. Örneğin, profitpolis, yani kazançlı kent olarak adlandırılan kapitalist kentlerde, kazanç dürtüsü çevre için duyulan kaygıları ikinci plana itebilir.              Durum toplumsal sorumluluk duygusunun azalması olarak da görülebilir.

Bu noktada, çevre sorunları açısından, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında görülen ayrımlar, değişik ekonomik ve toplumsal sistemler arasındaki ayrımlardan daha büyük ve daha önemlidir sonucuna varılabilir.

Çevreyi kirletenlerin, maliyetini karşılama gereğini duymadıkları zararlı sonuçlara, ekonomi uzmanları dışsallık adını vermektedir. Bir ekonomik birimin etkinliklerinin, başka birimleri etkilediği ve bu etkinin piyasa ekonomisi yöntemleri ile giderilemediği her yerde bir dışsallıktan, bir başka deyişle dış etkiden söz edilebilir. Buna dış etki adı verilmesinin nedeni, etkiyi yaratan ekonomik karar mekanizmasının, etkilenen birimin dışında bulunmasıdır.

Kirleten öder ilkesi, çevre kirliliğine yol açan kişi ve kurumlardan bu kirliliğin maliyetinin tahsil edilmesidir. Bu anlamda genel kural, kirletenlerin, önleme ve temizleme maliyetlerini karşılamak zorunda olmaları üzerine şekillenmiştir. Klasik kapitalist ekonominin çevre alanındaki çözüm yöntemi olarak görülen bu ilke, süreç içinde hukuk metinlerinde, uluslararası anlaşmalarda ve örneğin Avrupa Birliği gibi kurumların politika belgelerinde ortaya çıkmıştır. 1970’li yılların çevre politikalarını belirleyen bu yaklaşım yerini 1990’li yıllarla birlikte “kirlilik önleme” ilkesine bırakmaya başlamıştır.

Türkiye’nin Çevre Politikası

Türkiye’de çevre alanında ulusal politikaların gelişmesinin 1970’li yıllarda başladığı görülmektedir. 1972 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Stockholm Çevre ve İnsan Konferansı kararları ile uluslararası ortamda yaşanan gelişmelerin Türkiye’yi de etkilediği söylenebilir. Örneğin, 1992 yılında gerçekleşen Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı kararlarının Türkiye’ye yansıması, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının çevre politikalarının merkezine yerleşmesi şeklinde olmuştur. Türkiye’de çevre koruma politikalarının oluşması sürecinde, başlangıçta sorumluluk, merkezi devlet mekanizmalarında iken, son yıllarda yerel yönetimlere devredilmeye başlamıştır.

Türkiye’de 1960’lı yılların, gerek çevre sorunlarının gündeme gelmesi, gerekse de Türkiye’nin planlı döneme geçmesi, çevre politikalarının ortaya çıkması ve gelişmesi açısından ayrı bir önemi vardır.

Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulduğu 1960’lı yıllarda başlayan, “beş yıllık kalkınma planları” ulusal çevre politikalarının oluşması ve gelişmesi açısından incelenmesi gereken ilk ve temel belgeler olarak görülebilir. Tarihsel bir gerçek olarak; ilk iki kalkınma planında çevre sorunlarına ve çözümlerine ilişkin hiçbir politika, hedef veya ilkeye rastlanmadığı belirtilmelidir. Türkiye’de, “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı” ile birlikte (1973-1977), çevre sorunlarına yönelik politika belirleme yönünde ilk adımlar atılırken, çevre örgütlenmesi ve çevre tüzesinin oluşturulması yönünde de tartışmalar başlamıştır.

Türkiye’de çevre alanında 1980’ler boyunca yaşanan ve günümüzde de süren kurumsal ve politik arayışların, 1990’ların ikinci yarısında cılız korumacılığa dönüştüğünü, 2000’li yıllarda ise yerini bir yandan AB Çevre Politikalarına uyum arayışına bir yandan da hızlı büyüme stratejilerinin yarattığı çevre sorunlarına bıraktığını söylemek mümkündür. Bu noktada, 1990’lı yıllarda derinleşmeye başlayan kentsel sorunlar, kirletilmiş kıyılar, Yatağan ve Gökova Santralleri’nin yapımı yönünde atılmış adımlar ve bazen yasalar yolu ile doğal varlıkların yok edilmesine dönük uygulamalar döneme damga vuran olaylar olmuştur.

Bu süreçte, bir yandan Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ülkemizin çevre politikalarını belirlerken, öte yandan sanayi, enerji, bilim ve teknoloji, eğitim, gümrük politikaları gibi alanlara ilişkin öngörü ve hedefler, ilerleyen döneme ait çevre performansını da şekillendirmiştir.

Türkiye’de Çevre Politikası’nın Gelişimi

1961 Anayasa’nın kabulü ve ardından 1962 yılı için bir “geçiş programı” sonrasında 1963 – 1967 yıllarını kapsayan “Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı” ve 1968 – 1972 yıllarını kapsayan “İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı” hazırlanmıştır. İstikrarlı büyüme ve kalkınma sağlanması amacıyla, 15 yıllık bir dönemi göz önüne alan bu planlarda, çevre sorunlarına ve çözümüne yönelik politikalara rastlanmamaktadır.

1973-1977 dönemini kapsayan ve 15 yıllık dönemin üçüncü kısmını oluşturan “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı”, siyasal ve ekonomik belirsizliklerin başladığı, ithal ikameci büyümenin yarattığı sorunların ortaya çıktığı bir dönemde gündeme gelmiştir. Planda, çevre sorunları açısından ayırt edici özellik, ayrı bir çevre bölümünün olmasıdır. Burada, ülkenin su, hava ve kıyılar gibi belli başlı sorunlarına dikkat çekilmekte ve bunların bir bütün olarak, planlama sistemi içinde incelenmesinin gereği vurgulanmaktadır.

1979 – 1983 arasındaki “Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda ise, çevre sorunlarına hem toplumdaki gelişmeler, hem de temel politikalar bölümünde yer verilmiştir. Özellikle çevre alanındaki düzenlemelerde, proje ve uygulamalarda yerel yönetimlere yetki verilmesinin önemi üzerinde durulmaktadır.

1985-1989 dönemini kapsayan “Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda, kentleşme, sanayileşme ve tarımda modernleşmenin yarattığı çevre sorunlarının çözümünde temel ilkeler ortaya konmuştur. Bu kapsamda, yalnızca kirliliğin ortadan kaldırılması değil, kaynakların gelecek kuşakların yararlanabilmesi için korunması ve geliştirilmesi üzerinde de durulmuştur. “Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı”nda (1990-1994) benimsenen temel çevre politikası, insan sağlığını ve doğal dengeyi koruyarak, sürekli bir ekonomik büyüme sağlanmasıdır. Bu dönemde, sektörler itibarıyla çevre sorunlarına yönelik önlemler üzerinde durulmuş, örneğin enerji, madencilik, petrol ürünleri, nükleer güvenlik gibi konularda yasal altyapının çevre ve ekonomik değerler temelinde oluşturulması öngörülmüştür.

1996 – 2000 döneminde gündeme gelen “Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”, 1994 ekonomik krizinin etkileri ve Avrupa Birliği üyelik süreci ile birlikte “Gümrük Birliği” anlaşmasının politik – ekonomik kararları belirlediği bir dönemde şekillenmiştir. Dış borç, enflasyon ve büyüme sorunları ile birlikte, çevre sektörüne ilişkin yaklaşımlar, sürdürülebilir kalkınma yönündeki dilekler ve AB Çevre Müktesebatı’ na uyum arayışları plana yansıyan temel olgulardır. 7. Plan, çevre alanında bazı ilkleri barındırsa ve bu ilkler genelde kâğıt üzerinde kalsa ve uygulama şansı bulmasa da; sürdürülebilir kalkınma felsefesinin doğal varlıkların korunması sürecinde belirleyici olması ve çevre öncelikli kaygılar taşıması açısından önemlidir.

Türkiye’de çevre politikalarının oluşturulması ve çözüm önerilerine yönelik en önemli çalışma ve politika belgesi ise Ulusal Çevre Eylem Planı (UÇEP) olmuştur. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, Dünya Bankası’nın desteği ile hazırlanan ve 1998 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından yayınlanan UÇEP Raporu, bugüne kadar çevre alanında hazırlanmış Türkiye’deki en kapsamlı politika dokümanıdır. UÇEP’in yasal bir bağlayıcılığı olmadığı için hukuksal yaptırımları da yoktur.

2007-2013 yıllarını kapsayan Dokuzuncu Kalkınma Planı ve UÇEP, Avrupa Birliği uyum sürecinde hazırlanan dokümanlar olduğu için, Avrupa Birliği ilke ve standartları ile ilintili, bu alandaki program ve stratejilere koşut yaklaşımlar çalışmaların temelini oluşturmuştur.

Türkiye’nin güncel çevre politika belgelerine yansıyan yaklaşımların, halen Avrupa Birliği’nin gerisinde olduğu söylenebilir. Ülkemiz çevre politikalarının, “geleneksel (konvansiyonel) çevre politikası araçları” ile şekillendiği görülmektedir. Dünya genelinde, 1960 ve 1970’li yıllarda egemen olan bu anlayış, bir iktisadi faaliyet sonrasında ortaya çıkan kirletici salınımlarının ve atıkların giderilmesi ve alıcı ortamlardan uzaklaştırılması anlamına gelmektedir. Kirleten Öder kavramı bu politikanın öne çıkan ilkesi olmuştur. Bu yaklaşım, onarımcı politika olarak tanımlanmaktadır. Boru Sonu (End of Pipe) Yaklaşımı olarak da bilinen bu çevre politikası, bugün yerini Kirlilik Önleme politikalarına, yani önleyici politikalara bırakmaya başlamıştır. Avrupa Birliği ortamında, 2000’li yılların “çevre eylem planları”nda gözlemlenen bu politika değişimi ile “ön tahminli” (önceden tahmin yürütülen) politikalara doğru bir geçiş süreci başlamıştır.

Türkiye’deki çevre politika belgelerinde ve çevre yönetimi sisteminde kirlilik önleme ve temiz üretim yaklaşımının olmadığı görülmektedir. Uluslararası ortamda, daha çok ekonomik tepkilerle gündeme gelen ve ticari rekabeti sağlamak amacı ile yapılmaya çalışılan yeni düzenlemelerin, ürün kalitesini arttırmak yanında, ürünün elde edildiği sürecin de çevre dostu olması görüşüne dayandığı açıktır.

Çevre Politikalarının Etkinliği

Çevre sorunlarına, Türkiye açısından bakıldığında, gerek politika alanında, gerekse de örgütlenme/kurumsal gelişmeler ve yasal düzenlemeler alanında bir karmaşanın varlığından söz etmek gerekecektir.

Ülkemizde çevre-insan ilişkilerinde ve bu yöndeki yasal düzenlemelerin uygulanmasında sorunlar olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bu noktada, çevre felsefesi bağlamında; “çevre etiği” kavramı; doğaya saygı ve gelecek kuşaklara yönelik sorumluluk duygusunu geliştirmek için yeni bir çözüm yolu olarak öne çıkmaktadır.

Ülkelerin “çevresinde” nelerin olup bittiği çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından yakından izlenmektedir. Dünya Ekonomik Forumu, ABD’deki Yale ve Columbia Üniversiteleri’nin işbirliği ile 2000-2005 yılları arasında, ülkelerin “Çevresel Sürdürülebilirlik Göstergeleri” ni hesaplamıştır. Göstergelerin hesaplanmasında hava ve su kalitesi, iklim değişikliği, arazi koruma, biyolojik çeşitlilik, doğal varlık yönetimi, eko-etkenlik, çevre sağlığı, atık vb. konularda yetmişi aşkın değişkenden yararlanılmıştır.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından her yıl hazırlanan; “İnsani Kalkınma Göstergesi”nde de ülkelerin, ekonomik gelişmişlikleri dışında kalan göstergeleri dikkate alınarak bir değerlendirme yapılmaktadır. Bu çalışmada, gayri safi milli gelir dışında kalan değişik performansları göz önüne alınmaktadır. Sağlık, eğitim, çevre koruma faaliyetleri, iklim değişikliği ve enerji alanındaki çevre dostu uygulamalar, sürdürülebilir gelişme konusundaki çalışmalar bu göstergenin belirleyici unsurları olarak görülmektedir.

Ülkemizde, onarımcı ya da önleyici, bazı durumlarda da zorlayıcı çevre politikalarının hayata geçirilmesi gereği açıktır. Bu kapsamda siyasal iradenin rolü yanında, toplumsal ve ekonomik sorunların da belirli ölçülerde çözülmüş olması, çevre alanındaki uygulamaları daha öncelikli kılabilecektir.

Hükümetlerin uyguladığı çevre politikalarının, yurttaşların katılım ve önerileri ile şekillenmesi, sivil toplum kuruluşlarının bu süreçte üstlenebileceği önemli görevler, çevre politikalarının çok daha kapsayıcı olması sonucunu doğuracaktır. Bu bağlamda, çevre koruma alanındaki sivil toplum kuruluşları, dernek ve vakıflar, çevre insiyatifleri, meslek örgütleri, uzmanlık kuruluşları çevre politikalarının oluşmasına ve süreç içinde uygulanmasına yön veren kurumlar olarak görülmelidir.

Bu kurumlar bir bakıma, resmi çevre politikaları ile sivil yaklaşımları buluşturan yapılar olarak değerlendirilebilir. Çevre politikaları alanında, sivil toplum kuruluşlarının, gönüllü kuruluşların, çevre meslek örgütlerinin yadsınamaz bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Bu örgütlerin çalışmaları ve gönüllü çabaları, “çevre hakkı” kavramının ve “katılımcı demokrasi” anlayışının hayata geçmesi açısından da önem taşımaktadır.

Bilim ve teknolojideki gelişmelerle, iletişim ve bilgi toplumunun yarattığı küreselleşme, beraberinde doğal varlıkların tükenmesi ve yok olması tehlikesini gündeme taşımaktadır. Bu arada, “önce gelişme, sonra çevre” yaklaşımının, son yıllarda ekonomik gelişmelerin ve küreselleşmenin yaşamı tehdit ettiğinin algılanması ile birlikte yerini, “gelişme ve çevre arasındaki denge” düşüncesine bıraktığı görülmektedir. Bu anlayış değişikliğine karşın, zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlikler sürekli büyümektedir. Buradan hareketle, gerek ulusal gerekse de uluslararası ortamlarda, “çevre politikası” her zamankinden çok daha büyük bir önem kazanmaktadır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.