Açıköğretim Ders Notları

Batı Edebiyatında Akımlar 1 Dersi 7. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Batı Edebiyatında Akımlar 1 Dersi 7. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Natüralizm (Doğalcılık)-Parnasizm

Giriş

Natüralizm, 19. asrın başından itibaren gelişen realizmin, devamı niteliğindedir. 1870’lerden sonra güzel sanatlarda, özellikle tiyatro ve roman sahasında Darwinci doğa yönteminin ilkeleri ekseninde gelişir.

Natüralizm terimi “Nature-doğa” kelimesinden gelir ve Türkçede “doğalcılık” olarak da bilinir. Uzun bir geçmişe sahip olan kelime, XVI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar, “ilk prensip olarak her şeyi tabiata mal edenlerin sistemi (Tanrıyı yadsıyarak)” anlamında kullanılırken 17. yüzyıldan beri “her şeyde tabiatın tam taklidini lüzumlu gören fikir” manasında kullanılmaktadır.

Görsel sanatlarda doğalcılık, nesneleri olduğu gibi betimleme ilkesine dayanır ve kökleri klasik Yunan dönemine kadar uzanır. Rönesans da klasik Yunan’ın devamı olduğu için sanatın güzelliği, doğanın güzelliğinin yansıtılmasıdır ilkesine yaslanır.

Natüralizmin Epistemolojik-Felsefi Temelleri

Natüralizmin de doğuşunu sağlayan önemli felsefi ve bilimsel cereyanlar vardır. Bunlar arasında determinizm ve Darwinizm öne çıkanlardır.

Determinizm, ahlaki ve insani seçimler de dâhil olmak üzere bütün olayların önceden var olan nedenlerce belirlendiğini ileri süren ve iradeyi reddeden felsefi kuramdır. Bütün olgu ve olayların nedensellik içinde geliştiğini ileri sürer. Temelleri her şeyin özünü atom olarak gören Demokritos (MÖ 460-370) gibi ilk çağ atomcularına kadar giden determinizm, Pierre-Simon Laplace (1749-1827) tarafından 18. yüzyılda klasik biçimiyle kuramlaştırılmıştır.

Laplace için evrenin bugünkü hâli bir önceki aşamanın sonucu iken bir sonrakinin de nedenidir.

Natüralizmi diğer akımlardan ve özellikle devamı olduğu realizmden ayıran düşünce Charles Darwin (1809-1882) ve onun geliştirdiği “Evrim Teorisi”dir. Darwin, Türlerin Kökeni (1859) çalışmasında canlıların doğal seçme (natural selection) yoluyla evrimleştiği tezini ileri sürer.

Darwin’in tümevarıma dayalı bir gözlem yapılamayacağı ve önceden teorinin oluşturulup tümden gelimci bir metot uygulanması gerektiğine inancı, konumuz olan natüralizme yaptığı en önemli etkilerden biridir. Buna göre gözlemcinin kafasında sonuç önceden belli olmalıdır, varsayıma göre geçerli ya da geçersiz sonuçlar elde edilebilir. Bunun için de natüralist romancı önceden belirlediği sona doğru olaylarını ve roman karakterlerini kurgulayacaktır.

Edebiyatta Natüralizmin Doğuşu

Edebiyatta realist geleneği daha ileri götüren natüralistler, gerçekliği ahlaktan, toplumsal normlardan ve yargılardan bağımsız Darwinci bir yaklaşımla ele almıştır. Evrim Teorisini merkez alan natüralistler Tanrı ve ruhun varlığına inanmamış, ilahi dinlerin yaratılışa, insanın var oluşuna ve ölüm sonrasına dair dile getirdiği bilgilere itibar etmemiştir.

Taine, sanat eleştirisinde Darwinci düşünceyi, “ırksal, coğrafi, iklimsel nitelikler kişi, olay ve olguları yönlendirir” önermesiyle uygulamaya çalışır. İngiliz Edebiyatı Tarihi (Histoire de la literatüre anglosie1858)’nde toplumsal olayların fiziksel olaylarda olduğu gibi belli birtakım nedenlerden doğduğu ilkesinden hareket eder. Yapıtının önsözünde “hırsın, yürekliliğin ve gerçeğin, tıpkı sindirim kasların hareketi ve vücut ısısının olduğu gibi bir nedeni vardır. Kötülükle erdem, sülfirik asitle şeker gibi birer üründür” diyen Taine, insanı mekanik ve kimyasal tepkimelerle hareket eden bir varlık düzeyine indirgeyen natüralistlerin öncüsüdür.

Natüralizmin müjdeleyicisidir. Ne var ki natüralizmin asıl büyük çıkışı ve tam anlamıyla kuramlaşması akımın öncüsü Emile Zola (1840-1902)’nın Claude Bernard (1813-1878)’ın deneysel tıp, evrim ve kalıtım konusundaki görüşlerini romana uygulamaya çalışması ile başlar.

Zola’da deneysel roman fikrinin Claude Bernard tesiriyle oluştuğunu belirtmiştik. Zola her ne kadar çeşitli yazılarıyla Thérése Raquin’den sonra deneysel (tecrübi) roman üzerine görüşlerini dile getirmiş olsa da bu teoriyi 1880 yılında Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı kitabında net bir biçimde ortaya koyar. Fikirleriyle bu dönemde sadece Zola’yı değil pek çok bilim adamını da etkilemiş olan Claude Bernard’ın Tecrübi Hekimliğe Giriş (1865) adlı kitabında pozitif bilimlere uyguladığı metodu, romana uygulamak ister ve realizm temelli düşüncelerini Bernard’ın düşünceleri ile birleştirir.

Zola, deneysel roman düşüncesini açık bir şekilde ortaya koyabilmek için işe Bernard’ın yöntemini dört paragrafta açıklamakla başlar:

  1. Fizyolojiye dayanan hekimlik, deneysel yöntem sayesinde bilimsel yola girmiştir. Deneysel yargı şüpheye dayanır. Deneycide önyargı diye bir şey bulunmamalıdır. O, kafa özgürlüğünü yitirmemelidir. Olayları ancak kanıtladıktan sonra kabul etmelidir.
  2. Canlı olsun cansız olsun bütün nesneler için doğal olayların varlığındaki koşullarda şaşmaz bir gerekircilik (determinizm) vardır. Deneysel bilim olayların “niçin” değil “nasıl” meydana geldiği ile uğraşır.
  3. Canlılar ve olaylar uyumlu bir bütün meydana getirmektedir.
  4. Ampirik hekimlikle deneysel hekimlik birbiriyle bağdaşmaz değildir, şu halde birbirinden ayrılmaması gerekir. Deneysel hekimlik, ne herhangi bir hekimlik doktrinine ne de herhangi bir felsefe sistemine karşılık verir.

Zola, romancının hem gözlemci hem de deneyci olduğunu kesinler. Romancının gözlemci yanı olguları gözler, hareket noktasını belirler, kişilerin yürüyeceği, olayların gelişeceği sağlam bir mekân yaratır. Ardından deneyci yanı devreye girer ve incelenen olayların determinizmin hükmettiği şekilde birbiri arkasına sıralanabilmesi için özel bir hikâye içinde kişileri harekete geçirir. Romancı bir gerçeğin peşi sıra yola çıkar.

Gözlem ve deney konusunda romanda, fizyolojide olduğu gibi kesin sonuçlar elde edilemeyeceğini kabul eden Zola, deneysel romancılığın deneysel hekimliğe göre daha çok genç olduğunu belirttikten sonra her ne olursa olsun natüralist romanın gerçek bir deney olduğundan da şüphe edilmemesi gerektiğini söyler.

Deneysel yöntem romana uygulandığında, bilimsel kesinlik içinde ortaya bir aydınlık çıkacağını düşünen Zola, natüralist yazarlara eskiden beri budalaca bir sitemde bulunulduğunu söyler. O da natüralistlerin sözde, fotoğrafçıdan başka bir şey olmak istemediğidir. Zola, natüralizmi bu kadar dar bir alana hapsedenlere cevap vermek ister.

Bernard’ın “Şüphe eden gerçek bilgindir,” sözü Zola’nın bir anlamda kendi felsefesinin de çekirdeğini oluşturur. Şüphe bilimin manivelasıdır yani tetikleyicisi, harekete geçiricisidir. Bu felsefenin temeli hatırlanacağı gibi Descartes’a dayanır.

Saltık bilgiye varmak için şüphe etmekle işe başlar; şüpheyi de ancak, bizzat kendisi tarafından bozulup yeniden kurulan tutku mekanizması, doğanın koyduğu yasalara göre işlemeye başladığı zaman bırakır. İnsan zekâsı için bundan daha geniş, daha özgür bir iş olamaz.

Zola, natüralist romancılar gözlerler ve deneylerler; onların bütün işi, iyice bilinmeyen gerçeklerle, iyice açıklanmamış olaylar karşısında şüphe etmekle başlar; derken günün birinde deneysel bir düşünü, olguları çözümleyip avuçlarının içine alsınlar diye, birdenbire dehalarını uyarır ve onları deney yapmaya doğru yönetir.”

Zola’nın deneysel roman anlayışının temelinde romanı bilimselleştirme çabası vardır.

Zola’dan İtibaren Natüralizm

Zola, Rougon-Macquartlar serisinde ele aldığı tezler ve kullandığı yöntemle 19. yüzyıldaki bilimsel zihniyeti var eden değerleri harmanlamaya çalışır. Sosyolojiden faydalanmak ve olabildiğince vesikaya dayanmak onun romanına görece kesinlik iradesi getirir. Tek tek bireysel olguları inceler ve buradan toplumsal olan “mutlak”a ulaşmaya çalışır. Romanlarında bilimsel kesinlik çıkış noktası olduğu için, roman kahramanları da büyük ölçüde çevre ve kalıtımın sınırlarından çıkamayan iradesiz insanlar olarak karşımıza çıkar. Bu durum determinizmin sosyolojiye uyarlandığında insanın duygusal ve psikolojik yönünün yok sayılması ile ilişkilidir. Bu romanlarda insan kimyasal tepkilerle davranan mekanik bir varlığa dönüşür.

Emile Zola’nın gerek edebî gerek siyasi ve toplumsal düşünceleri kısa süre içerisinde genç entelektüeller çevresinde karşılık bulur.

Üstat bildikleri Zola’nın çevresinde toplanan gençler, hareketlerini ilan eden ve natüralizmin bildirilerinden kabul edilen Medan Akşam Toplantıları adlı bir de eser yayımlarlar (1880). Zola bu gençleri nasıl roman yazmaları gerektiği konusunda sürekli yönlendirmiştir.

Zola’dan önce Goncourt Kardeşler natüralizmin tiyatrodaki ilk uygulamalarına imza atmıştır. 1865’te yayımladıkları Henriette Maréchal ilk örneklerden kabul edilir. Yine onların La Patrie en danger (1868) adlı tarihî piyesleri, romantizmin tarihî dramlarının aksine lirik söyleyişten, mucizelerden, fiktif karakterlerden uzaktır ve vesikalara dayanmaktadır.

1880’lerden itibaren her ne kadar halk tarafından natüralist eserlere karşı ciddi bir teveccüh varsa da natüralist yazarlar daha önce realist yazarların da karşısında taarruzlarıyla onları yıldıran birkaç cepheyle mücadele etmek zorunda kalırlar. Bunlar muhafazakâr Katolik spiritüalistler, akademik sanat taraftarları ve empresyonistlerdir.

1891 yılına gelindiğinde natüralizm artık çöküş sürecine girmiştir. Bu yılda Jules Huret (1863-1915) adlı bir gazeteci L’Echos de Paris gazetesinde dönemin edebiyat kamuoyunun nabzını tutan dört beş ay sürecek bir mülakat yayımlar. Mülakatta yoğunluk natüralizmin hâli ve geleceğinin yanında yerine neyin konulabileceğine dairdir. Mülakatta natüralistlerin Zola önderliğinden kopmakla beraber, natüralizmden bütün bütüne ayrılmadıkları görülür. Ardından başta Daudet ve Maupassant olmak üzere Hennique gibi yazarlar, yavaş yavaş yeni tarzlar denemeye çalışacaklardır. Zola bile RougonMacquart’lardan sonra yazacağı romanlarda her ne kadar natüralist çizgiyi devam ettirse de farklı konu ve tarzlara da yelken açacaktır. Kısacası natüralistler de natüralizmi terk etmeye başlamışlardır.

Natüralizmin Estetik Özellikleri:

  1. Gözlem ve nesnelliğin önemi.
  2. Konuların Gerçek Hayattan Seçilmesi.
  3. İnsanın Fizyolojisi ve Çevre İçinde İradesiz Bir Varlık Olarak Görülmesi.
  4. Uzun ve Nesnel Betimlemelere Yer Verilmesi.
  5. Dil ve Üsluba Önem Verilmesi.

Natüralizmin önemli temsilcileri: Emile Zola, Guy de Maupassant, Alphonse Daudet, Gerhart Hauptman.

Parnasizm

Parnasizm, realizm ve natüralizmin şiirdeki yansımasıdır. 1850’lerden itibaren Fransız romantizminin kesinlikten, nesnellikten uzak ve aşırı duygusal diline karşı bir tepki olarak doğmuştur.

Parnasizm kelimesi Fransızca “Parnassisme-Parnassien” kelimesinden dilimize geçmiştir. Kelimenin kökeni ise Yunanistan’daki Parnassos dağından gelir. Yunan mitolojisinde nympha (nimfe, periler) ların yurdu olan bu kutsal yüksek dağ, şairlerin ilham perilerinin yaşadığı bir yer olarak kabul edilir. Hatta sembolik olarak şairlerin de burada yaşadıkları düşünülür. Parnasyenler ise bu adı eserlerinin toplandığı Le Parnasse Contemporain (1866- 1867) adlı dergiden almışlardır. Pek çok edebiyat tarihçisi de parnasizmin çıkış tarihi olarak bu tarihi esas alır.

Parnasizmi salt romantizm akımına karşı gelişmiş bir akım olarak değerlendirmemek gerekir. Öyle ki akımın öncüleri olan Théophile Gautier (1811-1872), Théodore de Banville (1823-1891) Leconte de Lisle (1818-1894) ilk gençlik yıllarını romantizmin hâkim olduğu yıllarda geçirmiş ve bu anlayışla eserler de kaleme almışlardır.

Victor Hugo’nun romantizmin ilk başarısı olarak bilinen Hernani eserinin 1830 yılında yayımlanmasının ardından romantik tarzda yazılan eserlerin sayısı artar ve romantizm Fransız İhtilalinin etkisiyle başat akım konumunu alır. Diğer taraftan da romantik sanata karşı, sanatı sadece sanat olarak görmek isteyen bir başka tarz da gelişmeye başlar. Gerek tematik gerek biçimsel olarak değişik arayışlara girişilir. Bu geçiş evresinde romantiklerin bir kısmı akımın sosyal konulara daha fazla eğilmesi gerektiğine inanırken bir kısmı da sanatın artık faydacılık, ahlâkçılık ödevlerinden sıyrılıp asıl işine, sanatsalı yaratma işine dönmesini ister. Hep tekrar edilen ifadeyle sanatın sanat için olması gerektiğini savunur.

Gautier, biz sanatın özerkliğine inanıyoruz. Bizim için sanat araç değil amaçtır. Bizim gözümüzde, güzel olan şeyden başka şeyi amaçlayan her sanatçı, sanatçı değildir. Şekille düşünce ayrımını hiçbir zaman anlayamadığımız gibi, ruhsuz vücudu ya da vücutsuz ruhu da anlamıyoruz, hiç değilse bizim etkinlik alanımızda. Güzel bir şekil güzel bir fikirdir. Çünkü hiçbir şey ifade etmeyecek olan bir şekil ne olabilir ki.

Fransız romantik şiirinin zirve eserlerinden birisi Lamartine’in Meditations (1820) eseridir. Romantik şiir üzerinde tesiri büyük olmuştur. Bu bakımdan Gautier, özellikle Lamartine’in eserini hedef seçer ve onun santimantalist yapısına, yalvarır gibi çıkan sesine, içe yönelişine karşı çıkar. Şiirin dış yapısının, biçiminin güzelliğine ağırlık verilmesi gerektiğini ifade eder. “Her şey geçer. Yalnız sağlam sanat ebediyete intikal eder; Şehirler yıkılır, fakat sanat eseri onların enkazı üzerinde devam eder.

Santimantalizm

Çoğunlukla romantikleri ifade için kullanılan bu terim, aşırı duygusallık hâlini ifade eder. Davranışlarını duyguların belirlediği insan santimantalist olarak tanımlanır.

Hugo’nun sağladığı estetik alt yapının yanında Parnasizmi mevcut anlayışına ulaştıran diğer etken pozitivizmin sonucu olarak doğan bilimsellik düşüncesidir. Natüralizmin zamanın nesneleri ve olguları olduğu gibi nakletme anlayışı Parnasizme de yansır ve şiir tabiatın resmedilmesine dönüşür.

Gautier’nin romantik şiirdeki karşı çıktığı noktalardan birisi de sanatın ve şiirin geçici ve değişken duyguların, düşlerin, hayallerin mahsulü olamayacağıdır. Çünkü ona göre insan ölümlüdür. Oysa sanat yapıtı kalıcı olmalıdır. Kalıcılığı sağlamak ise geçici değerlerle mümkün değildir.

Gautier’nin “Sanat” şiiri, kendisinin ve Parnasizmin estetiğini ortaya koyan poetik bir metindir.

Parnas Okulu’nun kurucuları Catulle Mendes (1843-1909) ve Leconte de Lisle’dir. Ardından, Sully Prudhomme, Josée-Maria de Hérédia ve Paul Verlaine (1844-1896) gibi genç şairler, uzun süredir etiket koyamadıkları şiirlerine Parnas Okulu ile bir kimlik bulurlar. Sanat için sanat anlayışı artık daha sistemli bir biçimde gelişebilecektir.

İlk Parnas topluluğu Catulle Mendes’in La Revue fantaisiste adlı dergisinin etrafında oluşur (1861). Bunu bilimsel şiiri savunan 1863’teki, La Revue du Progrés dergisi izler. Daha sonra Lisle, bu iki derginin yazarları yanında biçimciliği savunan gençleri L’Art dergisinde bir araya getirir (1865-1866). Bir süre sonra derginin adı Parnas Contemporain (Çağdaş Parnas) olur. Bu dergi yeni şiirin kuramlaşma sahası olduğu gibi, ileride çok meşhur olacak ama henüz adları duyulmayan başta Baudelaire olmak üzere Paul Verlaine, Stephen Mallarme, Sully Prudhomme, Heredia gibi şairlerin de tanınmasını sağlayacaktır. Amaç ise “saf şiiri” bulmaktır. Ancak ekolün ömrü, kurucusu Leconte de Lisle’nin ulaştığı estetik seviyeye ulaşamamak, Baudelaire ve Verlaine gibi üstatların akımdan erken ayrılmaları ve Alman-Fransız savaşının patlak vermesi yüzünden pek de uzun olmaz. 1866’da kurulan okul 1870 itibarıyla gittikçe zayıflayarak yerini sembolizm gibi yeni akımlara bırakır.

Parnasizmin bir akım olarak uzun soluklu bir birliktelikten çok, ortak bir zevk anlayışının ürünü olması, onun tarihinden çok estetik yönü üzerinde durmamızı gerektirir.

Parnasizmin Estetik İlkeleri:

  1. Biçimcilik ve şekil özellikleri,
  2. Ritim ve ahenk,
  3. Konular,
  4. Betimleme ve objektiflik.

Parnasizmin Önemli Temsilcileri: Théophile Gautier (1811-1872), Leconte de Lisle (1818-1905), Theodore de Banville (1823-1891), Jose-Maria de Heredia (1842- 1905), Sully Prudhomme (1839-1907), François Coppée (1842-1908).

Giriş

Natüralizm, 19. asrın başından itibaren gelişen realizmin, devamı niteliğindedir. 1870’lerden sonra güzel sanatlarda, özellikle tiyatro ve roman sahasında Darwinci doğa yönteminin ilkeleri ekseninde gelişir.

Natüralizm terimi “Nature-doğa” kelimesinden gelir ve Türkçede “doğalcılık” olarak da bilinir. Uzun bir geçmişe sahip olan kelime, XVI. Yüzyıldan XIX. Yüzyıla kadar, “ilk prensip olarak her şeyi tabiata mal edenlerin sistemi (Tanrıyı yadsıyarak)” anlamında kullanılırken 17. yüzyıldan beri “her şeyde tabiatın tam taklidini lüzumlu gören fikir” manasında kullanılmaktadır.

Görsel sanatlarda doğalcılık, nesneleri olduğu gibi betimleme ilkesine dayanır ve kökleri klasik Yunan dönemine kadar uzanır. Rönesans da klasik Yunan’ın devamı olduğu için sanatın güzelliği, doğanın güzelliğinin yansıtılmasıdır ilkesine yaslanır.

Natüralizmin Epistemolojik-Felsefi Temelleri

Natüralizmin de doğuşunu sağlayan önemli felsefi ve bilimsel cereyanlar vardır. Bunlar arasında determinizm ve Darwinizm öne çıkanlardır.

Determinizm, ahlaki ve insani seçimler de dâhil olmak üzere bütün olayların önceden var olan nedenlerce belirlendiğini ileri süren ve iradeyi reddeden felsefi kuramdır. Bütün olgu ve olayların nedensellik içinde geliştiğini ileri sürer. Temelleri her şeyin özünü atom olarak gören Demokritos (MÖ 460-370) gibi ilk çağ atomcularına kadar giden determinizm, Pierre-Simon Laplace (1749-1827) tarafından 18. yüzyılda klasik biçimiyle kuramlaştırılmıştır.

Laplace için evrenin bugünkü hâli bir önceki aşamanın sonucu iken bir sonrakinin de nedenidir.

Natüralizmi diğer akımlardan ve özellikle devamı olduğu realizmden ayıran düşünce Charles Darwin (1809-1882) ve onun geliştirdiği “Evrim Teorisi”dir. Darwin, Türlerin Kökeni (1859) çalışmasında canlıların doğal seçme (natural selection) yoluyla evrimleştiği tezini ileri sürer.

Darwin’in tümevarıma dayalı bir gözlem yapılamayacağı ve önceden teorinin oluşturulup tümden gelimci bir metot uygulanması gerektiğine inancı, konumuz olan natüralizme yaptığı en önemli etkilerden biridir. Buna göre gözlemcinin kafasında sonuç önceden belli olmalıdır, varsayıma göre geçerli ya da geçersiz sonuçlar elde edilebilir. Bunun için de natüralist romancı önceden belirlediği sona doğru olaylarını ve roman karakterlerini kurgulayacaktır.

Edebiyatta Natüralizmin Doğuşu

Edebiyatta realist geleneği daha ileri götüren natüralistler, gerçekliği ahlaktan, toplumsal normlardan ve yargılardan bağımsız Darwinci bir yaklaşımla ele almıştır. Evrim Teorisini merkez alan natüralistler Tanrı ve ruhun varlığına inanmamış, ilahi dinlerin yaratılışa, insanın var oluşuna ve ölüm sonrasına dair dile getirdiği bilgilere itibar etmemiştir.

Taine, sanat eleştirisinde Darwinci düşünceyi, “ırksal, coğrafi, iklimsel nitelikler kişi, olay ve olguları yönlendirir” önermesiyle uygulamaya çalışır. İngiliz Edebiyatı Tarihi (Histoire de la literatüre anglosie1858)’nde toplumsal olayların fiziksel olaylarda olduğu gibi belli birtakım nedenlerden doğduğu ilkesinden hareket eder. Yapıtının önsözünde “hırsın, yürekliliğin ve gerçeğin, tıpkı sindirim kasların hareketi ve vücut ısısının olduğu gibi bir nedeni vardır. Kötülükle erdem, sülfirik asitle şeker gibi birer üründür” diyen Taine, insanı mekanik ve kimyasal tepkimelerle hareket eden bir varlık düzeyine indirgeyen natüralistlerin öncüsüdür.

Natüralizmin müjdeleyicisidir. Ne var ki natüralizmin asıl büyük çıkışı ve tam anlamıyla kuramlaşması akımın öncüsü Emile Zola (1840-1902)’nın Claude Bernard (1813-1878)’ın deneysel tıp, evrim ve kalıtım konusundaki görüşlerini romana uygulamaya çalışması ile başlar.

Zola’da deneysel roman fikrinin Claude Bernard tesiriyle oluştuğunu belirtmiştik. Zola her ne kadar çeşitli yazılarıyla Thérése Raquin’den sonra deneysel (tecrübi) roman üzerine görüşlerini dile getirmiş olsa da bu teoriyi 1880 yılında Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı kitabında net bir biçimde ortaya koyar. Fikirleriyle bu dönemde sadece Zola’yı değil pek çok bilim adamını da etkilemiş olan Claude Bernard’ın Tecrübi Hekimliğe Giriş (1865) adlı kitabında pozitif bilimlere uyguladığı metodu, romana uygulamak ister ve realizm temelli düşüncelerini Bernard’ın düşünceleri ile birleştirir.

Zola, deneysel roman düşüncesini açık bir şekilde ortaya koyabilmek için işe Bernard’ın yöntemini dört paragrafta açıklamakla başlar:

  1. Fizyolojiye dayanan hekimlik, deneysel yöntem sayesinde bilimsel yola girmiştir. Deneysel yargı şüpheye dayanır. Deneycide önyargı diye bir şey bulunmamalıdır. O, kafa özgürlüğünü yitirmemelidir. Olayları ancak kanıtladıktan sonra kabul etmelidir.
  2. Canlı olsun cansız olsun bütün nesneler için doğal olayların varlığındaki koşullarda şaşmaz bir gerekircilik (determinizm) vardır. Deneysel bilim olayların “niçin” değil “nasıl” meydana geldiği ile uğraşır.
  3. Canlılar ve olaylar uyumlu bir bütün meydana getirmektedir.
  4. Ampirik hekimlikle deneysel hekimlik birbiriyle bağdaşmaz değildir, şu halde birbirinden ayrılmaması gerekir. Deneysel hekimlik, ne herhangi bir hekimlik doktrinine ne de herhangi bir felsefe sistemine karşılık verir.

Zola, romancının hem gözlemci hem de deneyci olduğunu kesinler. Romancının gözlemci yanı olguları gözler, hareket noktasını belirler, kişilerin yürüyeceği, olayların gelişeceği sağlam bir mekân yaratır. Ardından deneyci yanı devreye girer ve incelenen olayların determinizmin hükmettiği şekilde birbiri arkasına sıralanabilmesi için özel bir hikâye içinde kişileri harekete geçirir. Romancı bir gerçeğin peşi sıra yola çıkar.

Gözlem ve deney konusunda romanda, fizyolojide olduğu gibi kesin sonuçlar elde edilemeyeceğini kabul eden Zola, deneysel romancılığın deneysel hekimliğe göre daha çok genç olduğunu belirttikten sonra her ne olursa olsun natüralist romanın gerçek bir deney olduğundan da şüphe edilmemesi gerektiğini söyler.

Deneysel yöntem romana uygulandığında, bilimsel kesinlik içinde ortaya bir aydınlık çıkacağını düşünen Zola, natüralist yazarlara eskiden beri budalaca bir sitemde bulunulduğunu söyler. O da natüralistlerin sözde, fotoğrafçıdan başka bir şey olmak istemediğidir. Zola, natüralizmi bu kadar dar bir alana hapsedenlere cevap vermek ister.

Bernard’ın “Şüphe eden gerçek bilgindir,” sözü Zola’nın bir anlamda kendi felsefesinin de çekirdeğini oluşturur. Şüphe bilimin manivelasıdır yani tetikleyicisi, harekete geçiricisidir. Bu felsefenin temeli hatırlanacağı gibi Descartes’a dayanır.

Saltık bilgiye varmak için şüphe etmekle işe başlar; şüpheyi de ancak, bizzat kendisi tarafından bozulup yeniden kurulan tutku mekanizması, doğanın koyduğu yasalara göre işlemeye başladığı zaman bırakır. İnsan zekâsı için bundan daha geniş, daha özgür bir iş olamaz.

Zola, natüralist romancılar gözlerler ve deneylerler; onların bütün işi, iyice bilinmeyen gerçeklerle, iyice açıklanmamış olaylar karşısında şüphe etmekle başlar; derken günün birinde deneysel bir düşünü, olguları çözümleyip avuçlarının içine alsınlar diye, birdenbire dehalarını uyarır ve onları deney yapmaya doğru yönetir.”

Zola’nın deneysel roman anlayışının temelinde romanı bilimselleştirme çabası vardır.

Zola’dan İtibaren Natüralizm

Zola, Rougon-Macquartlar serisinde ele aldığı tezler ve kullandığı yöntemle 19. yüzyıldaki bilimsel zihniyeti var eden değerleri harmanlamaya çalışır. Sosyolojiden faydalanmak ve olabildiğince vesikaya dayanmak onun romanına görece kesinlik iradesi getirir. Tek tek bireysel olguları inceler ve buradan toplumsal olan “mutlak”a ulaşmaya çalışır. Romanlarında bilimsel kesinlik çıkış noktası olduğu için, roman kahramanları da büyük ölçüde çevre ve kalıtımın sınırlarından çıkamayan iradesiz insanlar olarak karşımıza çıkar. Bu durum determinizmin sosyolojiye uyarlandığında insanın duygusal ve psikolojik yönünün yok sayılması ile ilişkilidir. Bu romanlarda insan kimyasal tepkilerle davranan mekanik bir varlığa dönüşür.

Emile Zola’nın gerek edebî gerek siyasi ve toplumsal düşünceleri kısa süre içerisinde genç entelektüeller çevresinde karşılık bulur.

Üstat bildikleri Zola’nın çevresinde toplanan gençler, hareketlerini ilan eden ve natüralizmin bildirilerinden kabul edilen Medan Akşam Toplantıları adlı bir de eser yayımlarlar (1880). Zola bu gençleri nasıl roman yazmaları gerektiği konusunda sürekli yönlendirmiştir.

Zola’dan önce Goncourt Kardeşler natüralizmin tiyatrodaki ilk uygulamalarına imza atmıştır. 1865’te yayımladıkları Henriette Maréchal ilk örneklerden kabul edilir. Yine onların La Patrie en danger (1868) adlı tarihî piyesleri, romantizmin tarihî dramlarının aksine lirik söyleyişten, mucizelerden, fiktif karakterlerden uzaktır ve vesikalara dayanmaktadır.

1880’lerden itibaren her ne kadar halk tarafından natüralist eserlere karşı ciddi bir teveccüh varsa da natüralist yazarlar daha önce realist yazarların da karşısında taarruzlarıyla onları yıldıran birkaç cepheyle mücadele etmek zorunda kalırlar. Bunlar muhafazakâr Katolik spiritüalistler, akademik sanat taraftarları ve empresyonistlerdir.

1891 yılına gelindiğinde natüralizm artık çöküş sürecine girmiştir. Bu yılda Jules Huret (1863-1915) adlı bir gazeteci L’Echos de Paris gazetesinde dönemin edebiyat kamuoyunun nabzını tutan dört beş ay sürecek bir mülakat yayımlar. Mülakatta yoğunluk natüralizmin hâli ve geleceğinin yanında yerine neyin konulabileceğine dairdir. Mülakatta natüralistlerin Zola önderliğinden kopmakla beraber, natüralizmden bütün bütüne ayrılmadıkları görülür. Ardından başta Daudet ve Maupassant olmak üzere Hennique gibi yazarlar, yavaş yavaş yeni tarzlar denemeye çalışacaklardır. Zola bile RougonMacquart’lardan sonra yazacağı romanlarda her ne kadar natüralist çizgiyi devam ettirse de farklı konu ve tarzlara da yelken açacaktır. Kısacası natüralistler de natüralizmi terk etmeye başlamışlardır.

Natüralizmin Estetik Özellikleri:

  1. Gözlem ve nesnelliğin önemi.
  2. Konuların Gerçek Hayattan Seçilmesi.
  3. İnsanın Fizyolojisi ve Çevre İçinde İradesiz Bir Varlık Olarak Görülmesi.
  4. Uzun ve Nesnel Betimlemelere Yer Verilmesi.
  5. Dil ve Üsluba Önem Verilmesi.

Natüralizmin önemli temsilcileri: Emile Zola, Guy de Maupassant, Alphonse Daudet, Gerhart Hauptman.

Parnasizm

Parnasizm, realizm ve natüralizmin şiirdeki yansımasıdır. 1850’lerden itibaren Fransız romantizminin kesinlikten, nesnellikten uzak ve aşırı duygusal diline karşı bir tepki olarak doğmuştur.

Parnasizm kelimesi Fransızca “Parnassisme-Parnassien” kelimesinden dilimize geçmiştir. Kelimenin kökeni ise Yunanistan’daki Parnassos dağından gelir. Yunan mitolojisinde nympha (nimfe, periler) ların yurdu olan bu kutsal yüksek dağ, şairlerin ilham perilerinin yaşadığı bir yer olarak kabul edilir. Hatta sembolik olarak şairlerin de burada yaşadıkları düşünülür. Parnasyenler ise bu adı eserlerinin toplandığı Le Parnasse Contemporain (1866- 1867) adlı dergiden almışlardır. Pek çok edebiyat tarihçisi de parnasizmin çıkış tarihi olarak bu tarihi esas alır.

Parnasizmi salt romantizm akımına karşı gelişmiş bir akım olarak değerlendirmemek gerekir. Öyle ki akımın öncüleri olan Théophile Gautier (1811-1872), Théodore de Banville (1823-1891) Leconte de Lisle (1818-1894) ilk gençlik yıllarını romantizmin hâkim olduğu yıllarda geçirmiş ve bu anlayışla eserler de kaleme almışlardır.

Victor Hugo’nun romantizmin ilk başarısı olarak bilinen Hernani eserinin 1830 yılında yayımlanmasının ardından romantik tarzda yazılan eserlerin sayısı artar ve romantizm Fransız İhtilalinin etkisiyle başat akım konumunu alır. Diğer taraftan da romantik sanata karşı, sanatı sadece sanat olarak görmek isteyen bir başka tarz da gelişmeye başlar. Gerek tematik gerek biçimsel olarak değişik arayışlara girişilir. Bu geçiş evresinde romantiklerin bir kısmı akımın sosyal konulara daha fazla eğilmesi gerektiğine inanırken bir kısmı da sanatın artık faydacılık, ahlâkçılık ödevlerinden sıyrılıp asıl işine, sanatsalı yaratma işine dönmesini ister. Hep tekrar edilen ifadeyle sanatın sanat için olması gerektiğini savunur.

Gautier, biz sanatın özerkliğine inanıyoruz. Bizim için sanat araç değil amaçtır. Bizim gözümüzde, güzel olan şeyden başka şeyi amaçlayan her sanatçı, sanatçı değildir. Şekille düşünce ayrımını hiçbir zaman anlayamadığımız gibi, ruhsuz vücudu ya da vücutsuz ruhu da anlamıyoruz, hiç değilse bizim etkinlik alanımızda. Güzel bir şekil güzel bir fikirdir. Çünkü hiçbir şey ifade etmeyecek olan bir şekil ne olabilir ki.

Fransız romantik şiirinin zirve eserlerinden birisi Lamartine’in Meditations (1820) eseridir. Romantik şiir üzerinde tesiri büyük olmuştur. Bu bakımdan Gautier, özellikle Lamartine’in eserini hedef seçer ve onun santimantalist yapısına, yalvarır gibi çıkan sesine, içe yönelişine karşı çıkar. Şiirin dış yapısının, biçiminin güzelliğine ağırlık verilmesi gerektiğini ifade eder. “Her şey geçer. Yalnız sağlam sanat ebediyete intikal eder; Şehirler yıkılır, fakat sanat eseri onların enkazı üzerinde devam eder.

Santimantalizm

Çoğunlukla romantikleri ifade için kullanılan bu terim, aşırı duygusallık hâlini ifade eder. Davranışlarını duyguların belirlediği insan santimantalist olarak tanımlanır.

Hugo’nun sağladığı estetik alt yapının yanında Parnasizmi mevcut anlayışına ulaştıran diğer etken pozitivizmin sonucu olarak doğan bilimsellik düşüncesidir. Natüralizmin zamanın nesneleri ve olguları olduğu gibi nakletme anlayışı Parnasizme de yansır ve şiir tabiatın resmedilmesine dönüşür.

Gautier’nin romantik şiirdeki karşı çıktığı noktalardan birisi de sanatın ve şiirin geçici ve değişken duyguların, düşlerin, hayallerin mahsulü olamayacağıdır. Çünkü ona göre insan ölümlüdür. Oysa sanat yapıtı kalıcı olmalıdır. Kalıcılığı sağlamak ise geçici değerlerle mümkün değildir.

Gautier’nin “Sanat” şiiri, kendisinin ve Parnasizmin estetiğini ortaya koyan poetik bir metindir.

Parnas Okulu’nun kurucuları Catulle Mendes (1843-1909) ve Leconte de Lisle’dir. Ardından, Sully Prudhomme, Josée-Maria de Hérédia ve Paul Verlaine (1844-1896) gibi genç şairler, uzun süredir etiket koyamadıkları şiirlerine Parnas Okulu ile bir kimlik bulurlar. Sanat için sanat anlayışı artık daha sistemli bir biçimde gelişebilecektir.

İlk Parnas topluluğu Catulle Mendes’in La Revue fantaisiste adlı dergisinin etrafında oluşur (1861). Bunu bilimsel şiiri savunan 1863’teki, La Revue du Progrés dergisi izler. Daha sonra Lisle, bu iki derginin yazarları yanında biçimciliği savunan gençleri L’Art dergisinde bir araya getirir (1865-1866). Bir süre sonra derginin adı Parnas Contemporain (Çağdaş Parnas) olur. Bu dergi yeni şiirin kuramlaşma sahası olduğu gibi, ileride çok meşhur olacak ama henüz adları duyulmayan başta Baudelaire olmak üzere Paul Verlaine, Stephen Mallarme, Sully Prudhomme, Heredia gibi şairlerin de tanınmasını sağlayacaktır. Amaç ise “saf şiiri” bulmaktır. Ancak ekolün ömrü, kurucusu Leconte de Lisle’nin ulaştığı estetik seviyeye ulaşamamak, Baudelaire ve Verlaine gibi üstatların akımdan erken ayrılmaları ve Alman-Fransız savaşının patlak vermesi yüzünden pek de uzun olmaz. 1866’da kurulan okul 1870 itibarıyla gittikçe zayıflayarak yerini sembolizm gibi yeni akımlara bırakır.

Parnasizmin bir akım olarak uzun soluklu bir birliktelikten çok, ortak bir zevk anlayışının ürünü olması, onun tarihinden çok estetik yönü üzerinde durmamızı gerektirir.

Parnasizmin Estetik İlkeleri:

  1. Biçimcilik ve şekil özellikleri,
  2. Ritim ve ahenk,
  3. Konular,
  4. Betimleme ve objektiflik.

Parnasizmin Önemli Temsilcileri: Théophile Gautier (1811-1872), Leconte de Lisle (1818-1905), Theodore de Banville (1823-1891), Jose-Maria de Heredia (1842- 1905), Sully Prudhomme (1839-1907), François Coppée (1842-1908).

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.