Açıköğretim Ders Notları

Anadolu Arkeolojisi Dersi 3. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Anadolu Arkeolojisi Dersi 3. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Anadolu Tunç Çağı Krallıkları Ve Troia Savaşı

Giriş

Hem Anadolu hem de Ön Asya’nın diğer ülkelerinde, Kalkolitik dönemin sonlarında insanoğlu, yüzde 70 oranında bakır ile yüzde 30 oranında kalayı karıştırmış ve tuncu keşfetmiştir. Bu keşif ile maden yatakları açısından zengin olan Anadolu’da madencilik gelişmiştir. Madenciliğin hızla gelişmesi, uzmanlık gerektiren meslek gruplarının ortaya çıkmasına ve bunun sonucu olarak da iş bölümüne dayalı kentleşmenin başlamasına neden olmuş, böylece ilk kent devletleri kurulmuş ve siyasal örgütlenme başlamıştır.

Orta Tunç Çağı Asur Ticaret Kolonileri (MÖ 2000/1900-1500/1450)

MÖ 2000 yıllarında Tunç Çağı’nın orta dönemine girilir. Orta Tunç Çağı’nın en belirgin özelliği Mezopotamya ile başlayan çok sıkı ve iyi örgütlü ticaret ilişkileri ve bunun sonucunda yazının Anadolu’ya girişidir. Anadolu yarımadasında yaşayan halklar bu dönemde Mezopotamya ile güçlü ticari ilişkiler kurmuşlardır

Mezopotamya , Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak, Basra Körfezine kadar uzanan, Dicle-Fırat Nehirleri arasındaki bölgeye denilmektedir. Mezopotamya verimli topraklara sahip olması, iklim şartlarının uygun olması nedenlerinden dolayı, sürekli istila ve göçlere sahne olmuştur. İnsan etkileşiminin fazla olması nedeniyle medeniyetin bu bölgeden gelişerek yayıldığı kabul görmektedir. Anadolu ile Mezopotamya ve Kuzey Suriye arasında Neolitik Dönemden beri var olan ve doğal yollarla oluşan volkanik kökenli bir cam türü olan obsidyen ticaretine dayanan sistem maden ticaretinin artmasıyla ters yönde işlemeye başlamıştır.

Asurlular ticaret ağını sağlamlaştırmak amacı ile Anadolu’nun çeşitli yerlerinde “ liman ” ve “ rıhtım ” anlamına gelen karum adı verilen ticaret merkezleri kurmuşlardı. Karumların merkezi ve en büyüğü Kültepe’deki Kaneş Karumu’dur . Kaniş Krallığı’nın merkezi ve Anadolu’daki Asur Ticaret Kolonileri sisteminin başşehri olan Kültepe’nin eski adı Kaniş veya Neşa’dır . Kültepe’den başka Hattuşaş, Alişar, Acemhöyük, Karahöyük gibi yerleşimlerin de aralarında olduğu dokuz yerde daha karumlar kurulmuştur. Asur’dan Orta Anadolu’ya uzanan yol üzerinde ise karum veya vabartum adı verilen küçük konaklama birimleri oluşturulmuştur.

Bu dönemde ticaret kolonileriyle birlikte yazı, anlaşmalardan ticarete, evlenme belgelerinden evlat edinmeye kadar her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle dönemin kültürel, siyasi ve ticari yapısını öğrendiğimiz çivi yazılı kil tabletlerin büyük bir çoğunluğu, Kayseri’nin 20 km doğusundaki Kültepe Höyüğü’nün aşağı şehrinde yer alan karumda yapılan kazılarda ele geçmiştir

Dönemin ikinci büyük gelişmesi çömlekçi çarkının tüm Anadolu’da yayılmasıdır. Çarkın kullanımıyla birlikte çok değişik formlarda kaplar yapılmaya başlanmıştır. Mezopotamya’dan gelen diğer bir etki de mühürlerde görülmektedir. Anadolu’nun geleneksel damga mühürlerinin yanı sıra Mezopotamya’dan gelen silindir mühürler de yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır

Eski Hitit Devleti

Anadolu’da, Eski Hitit Devleti’nin bir güç olarak sahne almaya hazırlandığı dönemlerde ve farklı dilleri konuşan birçok halk küçük beylikler halinde yaşamaktaydı. Bu beyliklerden en önemlileri; Hattiler , Luviler , Palalar ve Huriler olarak sıralanabilir. Kaniş Kralı Anitta’dan yaklaşık 100 yıl sonra, aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna Orta Anadolu’da, Kızılırmak yayı içerisinde yaşayan pek çok kraldan biri olan Piyuşti’yi bir gece baskınıyla yenilgiye uğratıp Hattuş’u (Boğazköy) ele geçirerek egemenlik alanını genişletmeye başladı. Hititlerin başkenti olan Hattuşaş (Boğazköy), Çorum iline bağlı Boğazkale ilçesinde, bir teras ve büyük bir kayalık üzerinde yer almaktadır. Başkentin adı, Hattiler tarafından verilen “ Hattuş ”tan türetilmiştir. Hattuşaş’ı başkent yapan I. Hattuşili (MÖ 1650’ler) ile birlikte Eski Hitit Devleti hızlı bir biçimde gelişmeye başladı. Hititler kısa bir süre içerisinde bölgenin önemli bir siyasal gücü olarak adlarını duyurdular. Eski Hitit Devleti’nin genişlemesi, I. Murşili’nin bir suikast sonucu öldürülmesi ile son buldu. Bir süre devam eden taht kavgalarından sonra, kimlerin ve nasıl tahta çıkacağı konularına yeni bir düzenleme getiren Telepinu (MÖ 1525-1500) bu olaylara son vermeye çalışmıştır.

Son Tunç Çağı ve Yeni Hitit Devleti (MÖ 1450- 1180)

Hitit krallarının politikalarını, daha sonraki büyük Hitit İmparatorluğu hükümdarlarının ana hatlarıyla izleyeceği bir model oluşturmuştur. İmparatorluk dönemi, MÖ 1450- 1180 arasını kapsamaktadır. Yeni Hitit Devleti olarak anılan bu dönemle birlikte, Tunç Çağları sona ermiştir. Yeniden kurulan Hitit Devleti, II. Tuthalia (MÖ 1450- 1420) ve I. Şuppiluliuma (MÖ 1380-1340) döneminde bölgesel bir güç olarak tekrar tarih sahnesinde yerini almıştır. Devamında oğlu II. Arnuvanda (MÖ 1340-1339), II. Murşili (MÖ 1339-1306), II. Muvattali (MÖ 1306- 1282) tahta geçmiştir.

Suriye egemenliği için Hitit ve Mısır devletleri arasında Kadeş kenti yakınlarında büyük bir savaş yapılmıştır. Bu savaştan uzun bir süre sonra, Hitit ve Mısır devletleri arasında, tarihin bilinen ilk barış antlaşması olan Kadeş Barış Antlaşması imzalanmıştır (MÖ 1270). Yapılan bu savaş sonucunda Asur Devletinin güç kazanmasına yol açmıştır. Asur kralı I. Şalmanezerin, Malatya yakınlarındaki Fırat’a ulaşmasıyla, İşuva bakır madenlerinin denetimi Hititlerin elinden alınmış ve IV. Tuthalia (MÖ 1250-1220) imparatorluk dönemine, Hititler en zengin maden yatağını kaybetmiş olarak girmiştir. Her ne kadar Tuthalia bu halklar üzerinde zafer kazandıysa da artık Hitit İmparatorluğu’nun yavaş yavaş sona yaklaştığı hissediliyordu. Deniz Kavimleri olarak adlandırılan istila güçleri Anadolu üzerine büyük baskılar oluşturdular (MÖ 1200). Öncelikle kuzeybatı yolu kesildi, Kilikya ardından da Kıbrıs yenik düştü ve büyük bakır kaynakları elden gitti. Sonunda istilacılar Kuzey Suriye’ye ulaşıp orayı da yağmaladılar. Böylece Hititlerin yaşam bağı kopmuş oldu. Sonunda Hatti ülkesi yakılıp yıkıldı ve Hitit İmparatorluğu ortadan kalktı.

Devlet idaresi: Hitit merkezi devlet idaresi, büyük ölçüde seçkin üyelerden oluşmaktaydı. En üste, başlangıçta tabarna/labarna, daha sonra “güneşim” sıfatını kullanan kral bulunuyordu. Hitit kralları, kendilerini Mısır da dâhil olmak üzere, Yakın Doğu’nun önemli güçlerinin hükümdarlarıyla bir tutmuşlardır. Hitit devlet sisteminde kral bütün Hatti topraklarının gerçek sahibiydi ve bu anlayış bin yıldan daha uzun bir süre devam etmiştir. Herhangi bir bölge ve bu bölge halkının kaderi hakkında karar vermeye kanunen yetkiliydi. Eyaletteki prensler ise devletin temsilcisi sıfatıyla hem askeri hem de mülki işlere bakıyor, vergileri topluyor ve dinî törenlere başkanlık ediyordu

Savaş ve savunma: Hattuşa (Boğazköy) kenti en çok bilgiyi, savaş ve savunma konusunda vermektedir. Hitit devletinin ordusu, savaştığı ordunun durumuna göre 30.000 askere kadar ulaşabiliyordu. Ordu ana iki koldan oluşuyordu:

  • Piyadeler
  • Savaş arabaları

Başkomutan kralın kendisiydi. Hitit ordularının askeri donanımını daha iyi anlayabilmek için; ordunun harekât yeteneğini , saldırı gücünü ve savunma sisteminin irdelemesi gerekmektedir. Harekât yeteneğinin temeli, zamanın diğer devletlerinde olduğu gibi atların çektiği hafif savaş arabalarıydı. Mızrak, Hitit piyadesinin ana saldırı silahı olmasına karşın, kama veya hançer, kılıç, balta, ok ve yayda taşımaktaydılar. Hitit askerleri kişisel koruma için miğfer giyer ve bazen de kalkan taşırdı.

Hitit savunma sisteminin en iyi örneği kuşkusuz başkent Hattuşa’da (Boğazköy) görülmektedir. Burada kent, arazinin sağladığı tüm olanaklardan da yararlanılmak suretiyle, surlarla çevrilmiştir. Doğu ve batı kesimlerinde surlar Yazır ve Büyükkaya derelerinin yatakları boyunca uzanarak kuzeydeki kayalık kitlenin yakınında sivri bir köşe yapar, güneyde ise arazinin de zorladığı biçimde bir yarım daire oluşturur. Ayrıca yığmada kullanılan toprağın çıkarıldığı alanda oluşturulan hendek ile savunma sistemi ikili sistemle özel olarak güçlendirilmiştir. Toprak yığmasının altından, birbiri üstüne bindirilerek sivri bir kemer biçimine sahip, potern adı verilen, 80 m uzunluğundaki bir tünel aracılığı ile düşmana ansızın baskınlar düzenlenmesi de sağlanmıştır.

Potern ; Boğazköy’de sfenksli kapının altında yer alan 80 m uzunluğunda düşmana karşı baskın, çıkartma yapmak için kullanılan bir tüneldir. Çok iri taşlardan, bindirme yöntemi ile inşa edilmiş ve Hititlerden önceki dönemlerde Anadolu’da bu tür mimariye rastlanılmamıştır.

Din : Anadolu’nun en eski dini, aynı dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, temelde insanoğluyla doğanın büyük güçleri arasındaki etkileşime dayanmaktaydı. Doğal güçlerin en önemlisi hiç kuskusuz yaşam veren, her şeyin anası olan topraktı. Her köyün, kendine ait koruyucu tanrıları, kült merkezleri, mitolojisi ve temelde tarım evreleriyle bağlantılı şenlikleri oluşmuştu. Yeraltı tanrıçası da olan “ Arinna’nın Güneş Tanrıçası ”, daha çok su tanrısı olan hava tanrısı “ Taru ”, yine güneş tanrısı “ Estan ”, savaş tanrısı “ Wurunkatte ”, taht tanrıçası “ Halmasuit ”, Hattuşa dâhisi “ İnara ”, kaybolan tanrı “ Telepinu ” ve birçok tanrı ve tanrıça Hatti kökenlidir. Bu tanrılar Hitit öncesi yerel panteondan varlıklarını sürdürenlerdir. Panteon, tanrılar topluluğuna verilen addır.

Hitit dininde, farklı etnik kökenlere ait birçok öğenin bir araya gelmesi ile bir kültür karışımı ile karşılaşılır. Hititler kendi kültür öğelerinin yanı sıra çevresinde yer alan kültürlerden, kendi dinlerine uygun gördükleri pek çok unsuru kabul etmişlerdir. Birçok dinî unsuru bir arada görebildiğimiz için Hitit dininde çok dinlilik varlığından bahsedilebilir. Devletin resmi tanrıları, Hattuşa (Boğazköy) yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağındaki kaya kabartmalarında betimlenmişlerdir. Hitit panteonunun baş tanrısı olan Gökyüzü-Fırtına tanrısı Teşup ve onun eşi Hepat’tır. Hitit inancına göre, tanrılar aynı insanlar gibi yaşıyor, yiyip içiyor, birbirleri ile evlenip çocuk sahibi oluyorlardı. Erkek tanrıların çoğu ucu sivri, konik biçimde ve boynuzlarla donatılmış bir külah giydiği görülür. Tanrıçalar ise başlarında şehir surunu andıran silindirik başlık ve üzerlerinde yerlere kadar uzanan kemerli ve pilili etek, bluz ve pelerin ile betimlenmişlerdir. Hitit kültüründe dua ve dinsel törenlerin yanı sıra falcılık, yaşamın önemli bir bölümünü etkiliyordu. Bunlar arasında en çok danışılan fallar arasında, karaciğer falı , talih falı, kuş uçuşu falı ve düş yorumları sayılabilir

Mimarlık: Hitit mimarlığının en belirgin özelliği karşıtsız yani asimetrik oluşudur; dinsel ve sivil binalarda olduğu gibi kent plancılığında da bu davranış egemendir. Büyük Tapınağın avludaki ana yapısının karşılıklı (simetrik) düzenli giriş kapısı ve Büyükkale’nin E Yapısı birer “Bit Hilani” olup bu tip uygulamalar Hurri kökenlidir. Bit Hilani ; ön yüzünde bir ya da iki ayaklı geçidi, arkasında küçük oda toplulukları bulunan, enine yerleştirilmiş, ocaklı bir ana odası bulunan yapı tipidir. Hitit yapılarının birçoğunda olduğu üzere, Büyükkale A ve H yapıları ile Büyük Tapınak’taki avluyu dört bir yandan çeviren depo odalarının çok dar olmaları bir özellik olmayıp teknik bir uygulama türüdür. Anadolu’da alt bölümleri kyklop ( dev ) denilen iri biçimli taşlardan oluşan anıtsal mimarlık eserleri, öncü olarak Hititlilerin Eski Krallık Dönemi’nde başlamıştır. Sur duvarlarının baskın, saldırı merdivenleri ve yeraltı tünelleri ile donatılmış olması ilginçtir. Böylece bir savunma yapısı olan surlar aynı zamanda hücum ve baskın tuzağı niteliğini kazanmıştır.

Boğazköy (Hattuşa): Boğazköy’de Büyükkale, Hitit devlet yapılarının, devlet arşivinin kabul salonlarının bulunduğu çok iyi korunmuş bir tepe idi. İki yanı dik meyilli, uzun ve geniş bir yamaç üzerinde kurulmuş olan Hattuşa Kenti, yedi büyük tapınağı, iki düzineye yakın küçük tapınakları ve yukarıda sözünü ettiğimiz ilginç kent duvarı ile o zamanki bütün dünyanın en görkemli başkentlerinden biri idi.

Büyükkale, çağdaşı Troia VI ve Hellenistik Dönem’deki Bergama gibi konsantrik yarım dairelerden oluşan bir kent planı göstermektedir. Büyük tapınaklar asimetrik bir düzen sergilemektedirler. Dışarıya kapalı olan pencerelerin kullanımı Doğu Dünyası’nda bilinmeyen bir özelliktir. Kralın ve yakınlarının oturdukları saray, Boğazköy’deki (Hattuşa), kente göre daha yüksekte bulunan ve şimdi Büyükkale olarak anılan yerde idi. Büyükkale’de tek bir bütün hâlinde bir saray yoktur.

Buna karşılık, büyük avlular aracılığı ile birbirine bağlanan çeşitli büyüklük ve önemde birçok yapılardan bir saray kompleksi oluşturulmuştur. Bunlardan bir bölümünün yönetim işlerinin merkezi olan resmi binalar olduğu düşünülmektedir. Yapılardan birinin, hacim ve yapı biçimi bakımından, elçilerin, huzura çıkacak memurların ve yasal kralların kabul edildiği bir taht salonu olduğu sanılmaktadır. Diğer yandan, yapılardan bir başkasının da dinsel amaçlarla kullanılmış olduğu düşünülmektedir.

Büyükkale’de içinde bulunan eşyalara göre, yine dinsel törenlerde kullanılan bir havuz ile yağmur sularının toplandığı sarnıçların varlığı da çok ilgi çekicidir. Kentin kuzeydoğusuna düşen yerde, birbirinden derin bir boğazla ayrılmış iki kaya kitlesi üzerinde kurulmuş olduğu kalan izlerden anlaşılan bir köprü de bu özgün mimarlık eserlerdendir. Hattuşa surları üzerinde altı kapı görülebilmektedir. Bunlardan başka kentin en kuzeyinde iki kapı yeri daha tahmin edilebilmektedir. Kapılar, sadece kente giriş çıkışı sağlayan duvar kesintileri olarak kabul edilmemelidir; buraları, aynı zamanda sur sistemi içindeki en zayıf noktalardır

Boğazköy’deki kapılardan üç tanesi, kapı çerçevelerine işlenmiş olan betimlere göre Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı ve Kral Kapısı olarak adlandırılırlar. Kapıların genel özelliği, girişin ekseni üzerindeki dikdörtgen planlı ve kule tarzında surlardan daha yüksek yapılmış bir oda ile bir yapının iç ve dışa bakan yüzlerinde, çerçeveleri büyük ve tek parça taşlardan yapılmış, kemerli girişlerden oluşmalarıdır.

Kule tarzında yükselen kapı yapısı, içindeki oda ve her iki yanındaki kapı kanatları bir bütün oluşturuyor ve sur kapısı gerektiğinde kendini şiddetle savunabilecek bir burç hâlini alıyordu. Hattuşa, İmparatorluk döneminde bu tür birinci sınıf bir savunma sistemine sahip başkentti.

Sivil mimari: Halkın oturduğu evler, arkeolojik kazılarda ortaya çıkan verilere göre, Hitit sivil mimarlığı değişmez ve katı planlara sahip değildi. Evler genellikle bağımsızdı ve yer darlığından sıkışık bir düzende yapılmaları gerektiğinde bile evlerin dış duvarları ayrı yapılmaktaydı. Evlerin çoğunluğu tek katlıydı ancak iki katlı evlerin de var olabileceği kabul edilmelidir.

Tapınaklar: Hattuşa’da şimdiye kadar yapılan arkeolojik çalışmalarda beş büyük tapınak ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan en büyüğü 1 no’lu tapınak olarak adlandırılan Fırtına Tanrısı tapınağıdır . Hattuşa’da kazılar sonucu ortaya çıkarılmış diğer dört tapınakta hangi tanrıların kutsandığı bilinmemektedir. Fakat genel hatlarıyla bunların hepsinin ortak noktaları olan ortada avlu, yan odaları bulunan anıtsal bir giriş, tanrı yontularının saklandığı hücrenin hemen ulaşılamayan ve yan odalara bağlanan bir konumda bulunması, pencerelerin varlığı gibi yapısal özellikler, tapınakların kullanım amaçlarına uygun ana ögeleri standartlaşmış bir plana göre inşa edildiğini göstermektedir.

Yazı ve edebiyat: Hititler; çivi yazısı ve resim yazısı (Hiyeroglif) olmak üzere iki tür yazı kullanılmıştır. Arkeolojik araştırmalarda Hitit yerleşimlerinde bulunan yazılı belgeler, Anadolu’da aynı dönemde (MÖ 1800’lü yıllarda) Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçeden başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadcanın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Çivi yazısını kralların da okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “ sesli oku ” ibaresinden anlaşılır. Hattuşa’da 1986 yılında bulunan ilk madeni tabletin üzerinde “ Hitit Kralı ile Tarhuntaşşa Kralı arasındaki bir antlaşmanın ” metni vardır.

Troia (Hisarlık) IV-VI

Troia ; Çanakkale il sınırları içinde, 30 km uzaklıktaki Hisarlık’ta, İda Dağı’nın (Kaz Dağı) eteklerinde bulunmaktadır. Troas bölgesinin başkenti, ilk kurucusu Dardanos bu bölgeye Dardania adını vermiş, daha sonra Troas tarafından Troia ve son olarak Kral İlios’un adına izafeten İlion olarak adlandırılmıştır. Troia IV evresi dönemi yapı katlarında, 2 m kalınlığında yanmış yedi evre bulunmuştur.

Bu dönemde mimari yapı incelendiğinde; içe dönük dar sokaklar ve yollar tarafından sistematik olarak bölünmüş yapılardan oluştuğu anlaşılmaktadır. Troia IV’teki en bariz yeniliklerden biri kubbeli fırın kullanımının yaygınlaşmasıdır. Troia V. yapı katı geniş çapta yeni yapılaşma ve yerleşim planının yeniden yenilenmesi ile başlamış ise de Troia IV’te başlatılan geleneksel ev yapımına devam edilmiştir. Evlerin genişliğinin artması, bir önceki döneme göre refah seviyesinin arttığını göstermektedir. Yüksek Troia kültürü olarak adlandırılan Troia VI/VIIa evresi , Orta Tunç Çağı’nda MÖ 1700’lerde başlamıştır. Bütün Geç Tunç Çağı’nı kapsamakta ve MÖ 1200’lerde Troia ile bitmektedir. Bu iki evre Troia VI evrenin sonunda MÖ 1300’lerde olan bir depremle birbirinden ayrılmaktadır. Araştırmacılar tarafından zaman bakımından tartışma yaratmasına karşın, VIIb1 veya VIIb2 katmanlarında artık Tunç Çağlarının sona erdiği ve Demir Çağlarının başladığı düşünülmektedir. Aynı zamanda VIIb1 evresi ile birlikte Karanlık Dönem olarak adlandırılan zaman dilimi başlamıştır.

Troia’da ilk kazılar, Henrich Schliemann tarafından Homeros’un İlyada Destanı’ndan yola çıkarak 1870 yılında Troia’yı bulmak için kazılara başladı. Amacı arkeolojik olmaktan çok defineciliğe yönelikti ve Priamos’un efsanevi hazinesi arıyordu. Troia II evresinden kapı ve rampanın yanında yapılan kazılarda bir çukurda gerçekten de bir hazine buldu. Sonradan uzmanların Priamos’un hazinesi olmadığı görüşüne vardıkları hazineyi kaçırdı. Homeros’un ünlü İlyada Destanı’nın da geçtiği kabul edilen Troia Çanakkale Boğazı’nın Asya kıyısında 150×200 m büyüklükte ve 20-25 m yükseklikteki Hisarlık Tepesi’nin üzerinde kurulmuştur.

Troia, yalnızca madencilik alanında değil, gelişmiş çanak çömlekçilik yapımının ilk görüldüğü merkezlerden biri olarak öne çıkmıştı. Antik dönemde Troia’nında bulunduğu Biga yarımadasının batı kesimi Troia olarak adlandırılıyordu. Troia’da yaşayan insanların ölü gömme gelenekleri incelendiğinde, özellikle Troia VI dönemi insanının çoğunlukla ölülerini yakıp çömleklere koyduklarını arkeolojik kazılar neticesinde söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra ölünün yakılmadan gömüldüğü mezarlar da bulunmaktadır.

Troia Savaşı: Homeros’un İlyada adını taşıyan destanına konu olan mekân Troia’dır. İlyada destanında anlatılan konu Troia savaşı olmakla beraber, dokuz yıllık savaşın 51 günü ve bununda ayrıntılı olarak bir haftası işlenmiştir. Troia savaşı, Troialılar ve Akhalar arasında, daha açık anlatımıyla Troialılar ve taraftarları ile Akhalılar arasında geçen bir savaştır. Günümüz araştırmacıları tarafından MÖ 8. veya 9. yüzyıllarda yaşadığı ifade edilen Homeros, Batı Anadolu’da büyük ihtimalle Smyrna’da (İzmir) doğmuştur. Batı Edebiyatı’nın ilk büyük eserleri sayılan İlyada ve Odysseia Destanları’nın derleyicisidir. Hayatıyla ilgili bir rivayet ise kör olduğudur. Fakat destanlarındaki betimlemelerin canlılığından, destanlarını yazdığında kör bile olsa bir zamanlar gözlerinin gördüğü anlaşılmaktadır. Bu savaşta 50.000 kişiyi aşkın, o gün için büyük sayılabilecek bir katılım olduğu ve savaş esnasında her iki taraftan önemli kayıplar verildiği anlaşılmaktadır. Birçok yankıları olan bu savaş, öncesi ve sonrası ile birlikte çeşitli destanlara konu olmuş gerek antik çağda gerekse daha sonrasında görsel sanatçılara da zengin bir kaynak oluşturmuştur.

Troia savaşının hikâyesi ise kısaca şöyledir: Tanrı Zeus ile Leda’nın kızı Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tyndareos’un sarayına giderler. Burada Tyndareos ya da Helena’nın seçimiyle Menelaos Helena’nın kocası olur. Daha sonra Tyndareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos’a kalmıştır. Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis’in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris’in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Aphrodite ve Athena’nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde ‘en güzele’ yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kime ait olduğu üzerine üç güzel tartışmaya başlarlar ve tanrı Zeus’tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi Troia Kralı Priamos’un oğlu Paris’i hakem ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris’e bir şey vaat ederler. Athena ona savaşta yenilmezlik gücü vereceğini, Hera Paris’i Asya’nın hâkimi yapacağını söyler. Paris, Aphrodite’nin dünyanın en güzel kadınını elde etme vaadini kabul ederek onu yarışmanın birincisi seçer. Bu güzel kadın Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’di. Paris, Aphrodite’nin yardımıyla Sparta’ya gider, Helen’i kaçırır, prensi olduğu Troia şehrine geri döner. Bunun üzerine hakarete uğramış Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troia’ya savaş açar ve böylece Troia savaşı başlamış olur

Giriş

Hem Anadolu hem de Ön Asya’nın diğer ülkelerinde, Kalkolitik dönemin sonlarında insanoğlu, yüzde 70 oranında bakır ile yüzde 30 oranında kalayı karıştırmış ve tuncu keşfetmiştir. Bu keşif ile maden yatakları açısından zengin olan Anadolu’da madencilik gelişmiştir. Madenciliğin hızla gelişmesi, uzmanlık gerektiren meslek gruplarının ortaya çıkmasına ve bunun sonucu olarak da iş bölümüne dayalı kentleşmenin başlamasına neden olmuş, böylece ilk kent devletleri kurulmuş ve siyasal örgütlenme başlamıştır.

Orta Tunç Çağı Asur Ticaret Kolonileri (MÖ 2000/1900-1500/1450)

MÖ 2000 yıllarında Tunç Çağı’nın orta dönemine girilir. Orta Tunç Çağı’nın en belirgin özelliği Mezopotamya ile başlayan çok sıkı ve iyi örgütlü ticaret ilişkileri ve bunun sonucunda yazının Anadolu’ya girişidir. Anadolu yarımadasında yaşayan halklar bu dönemde Mezopotamya ile güçlü ticari ilişkiler kurmuşlardır

Mezopotamya , Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak, Basra Körfezine kadar uzanan, Dicle-Fırat Nehirleri arasındaki bölgeye denilmektedir. Mezopotamya verimli topraklara sahip olması, iklim şartlarının uygun olması nedenlerinden dolayı, sürekli istila ve göçlere sahne olmuştur. İnsan etkileşiminin fazla olması nedeniyle medeniyetin bu bölgeden gelişerek yayıldığı kabul görmektedir. Anadolu ile Mezopotamya ve Kuzey Suriye arasında Neolitik Dönemden beri var olan ve doğal yollarla oluşan volkanik kökenli bir cam türü olan obsidyen ticaretine dayanan sistem maden ticaretinin artmasıyla ters yönde işlemeye başlamıştır.

Asurlular ticaret ağını sağlamlaştırmak amacı ile Anadolu’nun çeşitli yerlerinde “ liman ” ve “ rıhtım ” anlamına gelen karum adı verilen ticaret merkezleri kurmuşlardı. Karumların merkezi ve en büyüğü Kültepe’deki Kaneş Karumu’dur . Kaniş Krallığı’nın merkezi ve Anadolu’daki Asur Ticaret Kolonileri sisteminin başşehri olan Kültepe’nin eski adı Kaniş veya Neşa’dır . Kültepe’den başka Hattuşaş, Alişar, Acemhöyük, Karahöyük gibi yerleşimlerin de aralarında olduğu dokuz yerde daha karumlar kurulmuştur. Asur’dan Orta Anadolu’ya uzanan yol üzerinde ise karum veya vabartum adı verilen küçük konaklama birimleri oluşturulmuştur.

Bu dönemde ticaret kolonileriyle birlikte yazı, anlaşmalardan ticarete, evlenme belgelerinden evlat edinmeye kadar her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Özellikle dönemin kültürel, siyasi ve ticari yapısını öğrendiğimiz çivi yazılı kil tabletlerin büyük bir çoğunluğu, Kayseri’nin 20 km doğusundaki Kültepe Höyüğü’nün aşağı şehrinde yer alan karumda yapılan kazılarda ele geçmiştir

Dönemin ikinci büyük gelişmesi çömlekçi çarkının tüm Anadolu’da yayılmasıdır. Çarkın kullanımıyla birlikte çok değişik formlarda kaplar yapılmaya başlanmıştır. Mezopotamya’dan gelen diğer bir etki de mühürlerde görülmektedir. Anadolu’nun geleneksel damga mühürlerinin yanı sıra Mezopotamya’dan gelen silindir mühürler de yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır

Eski Hitit Devleti

Anadolu’da, Eski Hitit Devleti’nin bir güç olarak sahne almaya hazırlandığı dönemlerde ve farklı dilleri konuşan birçok halk küçük beylikler halinde yaşamaktaydı. Bu beyliklerden en önemlileri; Hattiler , Luviler , Palalar ve Huriler olarak sıralanabilir. Kaniş Kralı Anitta’dan yaklaşık 100 yıl sonra, aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna Orta Anadolu’da, Kızılırmak yayı içerisinde yaşayan pek çok kraldan biri olan Piyuşti’yi bir gece baskınıyla yenilgiye uğratıp Hattuş’u (Boğazköy) ele geçirerek egemenlik alanını genişletmeye başladı. Hititlerin başkenti olan Hattuşaş (Boğazköy), Çorum iline bağlı Boğazkale ilçesinde, bir teras ve büyük bir kayalık üzerinde yer almaktadır. Başkentin adı, Hattiler tarafından verilen “ Hattuş ”tan türetilmiştir. Hattuşaş’ı başkent yapan I. Hattuşili (MÖ 1650’ler) ile birlikte Eski Hitit Devleti hızlı bir biçimde gelişmeye başladı. Hititler kısa bir süre içerisinde bölgenin önemli bir siyasal gücü olarak adlarını duyurdular. Eski Hitit Devleti’nin genişlemesi, I. Murşili’nin bir suikast sonucu öldürülmesi ile son buldu. Bir süre devam eden taht kavgalarından sonra, kimlerin ve nasıl tahta çıkacağı konularına yeni bir düzenleme getiren Telepinu (MÖ 1525-1500) bu olaylara son vermeye çalışmıştır.

Son Tunç Çağı ve Yeni Hitit Devleti (MÖ 1450- 1180)

Hitit krallarının politikalarını, daha sonraki büyük Hitit İmparatorluğu hükümdarlarının ana hatlarıyla izleyeceği bir model oluşturmuştur. İmparatorluk dönemi, MÖ 1450- 1180 arasını kapsamaktadır. Yeni Hitit Devleti olarak anılan bu dönemle birlikte, Tunç Çağları sona ermiştir. Yeniden kurulan Hitit Devleti, II. Tuthalia (MÖ 1450- 1420) ve I. Şuppiluliuma (MÖ 1380-1340) döneminde bölgesel bir güç olarak tekrar tarih sahnesinde yerini almıştır. Devamında oğlu II. Arnuvanda (MÖ 1340-1339), II. Murşili (MÖ 1339-1306), II. Muvattali (MÖ 1306- 1282) tahta geçmiştir.

Suriye egemenliği için Hitit ve Mısır devletleri arasında Kadeş kenti yakınlarında büyük bir savaş yapılmıştır. Bu savaştan uzun bir süre sonra, Hitit ve Mısır devletleri arasında, tarihin bilinen ilk barış antlaşması olan Kadeş Barış Antlaşması imzalanmıştır (MÖ 1270). Yapılan bu savaş sonucunda Asur Devletinin güç kazanmasına yol açmıştır. Asur kralı I. Şalmanezerin, Malatya yakınlarındaki Fırat’a ulaşmasıyla, İşuva bakır madenlerinin denetimi Hititlerin elinden alınmış ve IV. Tuthalia (MÖ 1250-1220) imparatorluk dönemine, Hititler en zengin maden yatağını kaybetmiş olarak girmiştir. Her ne kadar Tuthalia bu halklar üzerinde zafer kazandıysa da artık Hitit İmparatorluğu’nun yavaş yavaş sona yaklaştığı hissediliyordu. Deniz Kavimleri olarak adlandırılan istila güçleri Anadolu üzerine büyük baskılar oluşturdular (MÖ 1200). Öncelikle kuzeybatı yolu kesildi, Kilikya ardından da Kıbrıs yenik düştü ve büyük bakır kaynakları elden gitti. Sonunda istilacılar Kuzey Suriye’ye ulaşıp orayı da yağmaladılar. Böylece Hititlerin yaşam bağı kopmuş oldu. Sonunda Hatti ülkesi yakılıp yıkıldı ve Hitit İmparatorluğu ortadan kalktı.

Devlet idaresi: Hitit merkezi devlet idaresi, büyük ölçüde seçkin üyelerden oluşmaktaydı. En üste, başlangıçta tabarna/labarna, daha sonra “güneşim” sıfatını kullanan kral bulunuyordu. Hitit kralları, kendilerini Mısır da dâhil olmak üzere, Yakın Doğu’nun önemli güçlerinin hükümdarlarıyla bir tutmuşlardır. Hitit devlet sisteminde kral bütün Hatti topraklarının gerçek sahibiydi ve bu anlayış bin yıldan daha uzun bir süre devam etmiştir. Herhangi bir bölge ve bu bölge halkının kaderi hakkında karar vermeye kanunen yetkiliydi. Eyaletteki prensler ise devletin temsilcisi sıfatıyla hem askeri hem de mülki işlere bakıyor, vergileri topluyor ve dinî törenlere başkanlık ediyordu

Savaş ve savunma: Hattuşa (Boğazköy) kenti en çok bilgiyi, savaş ve savunma konusunda vermektedir. Hitit devletinin ordusu, savaştığı ordunun durumuna göre 30.000 askere kadar ulaşabiliyordu. Ordu ana iki koldan oluşuyordu:

  • Piyadeler
  • Savaş arabaları

Başkomutan kralın kendisiydi. Hitit ordularının askeri donanımını daha iyi anlayabilmek için; ordunun harekât yeteneğini , saldırı gücünü ve savunma sisteminin irdelemesi gerekmektedir. Harekât yeteneğinin temeli, zamanın diğer devletlerinde olduğu gibi atların çektiği hafif savaş arabalarıydı. Mızrak, Hitit piyadesinin ana saldırı silahı olmasına karşın, kama veya hançer, kılıç, balta, ok ve yayda taşımaktaydılar. Hitit askerleri kişisel koruma için miğfer giyer ve bazen de kalkan taşırdı.

Hitit savunma sisteminin en iyi örneği kuşkusuz başkent Hattuşa’da (Boğazköy) görülmektedir. Burada kent, arazinin sağladığı tüm olanaklardan da yararlanılmak suretiyle, surlarla çevrilmiştir. Doğu ve batı kesimlerinde surlar Yazır ve Büyükkaya derelerinin yatakları boyunca uzanarak kuzeydeki kayalık kitlenin yakınında sivri bir köşe yapar, güneyde ise arazinin de zorladığı biçimde bir yarım daire oluşturur. Ayrıca yığmada kullanılan toprağın çıkarıldığı alanda oluşturulan hendek ile savunma sistemi ikili sistemle özel olarak güçlendirilmiştir. Toprak yığmasının altından, birbiri üstüne bindirilerek sivri bir kemer biçimine sahip, potern adı verilen, 80 m uzunluğundaki bir tünel aracılığı ile düşmana ansızın baskınlar düzenlenmesi de sağlanmıştır.

Potern ; Boğazköy’de sfenksli kapının altında yer alan 80 m uzunluğunda düşmana karşı baskın, çıkartma yapmak için kullanılan bir tüneldir. Çok iri taşlardan, bindirme yöntemi ile inşa edilmiş ve Hititlerden önceki dönemlerde Anadolu’da bu tür mimariye rastlanılmamıştır.

Din : Anadolu’nun en eski dini, aynı dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, temelde insanoğluyla doğanın büyük güçleri arasındaki etkileşime dayanmaktaydı. Doğal güçlerin en önemlisi hiç kuskusuz yaşam veren, her şeyin anası olan topraktı. Her köyün, kendine ait koruyucu tanrıları, kült merkezleri, mitolojisi ve temelde tarım evreleriyle bağlantılı şenlikleri oluşmuştu. Yeraltı tanrıçası da olan “ Arinna’nın Güneş Tanrıçası ”, daha çok su tanrısı olan hava tanrısı “ Taru ”, yine güneş tanrısı “ Estan ”, savaş tanrısı “ Wurunkatte ”, taht tanrıçası “ Halmasuit ”, Hattuşa dâhisi “ İnara ”, kaybolan tanrı “ Telepinu ” ve birçok tanrı ve tanrıça Hatti kökenlidir. Bu tanrılar Hitit öncesi yerel panteondan varlıklarını sürdürenlerdir. Panteon, tanrılar topluluğuna verilen addır.

Hitit dininde, farklı etnik kökenlere ait birçok öğenin bir araya gelmesi ile bir kültür karışımı ile karşılaşılır. Hititler kendi kültür öğelerinin yanı sıra çevresinde yer alan kültürlerden, kendi dinlerine uygun gördükleri pek çok unsuru kabul etmişlerdir. Birçok dinî unsuru bir arada görebildiğimiz için Hitit dininde çok dinlilik varlığından bahsedilebilir. Devletin resmi tanrıları, Hattuşa (Boğazköy) yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağındaki kaya kabartmalarında betimlenmişlerdir. Hitit panteonunun baş tanrısı olan Gökyüzü-Fırtına tanrısı Teşup ve onun eşi Hepat’tır. Hitit inancına göre, tanrılar aynı insanlar gibi yaşıyor, yiyip içiyor, birbirleri ile evlenip çocuk sahibi oluyorlardı. Erkek tanrıların çoğu ucu sivri, konik biçimde ve boynuzlarla donatılmış bir külah giydiği görülür. Tanrıçalar ise başlarında şehir surunu andıran silindirik başlık ve üzerlerinde yerlere kadar uzanan kemerli ve pilili etek, bluz ve pelerin ile betimlenmişlerdir. Hitit kültüründe dua ve dinsel törenlerin yanı sıra falcılık, yaşamın önemli bir bölümünü etkiliyordu. Bunlar arasında en çok danışılan fallar arasında, karaciğer falı , talih falı, kuş uçuşu falı ve düş yorumları sayılabilir

Mimarlık: Hitit mimarlığının en belirgin özelliği karşıtsız yani asimetrik oluşudur; dinsel ve sivil binalarda olduğu gibi kent plancılığında da bu davranış egemendir. Büyük Tapınağın avludaki ana yapısının karşılıklı (simetrik) düzenli giriş kapısı ve Büyükkale’nin E Yapısı birer “Bit Hilani” olup bu tip uygulamalar Hurri kökenlidir. Bit Hilani ; ön yüzünde bir ya da iki ayaklı geçidi, arkasında küçük oda toplulukları bulunan, enine yerleştirilmiş, ocaklı bir ana odası bulunan yapı tipidir. Hitit yapılarının birçoğunda olduğu üzere, Büyükkale A ve H yapıları ile Büyük Tapınak’taki avluyu dört bir yandan çeviren depo odalarının çok dar olmaları bir özellik olmayıp teknik bir uygulama türüdür. Anadolu’da alt bölümleri kyklop ( dev ) denilen iri biçimli taşlardan oluşan anıtsal mimarlık eserleri, öncü olarak Hititlilerin Eski Krallık Dönemi’nde başlamıştır. Sur duvarlarının baskın, saldırı merdivenleri ve yeraltı tünelleri ile donatılmış olması ilginçtir. Böylece bir savunma yapısı olan surlar aynı zamanda hücum ve baskın tuzağı niteliğini kazanmıştır.

Boğazköy (Hattuşa): Boğazköy’de Büyükkale, Hitit devlet yapılarının, devlet arşivinin kabul salonlarının bulunduğu çok iyi korunmuş bir tepe idi. İki yanı dik meyilli, uzun ve geniş bir yamaç üzerinde kurulmuş olan Hattuşa Kenti, yedi büyük tapınağı, iki düzineye yakın küçük tapınakları ve yukarıda sözünü ettiğimiz ilginç kent duvarı ile o zamanki bütün dünyanın en görkemli başkentlerinden biri idi.

Büyükkale, çağdaşı Troia VI ve Hellenistik Dönem’deki Bergama gibi konsantrik yarım dairelerden oluşan bir kent planı göstermektedir. Büyük tapınaklar asimetrik bir düzen sergilemektedirler. Dışarıya kapalı olan pencerelerin kullanımı Doğu Dünyası’nda bilinmeyen bir özelliktir. Kralın ve yakınlarının oturdukları saray, Boğazköy’deki (Hattuşa), kente göre daha yüksekte bulunan ve şimdi Büyükkale olarak anılan yerde idi. Büyükkale’de tek bir bütün hâlinde bir saray yoktur.

Buna karşılık, büyük avlular aracılığı ile birbirine bağlanan çeşitli büyüklük ve önemde birçok yapılardan bir saray kompleksi oluşturulmuştur. Bunlardan bir bölümünün yönetim işlerinin merkezi olan resmi binalar olduğu düşünülmektedir. Yapılardan birinin, hacim ve yapı biçimi bakımından, elçilerin, huzura çıkacak memurların ve yasal kralların kabul edildiği bir taht salonu olduğu sanılmaktadır. Diğer yandan, yapılardan bir başkasının da dinsel amaçlarla kullanılmış olduğu düşünülmektedir.

Büyükkale’de içinde bulunan eşyalara göre, yine dinsel törenlerde kullanılan bir havuz ile yağmur sularının toplandığı sarnıçların varlığı da çok ilgi çekicidir. Kentin kuzeydoğusuna düşen yerde, birbirinden derin bir boğazla ayrılmış iki kaya kitlesi üzerinde kurulmuş olduğu kalan izlerden anlaşılan bir köprü de bu özgün mimarlık eserlerdendir. Hattuşa surları üzerinde altı kapı görülebilmektedir. Bunlardan başka kentin en kuzeyinde iki kapı yeri daha tahmin edilebilmektedir. Kapılar, sadece kente giriş çıkışı sağlayan duvar kesintileri olarak kabul edilmemelidir; buraları, aynı zamanda sur sistemi içindeki en zayıf noktalardır

Boğazköy’deki kapılardan üç tanesi, kapı çerçevelerine işlenmiş olan betimlere göre Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı ve Kral Kapısı olarak adlandırılırlar. Kapıların genel özelliği, girişin ekseni üzerindeki dikdörtgen planlı ve kule tarzında surlardan daha yüksek yapılmış bir oda ile bir yapının iç ve dışa bakan yüzlerinde, çerçeveleri büyük ve tek parça taşlardan yapılmış, kemerli girişlerden oluşmalarıdır.

Kule tarzında yükselen kapı yapısı, içindeki oda ve her iki yanındaki kapı kanatları bir bütün oluşturuyor ve sur kapısı gerektiğinde kendini şiddetle savunabilecek bir burç hâlini alıyordu. Hattuşa, İmparatorluk döneminde bu tür birinci sınıf bir savunma sistemine sahip başkentti.

Sivil mimari: Halkın oturduğu evler, arkeolojik kazılarda ortaya çıkan verilere göre, Hitit sivil mimarlığı değişmez ve katı planlara sahip değildi. Evler genellikle bağımsızdı ve yer darlığından sıkışık bir düzende yapılmaları gerektiğinde bile evlerin dış duvarları ayrı yapılmaktaydı. Evlerin çoğunluğu tek katlıydı ancak iki katlı evlerin de var olabileceği kabul edilmelidir.

Tapınaklar: Hattuşa’da şimdiye kadar yapılan arkeolojik çalışmalarda beş büyük tapınak ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan en büyüğü 1 no’lu tapınak olarak adlandırılan Fırtına Tanrısı tapınağıdır . Hattuşa’da kazılar sonucu ortaya çıkarılmış diğer dört tapınakta hangi tanrıların kutsandığı bilinmemektedir. Fakat genel hatlarıyla bunların hepsinin ortak noktaları olan ortada avlu, yan odaları bulunan anıtsal bir giriş, tanrı yontularının saklandığı hücrenin hemen ulaşılamayan ve yan odalara bağlanan bir konumda bulunması, pencerelerin varlığı gibi yapısal özellikler, tapınakların kullanım amaçlarına uygun ana ögeleri standartlaşmış bir plana göre inşa edildiğini göstermektedir.

Yazı ve edebiyat: Hititler; çivi yazısı ve resim yazısı (Hiyeroglif) olmak üzere iki tür yazı kullanılmıştır. Arkeolojik araştırmalarda Hitit yerleşimlerinde bulunan yazılı belgeler, Anadolu’da aynı dönemde (MÖ 1800’lü yıllarda) Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçeden başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadcanın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Çivi yazısını kralların da okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “ sesli oku ” ibaresinden anlaşılır. Hattuşa’da 1986 yılında bulunan ilk madeni tabletin üzerinde “ Hitit Kralı ile Tarhuntaşşa Kralı arasındaki bir antlaşmanın ” metni vardır.

Troia (Hisarlık) IV-VI

Troia ; Çanakkale il sınırları içinde, 30 km uzaklıktaki Hisarlık’ta, İda Dağı’nın (Kaz Dağı) eteklerinde bulunmaktadır. Troas bölgesinin başkenti, ilk kurucusu Dardanos bu bölgeye Dardania adını vermiş, daha sonra Troas tarafından Troia ve son olarak Kral İlios’un adına izafeten İlion olarak adlandırılmıştır. Troia IV evresi dönemi yapı katlarında, 2 m kalınlığında yanmış yedi evre bulunmuştur.

Bu dönemde mimari yapı incelendiğinde; içe dönük dar sokaklar ve yollar tarafından sistematik olarak bölünmüş yapılardan oluştuğu anlaşılmaktadır. Troia IV’teki en bariz yeniliklerden biri kubbeli fırın kullanımının yaygınlaşmasıdır. Troia V. yapı katı geniş çapta yeni yapılaşma ve yerleşim planının yeniden yenilenmesi ile başlamış ise de Troia IV’te başlatılan geleneksel ev yapımına devam edilmiştir. Evlerin genişliğinin artması, bir önceki döneme göre refah seviyesinin arttığını göstermektedir. Yüksek Troia kültürü olarak adlandırılan Troia VI/VIIa evresi , Orta Tunç Çağı’nda MÖ 1700’lerde başlamıştır. Bütün Geç Tunç Çağı’nı kapsamakta ve MÖ 1200’lerde Troia ile bitmektedir. Bu iki evre Troia VI evrenin sonunda MÖ 1300’lerde olan bir depremle birbirinden ayrılmaktadır. Araştırmacılar tarafından zaman bakımından tartışma yaratmasına karşın, VIIb1 veya VIIb2 katmanlarında artık Tunç Çağlarının sona erdiği ve Demir Çağlarının başladığı düşünülmektedir. Aynı zamanda VIIb1 evresi ile birlikte Karanlık Dönem olarak adlandırılan zaman dilimi başlamıştır.

Troia’da ilk kazılar, Henrich Schliemann tarafından Homeros’un İlyada Destanı’ndan yola çıkarak 1870 yılında Troia’yı bulmak için kazılara başladı. Amacı arkeolojik olmaktan çok defineciliğe yönelikti ve Priamos’un efsanevi hazinesi arıyordu. Troia II evresinden kapı ve rampanın yanında yapılan kazılarda bir çukurda gerçekten de bir hazine buldu. Sonradan uzmanların Priamos’un hazinesi olmadığı görüşüne vardıkları hazineyi kaçırdı. Homeros’un ünlü İlyada Destanı’nın da geçtiği kabul edilen Troia Çanakkale Boğazı’nın Asya kıyısında 150×200 m büyüklükte ve 20-25 m yükseklikteki Hisarlık Tepesi’nin üzerinde kurulmuştur.

Troia, yalnızca madencilik alanında değil, gelişmiş çanak çömlekçilik yapımının ilk görüldüğü merkezlerden biri olarak öne çıkmıştı. Antik dönemde Troia’nında bulunduğu Biga yarımadasının batı kesimi Troia olarak adlandırılıyordu. Troia’da yaşayan insanların ölü gömme gelenekleri incelendiğinde, özellikle Troia VI dönemi insanının çoğunlukla ölülerini yakıp çömleklere koyduklarını arkeolojik kazılar neticesinde söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra ölünün yakılmadan gömüldüğü mezarlar da bulunmaktadır.

Troia Savaşı: Homeros’un İlyada adını taşıyan destanına konu olan mekân Troia’dır. İlyada destanında anlatılan konu Troia savaşı olmakla beraber, dokuz yıllık savaşın 51 günü ve bununda ayrıntılı olarak bir haftası işlenmiştir. Troia savaşı, Troialılar ve Akhalar arasında, daha açık anlatımıyla Troialılar ve taraftarları ile Akhalılar arasında geçen bir savaştır. Günümüz araştırmacıları tarafından MÖ 8. veya 9. yüzyıllarda yaşadığı ifade edilen Homeros, Batı Anadolu’da büyük ihtimalle Smyrna’da (İzmir) doğmuştur. Batı Edebiyatı’nın ilk büyük eserleri sayılan İlyada ve Odysseia Destanları’nın derleyicisidir. Hayatıyla ilgili bir rivayet ise kör olduğudur. Fakat destanlarındaki betimlemelerin canlılığından, destanlarını yazdığında kör bile olsa bir zamanlar gözlerinin gördüğü anlaşılmaktadır. Bu savaşta 50.000 kişiyi aşkın, o gün için büyük sayılabilecek bir katılım olduğu ve savaş esnasında her iki taraftan önemli kayıplar verildiği anlaşılmaktadır. Birçok yankıları olan bu savaş, öncesi ve sonrası ile birlikte çeşitli destanlara konu olmuş gerek antik çağda gerekse daha sonrasında görsel sanatçılara da zengin bir kaynak oluşturmuştur.

Troia savaşının hikâyesi ise kısaca şöyledir: Tanrı Zeus ile Leda’nın kızı Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tyndareos’un sarayına giderler. Burada Tyndareos ya da Helena’nın seçimiyle Menelaos Helena’nın kocası olur. Daha sonra Tyndareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos’a kalmıştır. Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis’in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris’in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Aphrodite ve Athena’nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde ‘en güzele’ yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kime ait olduğu üzerine üç güzel tartışmaya başlarlar ve tanrı Zeus’tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi Troia Kralı Priamos’un oğlu Paris’i hakem ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris’e bir şey vaat ederler. Athena ona savaşta yenilmezlik gücü vereceğini, Hera Paris’i Asya’nın hâkimi yapacağını söyler. Paris, Aphrodite’nin dünyanın en güzel kadınını elde etme vaadini kabul ederek onu yarışmanın birincisi seçer. Bu güzel kadın Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’di. Paris, Aphrodite’nin yardımıyla Sparta’ya gider, Helen’i kaçırır, prensi olduğu Troia şehrine geri döner. Bunun üzerine hakarete uğramış Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troia’ya savaş açar ve böylece Troia savaşı başlamış olur

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.