Açıköğretim Ders Notları

Amerikan Dış Politikası Dersi 8. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Amerikan Dış Politikası Dersi 8. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Abd’Nin Latin Amerika Ve Afrika Politikası

ABD Dış Politikası ve Latin Amerika

Dünyanın her yerinde olduğu gibi ABD ve Latin Amerika arasındaki ilişkiler de asla durağan bir süreç izlemezler. Çeşitli dinamiklerin etkisiyle farklılık geçiren bu ilişkiler günümüzde bulundukları ilginç konuma bazı aşamalardan geçerek ulaşmışlardır. ABD ile Latin Amerika’nın ilişkilerinin gelişimine baktığımızda iki ayrı dönemi net olarak gözlemleyebiliriz : Birincisi Soğuk Savaş dönemidir ki bu dönemde Latin Amerika ülkeleri ABD baskısını ciddi şekilde hissederek bağımsız kararlar alma yoluna gidememişlerdir. İkinci dönemse Soğuk Savaş sonrası dönemidir. Bu dönemde Latin Amerika ülkeleri, “soft balancing” de denilen, ABD’nin çıkarlarıyla birebir örtüşmeyen kararlar almaya başlamışlardır. Bu duruma örnek olarak 2003 yılında bazı ülkelerin Birleşmiş Milletler’de yapılan Irak Savaşı oylamasında ABD’ye karşı oy kullanması ve İran’a yönelik yaptırımlarda Brezilya’nın Türkiye ile birlikte ABD’ye karşı oy kullanması gösterilebilir. Bazı önemli ekonomik ve siyasi kozlarla donanmış olan Latin Amerika ülkeleri giderek ABD’ye karşı pozisyon alabilen ülkeler haline gelmektedirler. ABD ile Latin Amerika’nın ilişkilerine daha derinlemesine bakacağımız zaman kolonileşme dönemine gitmemizde yarar vardır; zira, ilişkilere yön veren temel dinamikler bu dönemde şekillenmiş olup hala bu dönemin etkilerini taşımaktadırlar. Kuzey Amerika’yı İngiltere, Fransa, Hollanda ile İskandinav ve Kuzey Avrupa ülkeleri kolonileştirirken, Güney Amerika’da etkili olan devletler İspanya ve Portekiz olmuşlardır. Bu da kıtanın iki tarafında farklı politikalar ve zihniyetlerin hüküm sürmesine neden olmuştur. İdari yapı açısından bakıldığında Kuzey Amerika daha bağımsız ve gücün yerele dağıtıldığı yerlerin bulunduğu bir kıta parçası haline gelirken Güney Amerika’da kuvvetli bir merkeziyetçilik ve hiyerarşi hüküm sürmüştür. İki tarafta bulunan baskın dünya görüşüne bakılacak olursa da güneyde skolastik, klasik, daha tahammülsüz bir yaklaşım yerleşirken kuzeyde bunun aksine Aydınlanma doktrinlerinden etkilenmiş daha özgürlükçü bir yapının ortaya çıktığı öne sürülebilir. Üretim biçimleri optiğinde incelendiğinde Latin Amerika, korumacıdır, üretim büyük çiftliklerde yürütülür ve gelir dağılımı oldukça eşitsizdir. Buna karşılık Kuzey Amerika’da küçük aile çiftliklerinde yürütülür, gelir dağılımı daha eşittir ve liberal bir tutum benimsenir. Yerli nüfusun durumuna bakıldığında şu fark edilir : Latin Amerika’da yerli nüfus fazladır ve asimilasyon sistemi uygulanır. Kuzey’e gelindiğinde ise yerli nüfus azdır ve yerleşik değil, göçebedir. Bu yüzden Kuzey Amerika’da yok etme sistemi uygulanır. Son olarak, sosyal yapıyı inceleyelim. Latin Amerika’da asimilasyona uğramış topluluklarla İberya’dan gelenler karışarak melez bir toplum oluştururlar. Kuzey Amerika’da ise Avrupa’dan gelenler aileleriyle geldiklerinde herhangi bir melezleşme söz konusu olmuyor ve tüm aileler farklı cemiyetler oluşturarak ırkların net bir çizgiyle birbirinden ayrılmalarına sebeb oluyorlar. Erken kolonileşmenin Latin Amerika’da yarattığı önemli bir sıkıntı, Avrupa’daki yenilikçi fikir akımlarından çok geç haberdar olmalarıydı. İspanyollar ve Portekizliler 1490’larda yeni kıtaya adım attıklarında, İber Yarımadası hala Orta Çağ’ı ya- şamaktaydı. Kuzey Amerika ise, geç kolonileşmenin avantajlarını yaşadı. Avrupa’da yeşeren aydınlanma fikirleri, dinde reform, farklılıklara tolerans, fikir hürriyeti ve kendi kendini yönetme gibi kavramlar, yeni kıtadaki yerleşimcilere çok çabuk ulaştı. Yeni kıtadaki kolonilerden elde ettikleri zenginlikleri din savaşları ile ziyan eden Katolik İspanyolların aksine, Protestan İngilizler serbest ticaretin nimetlerinden faydalanmaya başlamışlardı.

Amerikan İstisnacılığı (American Exceptionnalism), Emperyal Zihniyet

ABD’nin geç kolonileşmeyle kazandığı avantajlar farklı bir durumu gündeme getirdi. Aydınlanma fikirleriyle açık bir toplum kuran ABD, kısa zamanda kendi sisteminin en iyi sistem olduğuna tamamen inanarak bir çeşit üstünlük kompleksine girdi. Buna göre, ABD’nin benimsediği sistemi uygulayan tüm devletler müreffeh olacak ve mutluluğa kavuşacaktı. Öyle ki ABD, Latin Amerika’da demokratik olarak göreve gelen bir çok ülkeye bile darbelere destek vermek suretiyle müdahalede bulunmuştur. ABD, Kuzey Amerika’nın sunduğu zenginlik fırsatlarını kullanmış ve giderek yayılmacı bir politika benimsemeye başlamıştır. Bu yayılmacı yaklaşım Fransa ve İspanya’dan satın alınan topraklarla birlikte fiili bir duruma dönüşmüştür. 1810-1820 arası, Latin Amerika’nın İspanya’dan bağımsızlığını ilan ettiği yıllar oldu. Ancak bağımsızlıktan sonra eski koloniler birlikte bir yönetim kuramadılar. Yerli elitler arasındaki iktidar mücadelesi sonucu Meksika, Kolombiya, Şili, Venezuela gibi pek çok bağımsız devlet ortaya çıktı. Sadece Portekiz kolonisi olan Brezilya bölünmedi. Bunun sebebi de Brezilya’nın Portekiz’le savaşarak değil, Portekiz Kralı ve oğlunun arasındaki bir uzlaşma ile bağımsız olmasıdır.

ABD’nin Bazı Doktrinleri

  • 1823 yılında ABD Başkanı James Monroe’nun ismi ile anılan Monroe Doktrini, ‘Amerika Amerikalılarındır.’ şeklinde özetlenebilecek sloganıyla Batı Yarımkürede Amerikan Dış Politikasındaki Avrupa etkisine son vermeyi amaçlıyordu. Kısmen ABD’nin izolasyoncu doktriner yaklaşımına örnek teşkil eden Monroe Doktrini, başlarda Latin Amerika ülkelerinden de sempati gördü.
  • Fakat Roosevelt ile birlikte ABD hegemonyası bir hayli güç kazandı. ABD hegemonyasının en açık örneklerinden bir diğeri, Başkan Theodore Roosevelt’in ortaya attığı ‘İri Sopa Diplomasisi’ (Big Stick Diplomacy) kavramıdır. Bununla ABD, gerekirse güç kullanmaktan çekinmeden Batı Yarımküreyi dilediği gibi düzenleyeceğini ve Avrupalı güçlere bu bölgede meydan okuduğunu da ifade etmektedir. 20. yüzyıl başındaki bu müdahaleci doktrinler, 1929 Büyük Buhranı sonrasında yerini daha mütevazi olanlara bırakmıştır. Başkan Hoover tarafından ilk defa kullanılan ama daha çok sonrasında gelen Başkan Franklin Roosevelt ile özdeşleştirilen İyi Komşuluk Siyaseti (Good Neighbor Policy) doktrini bu duruma örnektir. Roosevelt, kendisine saygısı olan bir ülkenin komşularına da aynı saygıyı göstermesi gerektiğini vurgulamıştır.

Soğuk Savaş, ABD ve Latin Amerika

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Latin Amerika ülkelerinin ilişkileri gözlemlendiğinde varılan en önemli yargı, bu dönemde Rusya’yla girilen mücadele sonucunda ABD’nin rasyonel hesaplar ve kar-zarar tahminlerinin yerine son derece ideolojik bir yaklaşım benimsemiş olmasıdır. ABD, Latin Amerika’da sola yakın bütün oluşumları bir tehdit olarak algılamaya başlamış ve son derece otoriter ve özgürlük karşıtı olsa bile çeşitli Latin Amerika ülkelerindeki sağ hareketleri tüm gücüyle desteklemiştir. Bu yüzden bu dönem için ABD’ye baskıcıların dostu yakıştırması bile yapılmıştır.

  • Küba, General Batista döneminde son derece ABD yanlısı bir ülke görünümü vermişse de Fidel Castro ve silah arkadaşlarının ülkede yönetimi devralmasından sonra yapılan kamulaştırmalar ve ABD’ye mesafeli politikalar bu ilişkileri değiştirmiştir. Önceleri milli bir kimliği olan yönetim, ABD’nin sert tepkileri sonucunda Sovyetler himayesine girerek cepheden ABD karşıtı bir hal almıştır. Bunda Domuzlar Körfezi çıkartmasının da etkisi vardır.
  • Şili’de ABD desteğiyle darbe yapan General Pinochet devrinde ilişkiler önemli bir düzeye gelmiştir. Fakat bundan yıllar sonra kamuoyu baskısıyla açıklanan belgelerde bu ülkeye doğrudan müdahale edildiği ortaya çıkarılmıştır.

Soğuk savaşın ardından ilişkilerde de bazı değişimler gözlemlenmiştir. 1980’lerden itibaren gerek Latin Amerika’da gerekse diğer gelişmekte olan ülkelerde ithal ikamesi stratejisinin yerini serbest piyasa stratejisi almaya başladı. Neoliberal kalkınma modeli de denilen bu strateji, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fond -IMF) gibi uluslararası finans kuruluşları ve ABD tarafından da desteklenmekteydi. Dünya Bankası ve IMF’nin merkezleri ABD’nin başkenti Washington DC’de olduğundan, bu iki kuruluş ve onların önerdikleri ekonomik program Washington Konsensüsü olarak anıldı. Washington Konsensüsü (ya da neoliberal ekonomik model), ekonomik krizle karşılaşan ülkelerin hemen hepsine aynı kurtuluş reçetesini sunmaktaydı:

  • Devletin ekonomideki rolünün azaltılması,
  • Verimsiz ve bütçe açığı yaratan kamu iktisadi teşebüslerinin özelleştirilmesi,
  • Serbest piyasa ekonomisine geçiş yapılması,
  • Sağlık, eğitim gibi sosyal harcamaların kısılması, bütçe açıklarının kapatılması,
  • Ekonomik kalkınmada öncü rolün özel sektöre verilmesi,
  • Dışarıdan gelecek sermaye ve yatırımların önündeki engellerin kaldırılması,
  • Gümrük vergilerinin azaltılması veya kaldırılması,
  • İhracata dayalı bir büyüme stratejisinin benimsenmesi.

ABD ve Afrika

ABD ve Afrika’nın ilişkilerinden bahsederken genellikle kastedilen Sahra-altı Afrika’sıdır. Çünkü kuzeydeki Arap ve Müslüman bölgeler genellikle incelemeler sırasında Orta-Doğu bölümüne konulurlar. Sahra-altı Afrika ile ilişkilerde Liberya önemli bir yer tutar. Bu ülke, ABD’den dönen, özgürlüğünü kazanmış eski kölelerin kurduğu bir ülkedir. Hatta kurucular kendilerine sunduğu desteğe bir teşekkür olarak, Başkan Monroe’nun isminden esinlenerek ülkenin başkentinin adını Monrovia olarak koymuşlardır. Avrupa’nın Afrika’da giriştiği sömürgeleştirme yarışına ABD girmemiştir. Buna iki sebep sunulabilir : Öncelikle kıta zaten İngiltere, Fransa, İspanya gibi Avrupa ülkeleri tarafından büyük oranda paylaşılmış bulunuyordu. Yine bundan kaynaklanan ikinci sebepse ABD’nin hakimiyet kurabileceği geniş bölgelerin zaten Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da bulunmasıydı. Ancak, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan Soğuk Savaş atmosferi, ABD’nin ilgisini bir kez daha Sahra-Altı Afrikası’na çekmeyi başardı. Soğuk Savaşın ilk yılları, Afrika kıtasındaki bağımsızlaşma (de-kolonizasyon) dönemi ile üst üste geldi. Sovyetler Birliği ile girdiği güç dengesi yarışında saha kaybetmek istemeyen ABD, bağımsızlığını ilan eden Afrika’nın yeni devletlerindeki sol hareketlere karşı çok sert davrandı. ABD, Güney Afrika’da hüküm süren ırkçı rejimi Sovyetler karşıtı olduğu için destekledi. Angola ve Mozambikte yaşanan ve on yıldan fazla süren iç savaşlarda ABD ve Sovyetler rakip gerilla gruplarını desteklediler. Soğuk Savaş iki süper güç arasında sıcak çatışmaya dönüşmese de, Afrika ülkelerinde yaşanan sivil savaşlarda çok kan döküldü. Bu ülkeler hala üstesinden gelemedikleri kayıplar verdiler, derin yıkımlar ve iç bölünmeler yaşadılar. Soğuk Savaş sona erdikten sonra, Sahra-Altı Afrika adeta ABD’nin gözünde stratejik önemini tamamen kaybetti. Ancak 1990’lardan itibaren kıtada bir soykırım problemi başgösterdi. Koloniyal dönemden kalma suni sınırlar ve Avrupalı yöneticilerin taraflı yönetme biçimleri, halklar arasındaki güvenin yokolmasına sebep olmuştu. Modern silah ve teçhizatlarla birleşince, iç çatışmalar pek çok yerde kanlı kıyımlara dönüştü. ABD’nin, problemin iç yüzünü anlayacak kadar Afrika hakkında bilgisi yoktu. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dünyanın yegane süper gücü olarak ABD, Afrika’da yaşanan insanlık dramlarına müdahale etme gereği duydu. Bazı uzmanlar bu müdahalenin sebebini açıklarken ‘CNN etkisi’ tabirini kullanmışlardır. iletişim ve medyadaki gelişmeler doğrultusunda Afrika’da yaşanan açlık, kıtlık, sivil savaş gibi felaketler, ABD’deki vatandaşların televizyon karşısında bizzat gözlemledikleri dramlar haline gelmişti. Bunun sonucunda hümaniter amaçlı müdahalelere sıcak bakan geniş bir kamuoyu oluştu.

ABD Dış Politikası ve Latin Amerika

Dünyanın her yerinde olduğu gibi ABD ve Latin Amerika arasındaki ilişkiler de asla durağan bir süreç izlemezler. Çeşitli dinamiklerin etkisiyle farklılık geçiren bu ilişkiler günümüzde bulundukları ilginç konuma bazı aşamalardan geçerek ulaşmışlardır. ABD ile Latin Amerika’nın ilişkilerinin gelişimine baktığımızda iki ayrı dönemi net olarak gözlemleyebiliriz : Birincisi Soğuk Savaş dönemidir ki bu dönemde Latin Amerika ülkeleri ABD baskısını ciddi şekilde hissederek bağımsız kararlar alma yoluna gidememişlerdir. İkinci dönemse Soğuk Savaş sonrası dönemidir. Bu dönemde Latin Amerika ülkeleri, “soft balancing” de denilen, ABD’nin çıkarlarıyla birebir örtüşmeyen kararlar almaya başlamışlardır. Bu duruma örnek olarak 2003 yılında bazı ülkelerin Birleşmiş Milletler’de yapılan Irak Savaşı oylamasında ABD’ye karşı oy kullanması ve İran’a yönelik yaptırımlarda Brezilya’nın Türkiye ile birlikte ABD’ye karşı oy kullanması gösterilebilir. Bazı önemli ekonomik ve siyasi kozlarla donanmış olan Latin Amerika ülkeleri giderek ABD’ye karşı pozisyon alabilen ülkeler haline gelmektedirler. ABD ile Latin Amerika’nın ilişkilerine daha derinlemesine bakacağımız zaman kolonileşme dönemine gitmemizde yarar vardır; zira, ilişkilere yön veren temel dinamikler bu dönemde şekillenmiş olup hala bu dönemin etkilerini taşımaktadırlar. Kuzey Amerika’yı İngiltere, Fransa, Hollanda ile İskandinav ve Kuzey Avrupa ülkeleri kolonileştirirken, Güney Amerika’da etkili olan devletler İspanya ve Portekiz olmuşlardır. Bu da kıtanın iki tarafında farklı politikalar ve zihniyetlerin hüküm sürmesine neden olmuştur. İdari yapı açısından bakıldığında Kuzey Amerika daha bağımsız ve gücün yerele dağıtıldığı yerlerin bulunduğu bir kıta parçası haline gelirken Güney Amerika’da kuvvetli bir merkeziyetçilik ve hiyerarşi hüküm sürmüştür. İki tarafta bulunan baskın dünya görüşüne bakılacak olursa da güneyde skolastik, klasik, daha tahammülsüz bir yaklaşım yerleşirken kuzeyde bunun aksine Aydınlanma doktrinlerinden etkilenmiş daha özgürlükçü bir yapının ortaya çıktığı öne sürülebilir. Üretim biçimleri optiğinde incelendiğinde Latin Amerika, korumacıdır, üretim büyük çiftliklerde yürütülür ve gelir dağılımı oldukça eşitsizdir. Buna karşılık Kuzey Amerika’da küçük aile çiftliklerinde yürütülür, gelir dağılımı daha eşittir ve liberal bir tutum benimsenir. Yerli nüfusun durumuna bakıldığında şu fark edilir : Latin Amerika’da yerli nüfus fazladır ve asimilasyon sistemi uygulanır. Kuzey’e gelindiğinde ise yerli nüfus azdır ve yerleşik değil, göçebedir. Bu yüzden Kuzey Amerika’da yok etme sistemi uygulanır. Son olarak, sosyal yapıyı inceleyelim. Latin Amerika’da asimilasyona uğramış topluluklarla İberya’dan gelenler karışarak melez bir toplum oluştururlar. Kuzey Amerika’da ise Avrupa’dan gelenler aileleriyle geldiklerinde herhangi bir melezleşme söz konusu olmuyor ve tüm aileler farklı cemiyetler oluşturarak ırkların net bir çizgiyle birbirinden ayrılmalarına sebeb oluyorlar. Erken kolonileşmenin Latin Amerika’da yarattığı önemli bir sıkıntı, Avrupa’daki yenilikçi fikir akımlarından çok geç haberdar olmalarıydı. İspanyollar ve Portekizliler 1490’larda yeni kıtaya adım attıklarında, İber Yarımadası hala Orta Çağ’ı ya- şamaktaydı. Kuzey Amerika ise, geç kolonileşmenin avantajlarını yaşadı. Avrupa’da yeşeren aydınlanma fikirleri, dinde reform, farklılıklara tolerans, fikir hürriyeti ve kendi kendini yönetme gibi kavramlar, yeni kıtadaki yerleşimcilere çok çabuk ulaştı. Yeni kıtadaki kolonilerden elde ettikleri zenginlikleri din savaşları ile ziyan eden Katolik İspanyolların aksine, Protestan İngilizler serbest ticaretin nimetlerinden faydalanmaya başlamışlardı.

Amerikan İstisnacılığı (American Exceptionnalism), Emperyal Zihniyet

ABD’nin geç kolonileşmeyle kazandığı avantajlar farklı bir durumu gündeme getirdi. Aydınlanma fikirleriyle açık bir toplum kuran ABD, kısa zamanda kendi sisteminin en iyi sistem olduğuna tamamen inanarak bir çeşit üstünlük kompleksine girdi. Buna göre, ABD’nin benimsediği sistemi uygulayan tüm devletler müreffeh olacak ve mutluluğa kavuşacaktı. Öyle ki ABD, Latin Amerika’da demokratik olarak göreve gelen bir çok ülkeye bile darbelere destek vermek suretiyle müdahalede bulunmuştur. ABD, Kuzey Amerika’nın sunduğu zenginlik fırsatlarını kullanmış ve giderek yayılmacı bir politika benimsemeye başlamıştır. Bu yayılmacı yaklaşım Fransa ve İspanya’dan satın alınan topraklarla birlikte fiili bir duruma dönüşmüştür. 1810-1820 arası, Latin Amerika’nın İspanya’dan bağımsızlığını ilan ettiği yıllar oldu. Ancak bağımsızlıktan sonra eski koloniler birlikte bir yönetim kuramadılar. Yerli elitler arasındaki iktidar mücadelesi sonucu Meksika, Kolombiya, Şili, Venezuela gibi pek çok bağımsız devlet ortaya çıktı. Sadece Portekiz kolonisi olan Brezilya bölünmedi. Bunun sebebi de Brezilya’nın Portekiz’le savaşarak değil, Portekiz Kralı ve oğlunun arasındaki bir uzlaşma ile bağımsız olmasıdır.

ABD’nin Bazı Doktrinleri

  • 1823 yılında ABD Başkanı James Monroe’nun ismi ile anılan Monroe Doktrini, ‘Amerika Amerikalılarındır.’ şeklinde özetlenebilecek sloganıyla Batı Yarımkürede Amerikan Dış Politikasındaki Avrupa etkisine son vermeyi amaçlıyordu. Kısmen ABD’nin izolasyoncu doktriner yaklaşımına örnek teşkil eden Monroe Doktrini, başlarda Latin Amerika ülkelerinden de sempati gördü.
  • Fakat Roosevelt ile birlikte ABD hegemonyası bir hayli güç kazandı. ABD hegemonyasının en açık örneklerinden bir diğeri, Başkan Theodore Roosevelt’in ortaya attığı ‘İri Sopa Diplomasisi’ (Big Stick Diplomacy) kavramıdır. Bununla ABD, gerekirse güç kullanmaktan çekinmeden Batı Yarımküreyi dilediği gibi düzenleyeceğini ve Avrupalı güçlere bu bölgede meydan okuduğunu da ifade etmektedir. 20. yüzyıl başındaki bu müdahaleci doktrinler, 1929 Büyük Buhranı sonrasında yerini daha mütevazi olanlara bırakmıştır. Başkan Hoover tarafından ilk defa kullanılan ama daha çok sonrasında gelen Başkan Franklin Roosevelt ile özdeşleştirilen İyi Komşuluk Siyaseti (Good Neighbor Policy) doktrini bu duruma örnektir. Roosevelt, kendisine saygısı olan bir ülkenin komşularına da aynı saygıyı göstermesi gerektiğini vurgulamıştır.

Soğuk Savaş, ABD ve Latin Amerika

Soğuk Savaş döneminde ABD ve Latin Amerika ülkelerinin ilişkileri gözlemlendiğinde varılan en önemli yargı, bu dönemde Rusya’yla girilen mücadele sonucunda ABD’nin rasyonel hesaplar ve kar-zarar tahminlerinin yerine son derece ideolojik bir yaklaşım benimsemiş olmasıdır. ABD, Latin Amerika’da sola yakın bütün oluşumları bir tehdit olarak algılamaya başlamış ve son derece otoriter ve özgürlük karşıtı olsa bile çeşitli Latin Amerika ülkelerindeki sağ hareketleri tüm gücüyle desteklemiştir. Bu yüzden bu dönem için ABD’ye baskıcıların dostu yakıştırması bile yapılmıştır.

  • Küba, General Batista döneminde son derece ABD yanlısı bir ülke görünümü vermişse de Fidel Castro ve silah arkadaşlarının ülkede yönetimi devralmasından sonra yapılan kamulaştırmalar ve ABD’ye mesafeli politikalar bu ilişkileri değiştirmiştir. Önceleri milli bir kimliği olan yönetim, ABD’nin sert tepkileri sonucunda Sovyetler himayesine girerek cepheden ABD karşıtı bir hal almıştır. Bunda Domuzlar Körfezi çıkartmasının da etkisi vardır.
  • Şili’de ABD desteğiyle darbe yapan General Pinochet devrinde ilişkiler önemli bir düzeye gelmiştir. Fakat bundan yıllar sonra kamuoyu baskısıyla açıklanan belgelerde bu ülkeye doğrudan müdahale edildiği ortaya çıkarılmıştır.

Soğuk savaşın ardından ilişkilerde de bazı değişimler gözlemlenmiştir. 1980’lerden itibaren gerek Latin Amerika’da gerekse diğer gelişmekte olan ülkelerde ithal ikamesi stratejisinin yerini serbest piyasa stratejisi almaya başladı. Neoliberal kalkınma modeli de denilen bu strateji, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fond -IMF) gibi uluslararası finans kuruluşları ve ABD tarafından da desteklenmekteydi. Dünya Bankası ve IMF’nin merkezleri ABD’nin başkenti Washington DC’de olduğundan, bu iki kuruluş ve onların önerdikleri ekonomik program Washington Konsensüsü olarak anıldı. Washington Konsensüsü (ya da neoliberal ekonomik model), ekonomik krizle karşılaşan ülkelerin hemen hepsine aynı kurtuluş reçetesini sunmaktaydı:

  • Devletin ekonomideki rolünün azaltılması,
  • Verimsiz ve bütçe açığı yaratan kamu iktisadi teşebüslerinin özelleştirilmesi,
  • Serbest piyasa ekonomisine geçiş yapılması,
  • Sağlık, eğitim gibi sosyal harcamaların kısılması, bütçe açıklarının kapatılması,
  • Ekonomik kalkınmada öncü rolün özel sektöre verilmesi,
  • Dışarıdan gelecek sermaye ve yatırımların önündeki engellerin kaldırılması,
  • Gümrük vergilerinin azaltılması veya kaldırılması,
  • İhracata dayalı bir büyüme stratejisinin benimsenmesi.

ABD ve Afrika

ABD ve Afrika’nın ilişkilerinden bahsederken genellikle kastedilen Sahra-altı Afrika’sıdır. Çünkü kuzeydeki Arap ve Müslüman bölgeler genellikle incelemeler sırasında Orta-Doğu bölümüne konulurlar. Sahra-altı Afrika ile ilişkilerde Liberya önemli bir yer tutar. Bu ülke, ABD’den dönen, özgürlüğünü kazanmış eski kölelerin kurduğu bir ülkedir. Hatta kurucular kendilerine sunduğu desteğe bir teşekkür olarak, Başkan Monroe’nun isminden esinlenerek ülkenin başkentinin adını Monrovia olarak koymuşlardır. Avrupa’nın Afrika’da giriştiği sömürgeleştirme yarışına ABD girmemiştir. Buna iki sebep sunulabilir : Öncelikle kıta zaten İngiltere, Fransa, İspanya gibi Avrupa ülkeleri tarafından büyük oranda paylaşılmış bulunuyordu. Yine bundan kaynaklanan ikinci sebepse ABD’nin hakimiyet kurabileceği geniş bölgelerin zaten Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da bulunmasıydı. Ancak, II. Dünya Savaşından sonra ortaya çıkan Soğuk Savaş atmosferi, ABD’nin ilgisini bir kez daha Sahra-Altı Afrikası’na çekmeyi başardı. Soğuk Savaşın ilk yılları, Afrika kıtasındaki bağımsızlaşma (de-kolonizasyon) dönemi ile üst üste geldi. Sovyetler Birliği ile girdiği güç dengesi yarışında saha kaybetmek istemeyen ABD, bağımsızlığını ilan eden Afrika’nın yeni devletlerindeki sol hareketlere karşı çok sert davrandı. ABD, Güney Afrika’da hüküm süren ırkçı rejimi Sovyetler karşıtı olduğu için destekledi. Angola ve Mozambikte yaşanan ve on yıldan fazla süren iç savaşlarda ABD ve Sovyetler rakip gerilla gruplarını desteklediler. Soğuk Savaş iki süper güç arasında sıcak çatışmaya dönüşmese de, Afrika ülkelerinde yaşanan sivil savaşlarda çok kan döküldü. Bu ülkeler hala üstesinden gelemedikleri kayıplar verdiler, derin yıkımlar ve iç bölünmeler yaşadılar. Soğuk Savaş sona erdikten sonra, Sahra-Altı Afrika adeta ABD’nin gözünde stratejik önemini tamamen kaybetti. Ancak 1990’lardan itibaren kıtada bir soykırım problemi başgösterdi. Koloniyal dönemden kalma suni sınırlar ve Avrupalı yöneticilerin taraflı yönetme biçimleri, halklar arasındaki güvenin yokolmasına sebep olmuştu. Modern silah ve teçhizatlarla birleşince, iç çatışmalar pek çok yerde kanlı kıyımlara dönüştü. ABD’nin, problemin iç yüzünü anlayacak kadar Afrika hakkında bilgisi yoktu. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dünyanın yegane süper gücü olarak ABD, Afrika’da yaşanan insanlık dramlarına müdahale etme gereği duydu. Bazı uzmanlar bu müdahalenin sebebini açıklarken ‘CNN etkisi’ tabirini kullanmışlardır. iletişim ve medyadaki gelişmeler doğrultusunda Afrika’da yaşanan açlık, kıtlık, sivil savaş gibi felaketler, ABD’deki vatandaşların televizyon karşısında bizzat gözlemledikleri dramlar haline gelmişti. Bunun sonucunda hümaniter amaçlı müdahalelere sıcak bakan geniş bir kamuoyu oluştu.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.