Açıköğretim Ders Notları

Amerikan Dış Politikası Dersi 7. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Amerikan Dış Politikası Dersi 7. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Abd’Nin Asya-Pasifik Politikası

ABD ve Asya-Pasifik Politikası

ABD’nin dünyada hakim bir devlet olması kademeli bir süreç sonunda gerçekleşmiştir. İlk kademe İngilizlerden bağımsızlığı kazanmak olup bu kademeyi Latin Amerika’da kurulan hakimiyet izler. Bir sonraki aşamadaysa birçok rakiple karşılaşan Amerika Birleşik Devletleri Pasifik’te ve Asya’da hakim ve önemli bir devlet haline gelmeyi başarmıştır. Bağımsızlık sonrasında ABD’nin izlediği dış politikası “barışçı ve yalnızcı” olarak tanımlanmaktadır. Buradaki barışçılık ve yalnızcılık, Avrupalı büyük güçlerin savaşlarına ve ittifaklarına karışmama şeklinde anlaşılmalıdır. Bu dönem için ABD’nin dört ana ilkesinin olduğu söylenebilir :

  • Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı
  • ABD’nin Amerika kıtasındaki genişlemesini sürdürmesi
  • Açık denizlerde serbestlik
  • Uluslararası ticaretin gelişmesi

ABD sınırları henüz Pasifik kıyılarına ulaşmadığı dönemde dahi ABD’nin dünyanın bu bölümündeki ülkelerle ilişkisi mevcuttu. Bu ilişkiler daha çok ticari olarak sürdürülüyordu. Özellikle Afyon Savaşlarından sonra İngiltere’nin dışa açılmaya zorladığı Çin de ABD’nin ticareti geliştirmesi için bir araç olmuştur. Amerikan politikası bazı noktalarda Avrupalılardan farklılık arz ediyordu. Avrupalı devletlerin aksine ABD’nin Asya’da sömürge bulmak gibi bir niyeti yoktu ve sadece serbest ticaret fırsatlarından yararlanmak istiyordu. Bu yüzden tüm devletlerin aynı ticari hak ve ayrıcalıklara sahip olduğu açık kapı politikası (open door policy) ABD için yeterliydi. 1900’lere doğru bazı Avrupa devletleriyle Rusya’nın Çin’i bölme çalışmalarına da karşı çıkan ABD, o dönemde 400 milyonluk Çin pazarını kaybetmemeye büyük önem vermiştir.

1898 İspanya Savaşı ve ABD Sömürgeciliği

ABD, Başkan Benjamin Harrison döneminde yayılmacı bir politikayı benimsemiştir. Yeni yayılmacılık politikasının ilk halkasını Hawaii adaları oluşturmuştur. Hawaii adaları Amerika kıtasına oldukça yakındı ve 1776’dan beri ABD’nin bu adalar üzerinde yakın ilgisi mevcuttu. ABD, 1887’de Hawaii’yi vesayeti altına almış sonra da Pearl Harbor’u gelecekteki donanma üssü olarak yapılandırmaya başlamıştır. 19. Yüzyılın sonlarına doğruysa İspanyol sömürge imparatorluğunun yıkılmak üzere olduğunu gören ve tüm Avrupalı güçleri Amerika kıtasından atmak isteyen ABD, eskimiş ve yetersiz İspanyol donanmasına karşı modern ve eksiksiz donanmasıyla kısa sürede zafer kazanmıştır. 1898 Paris Barış Antlaşması’yla İspanya, Karayipler’deki Küba ve Porto Rico ile Pasifik’teki Filipinler ve Guam adalarındaki egemenlik hakkını ABD’ye devretmiştir. ABD ilk defa yeni kazandığı ülkelerin halklarına vatandaşlık garantisi vermemiştir. Böylece ABD kendi ana ülke topraklarına toprak eklemeyip yeni sömürgeler edinmiş oluyordu. Bu da ABD’nin hukuken sömürgeci bir devlet hâline gelmiş olduğunun göstergesiydi. Daha sonra Filipinler’i bağımsız bir ülke olmak yolunda destekleme görüntüsü altında boyunduruk altına alan ABD, bu ülkede çıkan isyanlar sonucunda resmi kaynaklarına göre 4000, diğer kaynaklara göre 200.000 kişinin hayatını kaybettiği bir isyan bastırma harekatına girişmiştir. Bu tarihten sonraysa, 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı, ABD’yi bir anda “dünya gücü” konumuna yükseltmiştir. ABD, 1900’lere gelindiğinde Kaliforniya sahillerinden Filipinler’e kadar uzanan pek çok stratejik noktayı ele geçirmiş oluyordu. Fakat ABD’nin böylesi başarılarla bu denli etkin bir ülke konumuna geldiği o günlerde Avrupalı devletler Asya pazarına zaten hakim bir durumdaydı. ABD bu dönemde hala Çin’de açık kapı politikasını uygulamaktayken bu politikaya yönelen tehditler de giderek önlem alınması gereken bir hal almıştı. Rusya ve Japonya ile girişilen rekabet daha sonra vahim sonuçları olan bir tabloya dönüşecekti.

İki Savaş Arası Dönem (18-45)

ABD I. Dünya Savaşında İngiltere ve Fransa’nın yanında Almanya’ya karşı savaşa girmiştir. Savaştan sonra Amerikan Kongresi Almanya’ya imzalatılan Versay Antlaşmasını onaylamayı reddetmiş ve ABD yeni kurulan Milletler Cemiyeti’ne de üye olmamıştır. Başkan Warren Harding Avrupa ittifak sistemlerine girmemeye dayalıABD’nin geleneksel Yalnızcılık dış politikasına geri dönmüştür. Savaş sonrası ABD’de zaten mevcut olan ırksal ve etnik gerilimler çok daha fazla tırmanmış, Amerika yerlilerine, Afrikalılara, Doğu Avrupalılara, Japonlara yönelerek güçlenmiştir. 1920’lerde ise siyahilere karşı ortaya çıkan Klu Klux Klan hareketi gücünün zirvesine ulaşmıştır. 1921 Washington Konferansı’yla ABD büyük bir diplomatik başarı elde etmiştir. Bir taraftan kendisine engel olarak gördüğü İngiliz-Japon ittifakının yenilenmesini engellerken diğer taraftan deniz silahlanması konusunda Japonya’yı sınırlandırmayı başarmıştır. Japonya ayrıca Çin’in Shantung ve Rusya’nın Sibirya bölgesinden çıkmayı kabul etmiştir. Üstelik ABD bütün bunları da Japonya’nın fazla tepkisini çekmeden yapmıştır. ABD, Japonya’nın Mançurya’da kurdurduğu kukla Mançuko devletini tanımayacağını belirtmiş ve tanımazlık doktrinini ortaya atmıştır. Çünkü Mançurya’nın işgaliyle birlikte hem Çin’in toprak bütünlüğü tehlikeye girmiş hem de ABD’nin ticari çıkarları açısından çok önem verdiği “açık kapı politikası” zarar görmeye başlamıştır. 1936 yılına gelindiğinde II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Almanya’yla Sovyetler Birliği’ne karşı imzalanan Anti-Komintern Pakt ve daha sonra kurulan Berlin-Roma-Tokyo Mihveri, Japonya’nın elini ABD karşısında biraz daha güçlendirmiştir. Japonya, 1937 yılında Çin’i işgale başlamıştır. ABD, Çin-Japon Savaşı’nda tarafsız kalmaya gayret göstermiştir. ABD açısından öncelikli konu savşla doğrudan taraf olmaksızın Çin’deki Amerikan vatandafllarını ve çıkarlarını korumak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’na kadar ABD sorunlara doğrudan müdahil olmamak ve uzaktan izlemek gibi bir yaklaşımı benimsemiş ve açık kapı politikasıyla birlikte bu yaklaşımı çıkarları açısından verimli bir araç olarak kullanmıştır. Fakat savaşın hemen öncesindeki dönemde ve savaş sırasında özellikle Japonya ve Almanya’nın yayılmacı ve düşmanca hareketleri ABD’nin açık kapı politikası dahil olmak üzere dış politikasının önemli araçlarını devre dışı bırakarak ABD’yi savaşa dahil olmaya itmiştir. Savaşın başlangıcında İngiltere’ye büyük ölçüde ekonomik ve askerî malzeme yönünden destek sağlayan ABD, Aralık 1941’deki Pearl Harbor baskınından sonra Japonya ve Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. ABD II. Dünya Savaşı’na girince kendisine Asya’da müttefik olarak Çin’i seçmiştir. ABD, Çin’i sadece Japonya’ya karşı savaşta bir destek unsuru olarak görmüyordu. Büyük devlet statüsüne erişen Çin, savaş sonrası dönemde Asya’daki güç dengesini sağlamada önemli bir rol oynayabilirdi. 1943 yılında ABD ve İngiltere Çin’le imzaladıkları yeni antlaşmalarla geçmiş dönemden kalma ve merkezi Çin hükümetini zayıflatan siyasi, iktisadi ve toplumsal her türlü imtiyaz ve muafiyetlerden vazgeçmişlerdir. 1905-1945 arası dönemde ABD’nin Pasifik’teki en önemli rakibi Japonya, II. Dünya Savaşı sonrasında kayıtsız şartsız teslim olmuştur. Savaş sonrasında ABD’nin filli işgali altına giren Japonya, bu dönemde uluslararası sistemde ortaya çıkan köklü değişikliklerle birlikte Washington için bir düşman olmaktan çıkıp bir müttefik hâline gelmeye başlamıştır.

Soğuk Savaş Dönemi (1945-1990)

ABD’nin II. Dünya Savafl› sonrası Asya-Pasifik bölgesinde iki büyük önceliği olmuştur. İlk olarak, Japonya’nın tekrar ABD’ye rakip olmayacak bir konuma sokulması gerekiyordu. İkinci olarak, patlak veren Soğuk Savaş’ta Asya’da komünist rejimlerin yayılmasını engellemek büyük önem kazanmıştır. ABD bu tarihlerden sonra Japonya’daki bazı reformlara doğrudan katkı sağlayarak Japonya’yı kendi arzu ettiği bir noktaya getirmekte de muktedir olmuştur. ABD ve Japonya arasında 1951’de San Francisco Antlaşması ve 1952 yılında ise Amerikan-Japon Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre Japonya tüm ülkeyi Amerikan ordusuna açacak ve karşılığında ise hiçbir savunma harcaması yapmayacaktı. Bu koşullar altında Başbakan Yoshida Shigaru önderliğindeki Japonya, ABD’nin siyasi ve askerî alandaki üstün konumunu kabullenerek tüm dikkatini ekonomik kalkınmaya yöneltmiştir. Artık Japon dış politikası, ekonomik dış politika ile eşdeğer anlama gelmiştir. ABD’nin Asya’da komünizmin yayılmasını engelleme stratejisi ilk olarak 1950’de patlak veren Kore Savaşı’nda uygulanmıştır. Başkan Henry Truman ABD`nin Asya’daki rolü ve Japonya ve Filipinler’deki üslerin güvenliği açısından Güney Kore’yi savunmaya karar vermiştir. ABD’nin Pasifik ve Asya’daki mücadele verdiği diğer alanlar ise Rusya ile yaşanan gelişmeler, Tayvan’ın bağımsızlığının korunması meselesi, Vietnam’daki çatışmalar olmuştur. ABD, bununla birlikte Asya’daki komünist yayılmaya karşı NATO’nun Asya versiyonu olarak adlandırılabilecek SEATO’yu kurmuş ve ABD, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Tayland ve Pakistan bu güvenlik örgütüne üye olmuşlardır.

Soğuk Savaş Sonrası Pasifik’te ABD

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD hala Pasifik ve Asya’da belirli bir politkayı gütmeye devam etmiş olsa da bu bölgelerde bulunan devletlerle ortak bir oluşumda bulunma zemini oluşmamıştır. 1993 yılında bölgenin hükümet ve devlet başkanlarının katıldığı bir toplantıda Başkan Bill Clinton Pasifik Topluluğu teklifini sunarak yeni bir açılım getirmiştir. Fakat Avrupa’da olduğu gibi işbirlikçi bir yaklaşımın yerine daha çok rekabetçi ve mesafeli bir anlayışın benimsendiği Asya’da gerçek bir buluşma mümkün olmamıştır. Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenliğini ABD’ye emanet eden Japonya, değişen dengeler ve büyüyen bir Çin ve Rusya tehlikesi karşısında, tarihi tecrübeleri ve ABD’nin coğrafi konumunu da göz önüne alarak bu duruşunu daha fazla koruyamamıştır. Savunma harcamalarına daha büyük önem vermeye başlayan Japonya zamanla dünyanın üçüncü büyük savunma bütçesini kullanan ülke haline gelmiştir. ABD, 1989 yılında kurulan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nde (APEC) öncü bir rol oynamaktadır. Soğuk Savaş sona ermek üzereyken 12 ülkenin bir araya gelmesiyle kurulan APEC’in amacı Pasifik ekonomileri arasında iş birliğini derinleştirmek ve kurumsallaştırmaktı. Bugün itibariyle 21 üyeli bir yapıya kavuşan APEC, dünya nüfusunun yüzde 40’ını, dünya ticaretinin ve gayri safi milli hâsılasının (GSMH) yüzde 50’den fazlasını kapsamaktadır. APEC’in temel amacı üye ülkeler arasında ticaret ve yatırımda serbestleşme ve iktisadi alanda iş birliğini artırmaktır. Bunun yanı sıra, komünist blok dışında kalan Güneydoğu Asya ülkelerinin 1967 yılında kurduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) Asya’daki en başarılı bölgesel örgüt niteliğini taşımaktadır. Endonezya’nın liderliğini yaptığı ASEAN, tüm Asya kıtasını kapsayacak bir şemsiye örgüt haline gelme yolunda adımlar atmaktadır. 1999 yılında kurumsallaşan ASEAN Artı Üç oluşumu Güneydoğu Asya ülkeleriyle Çin, Japonya ve Güney Kore aras›ndaki iş birliğini derinleştirmektedir. İlki 2005 yılında yapılan Doğu Asya Zirveleri ise 10 ASEAN ülkesiyle birlikte Çin, Japonya, Güney Kore, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı bir araya getirmekteydi. 2011 yılında ABD ve Rusya’nın katı- lımıyla birlikte üye sayısı 18’e çıkmıştır. Yine ASEAN’ın himayesinde 1994 yılında oluşturulan ASEAN Bölgesel Forumu tüm Asya-Pasifik ülkelerinin yanı sıra Avrupa Birliği üyelerini bir araya getirmektedir. Bununla birlikte Asya ülkeleri, aralarındaki güven eksikliğinden dolayı siyasi entegrasyon konusunu ağırdan almaktadırlar. Bu açıdan Başkan Bill Clinton’un Pasifik Topluluğu kurulması fikri bir ilgisizlikle karşılanması beklenen bir durumdu. Asyalı devletler ABD’nin ne tamamen Asya’dan çekilmesini ne de yoğun bir şekilde bölge işlerine karışmasını istemektedirler. Böyle bir ortamda ABD’nin olaylara yön verebilme kabiliyeti, Asya’nın belli başlı ülkeleriyle kurduğu ikili ilişkilere bağlı olacaktır. Bu açıdan ABD’nin Çin, Japonya ve Hindistan ile kuracağı ikili ilşkiler büyük önem taşımaktadır.

ABD ve Asya-Pasifik Politikası

ABD’nin dünyada hakim bir devlet olması kademeli bir süreç sonunda gerçekleşmiştir. İlk kademe İngilizlerden bağımsızlığı kazanmak olup bu kademeyi Latin Amerika’da kurulan hakimiyet izler. Bir sonraki aşamadaysa birçok rakiple karşılaşan Amerika Birleşik Devletleri Pasifik’te ve Asya’da hakim ve önemli bir devlet haline gelmeyi başarmıştır. Bağımsızlık sonrasında ABD’nin izlediği dış politikası “barışçı ve yalnızcı” olarak tanımlanmaktadır. Buradaki barışçılık ve yalnızcılık, Avrupalı büyük güçlerin savaşlarına ve ittifaklarına karışmama şeklinde anlaşılmalıdır. Bu dönem için ABD’nin dört ana ilkesinin olduğu söylenebilir :

  • Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı
  • ABD’nin Amerika kıtasındaki genişlemesini sürdürmesi
  • Açık denizlerde serbestlik
  • Uluslararası ticaretin gelişmesi

ABD sınırları henüz Pasifik kıyılarına ulaşmadığı dönemde dahi ABD’nin dünyanın bu bölümündeki ülkelerle ilişkisi mevcuttu. Bu ilişkiler daha çok ticari olarak sürdürülüyordu. Özellikle Afyon Savaşlarından sonra İngiltere’nin dışa açılmaya zorladığı Çin de ABD’nin ticareti geliştirmesi için bir araç olmuştur. Amerikan politikası bazı noktalarda Avrupalılardan farklılık arz ediyordu. Avrupalı devletlerin aksine ABD’nin Asya’da sömürge bulmak gibi bir niyeti yoktu ve sadece serbest ticaret fırsatlarından yararlanmak istiyordu. Bu yüzden tüm devletlerin aynı ticari hak ve ayrıcalıklara sahip olduğu açık kapı politikası (open door policy) ABD için yeterliydi. 1900’lere doğru bazı Avrupa devletleriyle Rusya’nın Çin’i bölme çalışmalarına da karşı çıkan ABD, o dönemde 400 milyonluk Çin pazarını kaybetmemeye büyük önem vermiştir.

1898 İspanya Savaşı ve ABD Sömürgeciliği

ABD, Başkan Benjamin Harrison döneminde yayılmacı bir politikayı benimsemiştir. Yeni yayılmacılık politikasının ilk halkasını Hawaii adaları oluşturmuştur. Hawaii adaları Amerika kıtasına oldukça yakındı ve 1776’dan beri ABD’nin bu adalar üzerinde yakın ilgisi mevcuttu. ABD, 1887’de Hawaii’yi vesayeti altına almış sonra da Pearl Harbor’u gelecekteki donanma üssü olarak yapılandırmaya başlamıştır. 19. Yüzyılın sonlarına doğruysa İspanyol sömürge imparatorluğunun yıkılmak üzere olduğunu gören ve tüm Avrupalı güçleri Amerika kıtasından atmak isteyen ABD, eskimiş ve yetersiz İspanyol donanmasına karşı modern ve eksiksiz donanmasıyla kısa sürede zafer kazanmıştır. 1898 Paris Barış Antlaşması’yla İspanya, Karayipler’deki Küba ve Porto Rico ile Pasifik’teki Filipinler ve Guam adalarındaki egemenlik hakkını ABD’ye devretmiştir. ABD ilk defa yeni kazandığı ülkelerin halklarına vatandaşlık garantisi vermemiştir. Böylece ABD kendi ana ülke topraklarına toprak eklemeyip yeni sömürgeler edinmiş oluyordu. Bu da ABD’nin hukuken sömürgeci bir devlet hâline gelmiş olduğunun göstergesiydi. Daha sonra Filipinler’i bağımsız bir ülke olmak yolunda destekleme görüntüsü altında boyunduruk altına alan ABD, bu ülkede çıkan isyanlar sonucunda resmi kaynaklarına göre 4000, diğer kaynaklara göre 200.000 kişinin hayatını kaybettiği bir isyan bastırma harekatına girişmiştir. Bu tarihten sonraysa, 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı, ABD’yi bir anda “dünya gücü” konumuna yükseltmiştir. ABD, 1900’lere gelindiğinde Kaliforniya sahillerinden Filipinler’e kadar uzanan pek çok stratejik noktayı ele geçirmiş oluyordu. Fakat ABD’nin böylesi başarılarla bu denli etkin bir ülke konumuna geldiği o günlerde Avrupalı devletler Asya pazarına zaten hakim bir durumdaydı. ABD bu dönemde hala Çin’de açık kapı politikasını uygulamaktayken bu politikaya yönelen tehditler de giderek önlem alınması gereken bir hal almıştı. Rusya ve Japonya ile girişilen rekabet daha sonra vahim sonuçları olan bir tabloya dönüşecekti.

İki Savaş Arası Dönem (18-45)

ABD I. Dünya Savaşında İngiltere ve Fransa’nın yanında Almanya’ya karşı savaşa girmiştir. Savaştan sonra Amerikan Kongresi Almanya’ya imzalatılan Versay Antlaşmasını onaylamayı reddetmiş ve ABD yeni kurulan Milletler Cemiyeti’ne de üye olmamıştır. Başkan Warren Harding Avrupa ittifak sistemlerine girmemeye dayalıABD’nin geleneksel Yalnızcılık dış politikasına geri dönmüştür. Savaş sonrası ABD’de zaten mevcut olan ırksal ve etnik gerilimler çok daha fazla tırmanmış, Amerika yerlilerine, Afrikalılara, Doğu Avrupalılara, Japonlara yönelerek güçlenmiştir. 1920’lerde ise siyahilere karşı ortaya çıkan Klu Klux Klan hareketi gücünün zirvesine ulaşmıştır. 1921 Washington Konferansı’yla ABD büyük bir diplomatik başarı elde etmiştir. Bir taraftan kendisine engel olarak gördüğü İngiliz-Japon ittifakının yenilenmesini engellerken diğer taraftan deniz silahlanması konusunda Japonya’yı sınırlandırmayı başarmıştır. Japonya ayrıca Çin’in Shantung ve Rusya’nın Sibirya bölgesinden çıkmayı kabul etmiştir. Üstelik ABD bütün bunları da Japonya’nın fazla tepkisini çekmeden yapmıştır. ABD, Japonya’nın Mançurya’da kurdurduğu kukla Mançuko devletini tanımayacağını belirtmiş ve tanımazlık doktrinini ortaya atmıştır. Çünkü Mançurya’nın işgaliyle birlikte hem Çin’in toprak bütünlüğü tehlikeye girmiş hem de ABD’nin ticari çıkarları açısından çok önem verdiği “açık kapı politikası” zarar görmeye başlamıştır. 1936 yılına gelindiğinde II. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaya başlanmıştır. Almanya’yla Sovyetler Birliği’ne karşı imzalanan Anti-Komintern Pakt ve daha sonra kurulan Berlin-Roma-Tokyo Mihveri, Japonya’nın elini ABD karşısında biraz daha güçlendirmiştir. Japonya, 1937 yılında Çin’i işgale başlamıştır. ABD, Çin-Japon Savaşı’nda tarafsız kalmaya gayret göstermiştir. ABD açısından öncelikli konu savşla doğrudan taraf olmaksızın Çin’deki Amerikan vatandafllarını ve çıkarlarını korumak olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’na kadar ABD sorunlara doğrudan müdahil olmamak ve uzaktan izlemek gibi bir yaklaşımı benimsemiş ve açık kapı politikasıyla birlikte bu yaklaşımı çıkarları açısından verimli bir araç olarak kullanmıştır. Fakat savaşın hemen öncesindeki dönemde ve savaş sırasında özellikle Japonya ve Almanya’nın yayılmacı ve düşmanca hareketleri ABD’nin açık kapı politikası dahil olmak üzere dış politikasının önemli araçlarını devre dışı bırakarak ABD’yi savaşa dahil olmaya itmiştir. Savaşın başlangıcında İngiltere’ye büyük ölçüde ekonomik ve askerî malzeme yönünden destek sağlayan ABD, Aralık 1941’deki Pearl Harbor baskınından sonra Japonya ve Almanya’ya karşı savaş ilan etmiştir. ABD II. Dünya Savaşı’na girince kendisine Asya’da müttefik olarak Çin’i seçmiştir. ABD, Çin’i sadece Japonya’ya karşı savaşta bir destek unsuru olarak görmüyordu. Büyük devlet statüsüne erişen Çin, savaş sonrası dönemde Asya’daki güç dengesini sağlamada önemli bir rol oynayabilirdi. 1943 yılında ABD ve İngiltere Çin’le imzaladıkları yeni antlaşmalarla geçmiş dönemden kalma ve merkezi Çin hükümetini zayıflatan siyasi, iktisadi ve toplumsal her türlü imtiyaz ve muafiyetlerden vazgeçmişlerdir. 1905-1945 arası dönemde ABD’nin Pasifik’teki en önemli rakibi Japonya, II. Dünya Savaşı sonrasında kayıtsız şartsız teslim olmuştur. Savaş sonrasında ABD’nin filli işgali altına giren Japonya, bu dönemde uluslararası sistemde ortaya çıkan köklü değişikliklerle birlikte Washington için bir düşman olmaktan çıkıp bir müttefik hâline gelmeye başlamıştır.

Soğuk Savaş Dönemi (1945-1990)

ABD’nin II. Dünya Savafl› sonrası Asya-Pasifik bölgesinde iki büyük önceliği olmuştur. İlk olarak, Japonya’nın tekrar ABD’ye rakip olmayacak bir konuma sokulması gerekiyordu. İkinci olarak, patlak veren Soğuk Savaş’ta Asya’da komünist rejimlerin yayılmasını engellemek büyük önem kazanmıştır. ABD bu tarihlerden sonra Japonya’daki bazı reformlara doğrudan katkı sağlayarak Japonya’yı kendi arzu ettiği bir noktaya getirmekte de muktedir olmuştur. ABD ve Japonya arasında 1951’de San Francisco Antlaşması ve 1952 yılında ise Amerikan-Japon Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre Japonya tüm ülkeyi Amerikan ordusuna açacak ve karşılığında ise hiçbir savunma harcaması yapmayacaktı. Bu koşullar altında Başbakan Yoshida Shigaru önderliğindeki Japonya, ABD’nin siyasi ve askerî alandaki üstün konumunu kabullenerek tüm dikkatini ekonomik kalkınmaya yöneltmiştir. Artık Japon dış politikası, ekonomik dış politika ile eşdeğer anlama gelmiştir. ABD’nin Asya’da komünizmin yayılmasını engelleme stratejisi ilk olarak 1950’de patlak veren Kore Savaşı’nda uygulanmıştır. Başkan Henry Truman ABD`nin Asya’daki rolü ve Japonya ve Filipinler’deki üslerin güvenliği açısından Güney Kore’yi savunmaya karar vermiştir. ABD’nin Pasifik ve Asya’daki mücadele verdiği diğer alanlar ise Rusya ile yaşanan gelişmeler, Tayvan’ın bağımsızlığının korunması meselesi, Vietnam’daki çatışmalar olmuştur. ABD, bununla birlikte Asya’daki komünist yayılmaya karşı NATO’nun Asya versiyonu olarak adlandırılabilecek SEATO’yu kurmuş ve ABD, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Tayland ve Pakistan bu güvenlik örgütüne üye olmuşlardır.

Soğuk Savaş Sonrası Pasifik’te ABD

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD hala Pasifik ve Asya’da belirli bir politkayı gütmeye devam etmiş olsa da bu bölgelerde bulunan devletlerle ortak bir oluşumda bulunma zemini oluşmamıştır. 1993 yılında bölgenin hükümet ve devlet başkanlarının katıldığı bir toplantıda Başkan Bill Clinton Pasifik Topluluğu teklifini sunarak yeni bir açılım getirmiştir. Fakat Avrupa’da olduğu gibi işbirlikçi bir yaklaşımın yerine daha çok rekabetçi ve mesafeli bir anlayışın benimsendiği Asya’da gerçek bir buluşma mümkün olmamıştır. Soğuk Savaş dönemi boyunca güvenliğini ABD’ye emanet eden Japonya, değişen dengeler ve büyüyen bir Çin ve Rusya tehlikesi karşısında, tarihi tecrübeleri ve ABD’nin coğrafi konumunu da göz önüne alarak bu duruşunu daha fazla koruyamamıştır. Savunma harcamalarına daha büyük önem vermeye başlayan Japonya zamanla dünyanın üçüncü büyük savunma bütçesini kullanan ülke haline gelmiştir. ABD, 1989 yılında kurulan Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği Örgütü’nde (APEC) öncü bir rol oynamaktadır. Soğuk Savaş sona ermek üzereyken 12 ülkenin bir araya gelmesiyle kurulan APEC’in amacı Pasifik ekonomileri arasında iş birliğini derinleştirmek ve kurumsallaştırmaktı. Bugün itibariyle 21 üyeli bir yapıya kavuşan APEC, dünya nüfusunun yüzde 40’ını, dünya ticaretinin ve gayri safi milli hâsılasının (GSMH) yüzde 50’den fazlasını kapsamaktadır. APEC’in temel amacı üye ülkeler arasında ticaret ve yatırımda serbestleşme ve iktisadi alanda iş birliğini artırmaktır. Bunun yanı sıra, komünist blok dışında kalan Güneydoğu Asya ülkelerinin 1967 yılında kurduğu Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) Asya’daki en başarılı bölgesel örgüt niteliğini taşımaktadır. Endonezya’nın liderliğini yaptığı ASEAN, tüm Asya kıtasını kapsayacak bir şemsiye örgüt haline gelme yolunda adımlar atmaktadır. 1999 yılında kurumsallaşan ASEAN Artı Üç oluşumu Güneydoğu Asya ülkeleriyle Çin, Japonya ve Güney Kore aras›ndaki iş birliğini derinleştirmektedir. İlki 2005 yılında yapılan Doğu Asya Zirveleri ise 10 ASEAN ülkesiyle birlikte Çin, Japonya, Güney Kore, Hindistan, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı bir araya getirmekteydi. 2011 yılında ABD ve Rusya’nın katı- lımıyla birlikte üye sayısı 18’e çıkmıştır. Yine ASEAN’ın himayesinde 1994 yılında oluşturulan ASEAN Bölgesel Forumu tüm Asya-Pasifik ülkelerinin yanı sıra Avrupa Birliği üyelerini bir araya getirmektedir. Bununla birlikte Asya ülkeleri, aralarındaki güven eksikliğinden dolayı siyasi entegrasyon konusunu ağırdan almaktadırlar. Bu açıdan Başkan Bill Clinton’un Pasifik Topluluğu kurulması fikri bir ilgisizlikle karşılanması beklenen bir durumdu. Asyalı devletler ABD’nin ne tamamen Asya’dan çekilmesini ne de yoğun bir şekilde bölge işlerine karışmasını istemektedirler. Böyle bir ortamda ABD’nin olaylara yön verebilme kabiliyeti, Asya’nın belli başlı ülkeleriyle kurduğu ikili ilişkilere bağlı olacaktır. Bu açıdan ABD’nin Çin, Japonya ve Hindistan ile kuracağı ikili ilşkiler büyük önem taşımaktadır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.