Açıköğretim Ders Notları

Akdeniz Uygarlıkları Sanatı Dersi 1. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Akdeniz Uygarlıkları Sanatı Dersi 1. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Geçmişten Geleceğe Akdeniz Dünyası

Giriş

Her şeyin on dördüncü yüzyıldan sonra hızla değiştiği Akdeniz dünyasının kuzeyinde, ondan farklı ikinci bir dünya belirdi. Bu dünya Atlantik Denizi ötesinde bir yeni dünya yarattı. Bununla da yetinmedi, hızını alamayıp dünyanın dört bir yanına yayıldı. Akdeniz dünyası onun içinde bir köşede dört bir yandan kuşatılmış halde kaldı, önemsizleşti, gözden kaçar oldu. Kısacası, eskiden Avrupa’yı gölgesinde bırakan Akdeniz dünyası, hem gerçekten hem de tarih yazım alışkanlığı nedeniyle zamanla Avrupa’nın gölgesinde gözden uzak kalmıştı. Aslında günümüz de dâhil olmak üzere Avrupa uygarlığı merkezli dünyanın gölgesi Akdeniz dünyasının üzerine tarihte birkaç kez düşmüştü.

İlk olarak, Haçlı Seferleri sırasında Haçlılar Bizans topraklarını yağmalayıp Kutsal Topraklar’da tutunmuşlar, Akdeniz’den Arap yayılmasıyla birlikte yüzlerce yıl dışlanmışlıklarının acısını bir süreliğine de olsa çıkarmışlardı. İkinci olarak on altıncı yüzyıl sonlarında Kuzey Avrupalı tecimenler, İtalyan limanlarında gemileriyle boy gösterdiler ama henüz Akdeniz ticaretindeki paylarını artıramadan on yedinci yüzyıl kriziyle birlikte geri çekilip okyanus ötesi coğrafyalara yöneldiler. Böylece Akdeniz dünyasını kendi başına bıraktılar. Üçüncü kez, on dokuzuncu yüzyılda Sanayi Devrimi ile özgüveni ve gücü artmış Avrupalıların gölgesi, Akdeniz dünyasının üzerine bu kez bir karabasan gibi düştü. Fransız Napolyon’un Mısır seferiyle birlikte açılan bu çığırda, başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar konumlanacak yer edinme arayışına girdiler ve bir daha da yirminci yüzyılda kovulana kadar Akdeniz dünyasında edindikleri yerlerden ayrılmadılar. Bu uzun ve sancılı süreç ister istemez Akdeniz dünyasında köklü bir değişim ve yenileşmeye yol açtı.

Fernand Braudel ve Akdeniz Tarihi Yazımı

Fernand Braudel, Batı dünyasında Akdeniz dünyasıyla ilgili en temel yapıtları 1940’lı yıllarda kaleme alan tarihçilerinden biridir. Braudel bu çalışmaya başlarken Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa Devletleri arasındaki askeri ve politik gücü belirleyen en önemli iki savaş yani Preveze’den (1538) İnebahtı’ya (1571) giden tarihsel süreci Habsburg İmparatorluğu’nu İspanya’dan yöneten İkinci Philip’in Akdeniz siyaseti açısından ele almayı amaçlıyordu. Ancak Fransa’da yeni bir tarih yazımı anlayışını belirleyen Annales Okulu tarihçiliğinin üzerindeki etkisi ve özellikle de doktora tez danışmanı Lucien Febvre’in yönlendirmesiyle, çalışmasında Akdeniz’i bir sahne ve dekor gibi algılamak ve betimlemekten adım adım uzaklaşmıştır.

Annales Okulu , daha çok siyasal ve askeri olayları ve tarihi yapan yönetici kişiler yerine, uzun dönem devam eden yapısal etkenleri ve özellikleri öne çıkaran, isimsiz kitlelerin gündelik yaşamına ve anlayışına öncelik veren özgün yaklaşımıyla tarih yazımına yeni bir soluk getirmiştir. Braudel, ikinci kuşak bir Annales tarihçisidir. Sonuçta tez çalışmasında ele aldığı tarihin gerçek öznesi Akdeniz olarak ortaya çıkmıştır. Böylelikle, asıl konusu Akdeniz olan bir tarihin doğuşuyla birlikte, genel olarak tarih anlayışı da köklü bir nitelik değişikliğine uğramıştır.

Braudel’e Göre Akdeniz Dünyası

Braudel’ in Akdeniz Dünyası olarak adlandırdığı beşeri hayat ve coğrafyada:

  • Tek bir birimde tek bir ekonomik iş bölümü ile birden fazla uygarlık ve çok sayıda irili ufaklı devlet bir aradadır.
  • Akdeniz’i Akdeniz yapan şeylerin başında coğrafya vardır. Diğer coğrafik bölgelerden farklı olarak kara değil deniz ekseninde yapılanmış ve gelişmiş bir bölgedir.
  • Bu coğrafyada deniz ve kara üzerinden ulaşım her yöne ve sık sık olduğu için sınırların kesinliği yoktur.
  • Büyük oranda kendi kaynaklarıyla ayakta duran ve kendine yetebilen bir yapısı vardır.
  • Deniz taşımacılığı yaşamsal önem taşır ve kendi gemileriyle gerçekleştirilmiştir.
  • 60 – 70 milyonluk bir nüfusu barındırmıştır.

Akdeniz Dünyasında Doğu-Batı Ekseni

Braudel, Akdeniz dünyasını, gerek konum gerekse ulaşım özgürlüğü, ticaret serbestliği, kentler ağı ve tamamlayıcı etmen olan nüfusuyla tek bir birim olarak kabul etmiş ve bunu vurgulamıştır. Akdeniz’in tek bir denizden ibaret sayılamayacağını, adalarla, yarımadalarla, yer yer girintili çıkıntılı kıyılarla ayrıştırılmış bir denizler bileşkesinden oluştuğunu belirtmiştir.

Braudel’e göre, Akdeniz’i iki Akdeniz olarak tanımlamak yanlış olmaz. Doğu ve Batı olarak ayırdığı bu iki bölge ticari ilişkileri ve kültürel alışverişlerine rağmen görece birbirlerinden bağımsız alanlardır.

On altıncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz’in doğu yarısından batısına sızmayı başarmıştı. Bu girişim İspanya İmparatorluğu için yaşamsal önemdeki ulaşım yollarını tehdit ediyordu. Kuzey Afrika korsanlığı bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı deniz gücü sızmadığı sürece, Akdeniz’in batısında İspanyol egemenliği sağlanmış oluyordu. Özellikle İkinci Philip Dönemi’nin İspanya politikası da Osmanlıları yeniden Akdeniz’in doğusuna hapsetmek amacını güdüyordu. Öyleyse on altıncı yüzyılda ve özellikle 1534-1545 döneminde asıl sorun, Osmanlı İmparatorluğu’nun Barbaros’un öncülüğünde, Kuzey Afrika korsanlarıyla dayanışma içinde Sicilya- Malta-Tunus çizgisinden batıya sızarak dengeleri altüst etmesinden, Braudel’in deyişiyle nerdeyse bütün Akdeniz’e egemen olmasından kaynaklanmıştır.

Coğrafyada İtalya, Tarihte Roma

İtalya, her iki kıyısı da Akdeniz’de tek yarımadadır. Antik Çağ’da güney bölgeleri kuzey bölgelerine baskın bir durumdadır. Modern Çağ’da ise kuzey bölgeleri güneyi boyunduruğu altına almıştır (Risorgimento Uzlaşısı).

İtalya coğrafyasının bir tasarımı olan Roma İmparatorluğu ve Kartaca arasında yaşanan Pön Savaşları (MÖ 264-146) ile Batı Akdeniz Roma’ya boyun eğmiştir. Roma İmparatorluğu, Akdeniz’i bir dünya haline getiren medeniyettir. Roma İmparatorluğu, Akdeniz’in tarihinde bütün bölgeleri siyasal anlamda tek çatı altına toplamış ve siyasal birlik kazandırmış tek uygarlıktır. Roma mimarisinin etkileri her bölgede gözlemlenir. İktisadi iş bölümü de pekiştirilmiştir. Akdeniz ülkelerinin kendine yetmesi ile diğer ülkelerle coğrafi bağları önem kaybetmiştir. Roma çağı haritaları birer yollar haritası (itinereria) olma özelliğini taşır. Bu sayede denize kendilerinden öncekilerden de çok egemen olunmuşlardır.

Roma İmparatorluğu ve Akdeniz’inin Kırılma Çizgisi

Siyasal anlamda Akdeniz’in birleşmesine rağmen bölgeler arasındaki toplumsal ve iktisadi farklılıklar bir noktada yeniden bir bölünmeyi beraberinde getirmiştir. Roma İmparatorluğu batı ve doğuda farklı politikalar izlemiştir. Roma İmparatorluğu’nun temel politikası özünde köleciliğe dayanan savaş yöntemiyle bir yandan toprak genişletmek bir yandan da köle edinmek ve bu coğrafyada büyük çiftliklere dayalı tarımı genişletmek olan toplumsal bir sistemdir. Bu doğrultuda:

  • Batı Roma İmparatorluğu, kölecilik toprak kazanma politikalarının yeni arayışlarında tıkanıp ekonomik sebeplerle çökmüştür. Bu dönemde güneyden Arap-İslam güçlerinin yayılması sürecinde Batı Akdeniz bir Arap-İslam gölüne dönmüştür.
  • Doğu Roma İmparatorluğu ise kölecilik sistemini esas almayan daha yoksul ekonomik yapısıyla ayakta kalmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarını esnek bir savunma anlayışıyla korumuştur. Daralıp genişlerken düşmanlarını kendi içine katıp eritmeyi amaçlamıştır. Bu sayede yüzyıllar boyunca ayakta kalmıştır.

Roma’dan Önceki Akdeniz Dünyası

Doğu Roma İmparatorluğu’nun farklı yazgısının altında yatan etken, Doğu Akdeniz’in Roma dönemi öncesine uzanan kalıtıdır. Buradan yola çıkarak, Roma öncesi Akdeniz dünyasında Fenike ve Yunan yayılmacılığının büyük ölçüde karaya değil denize dayandığı söylenebilir. Liman kentleri ve koloniler arasında kurulan güçlü ve girift bağlar sonucu o zamanki Akdeniz neredeyse bir anlamda örülmüş ya da dokunmuştu. Hiçbir siyasal gücün tek başına egemen olmadığı, ticaret yolları üzerinde para ekonomisinin geliştiği, tarımda küçük mülkiyetin yaygın olduğu bu Akdeniz dünyası, büyük ölçüde kıyılarda yoğunlaşmış bir dünyaydı.

Yunan Antik çağında bu dünyanın Karadeniz’le bağları büsbütün artmış, buna karşılık Batı Akdeniz’le bağlantıları cılız kalmıştır. Bu öylesine güçlü bir gidişti ki neden sonra ancak Roma bu gidişi değiştirerek Akdeniz’in kendi içinde bütünleşmesini öne çıkarabilmiştir. Antik Yunan dünyasına son biçimini veren Büyük İskender, bir anlamda Doğu Akdeniz’de, daha sonra ise Roma’ya örnek olabilecek bir siyasal tasarımın nereye kadar gidebileceğinin de ipuçlarını vermiştir. Büyük İskender’in eski uygarlıkların beşiğinde kalıcı kılmayı başaramadığı tasarımı, Roma daha sonra Batı Akdeniz’in görece el değmemiş alanında gerçekleştirmiştir.

Büyük İskender İmparatorluğu, Hindistan’a doğru uzanmayı amaçlayarak aslında uygarlığın en eski beşiğine geri dönüşü simgeliyordu. Eğer Büyük İskender doğuyla batıyı birleştirip harmanlayacak tek bir imparatorluk kurma ve yaşatma düşünü kalıcı biçimde gerçekleştirebilseydi, belki de Roma İmparatorluğu’na hiç gerek kalmayacaktı. Böyle bir siyasal birimin Mezopotamya çatalına yerleşecek coğrafyasında Doğu Akdeniz, tıpkı eski Kutsal Kitaplar çağında olduğu gibi, Eski Mısırlıların ve Yahudilerin yüzlerini döndüğü o zamanki adıyla Kızıldeniz’in ama gerçekte bugünkü adıyla Hint Okyanusu’nun bir çevresel unsuru olma konumunda kalacaktı. Burada önemli olan geçmişe duyulan özlem değil, Hint Okyanusu aracılığıyla süregelen Asya ticaretinin önemiydi ki bu önem İskender’den sonra azalmamış artmıştır.

Büyük İskender’in ticaret yollarına egemen olma arzusu ve evrensel bir imparatorluk kurma ülküsü ise bu bölgenin kıyı şeridi ülkelerini birbirlerine daha önce olmadıkları kadar yakınlaştırmıştır. İskender’in ölümünden sonra bölge yine siyasi birliğini kaybetmiştir. O dönemde buranın en önemli ticaret ve kültür merkezi İskenderiye’dir.

Zaman İçinde Değişen Doğu Akdeniz Denklemi

Doğu Akdeniz’de önceki dönemden farklı olarak kara Yunanistan’ı önemsizleşmişti, sonraki dönemden farklı olarak da İstanbul henüz yer almıyordu. Roma İmparatorluğu bu coğrafyaya İstanbul’u sonradan ve bilinçli bir çabayla eklemiştir. İstanbul’un Doğu Akdeniz’e egemen olabilmesi için siyasal merkezlik edebileceği bir imparatorluğun bu kentin çevresinde konuşlanması şarttı. Helenistik çağ ve zaman zaman Roma döneminde öne çıkan İskenderiye olgusu bu açıdan anlamlıdır.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun, Roma İmparatorluğu’nun tek varisi olmasından kaynaklanan çok elverişli koşullara karşın, İtalya’nın ancak küçük bir kısmında, o da bir süre için tutunabilmiş olması, beşeri ve kültürel sınır çizgisinin yapısal sağlamlığını kanıtlar. Bu yargıyı pekiştiren diğer bir gözlem ise; Bizans İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında iki İtalyan şehir devleti, Ceneviz ve Venedik’in gittikçe yoğunlaşan bir rekabet içine girerek Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de iktisadi etkilerini arttırmalarıdır. Eğer bu şehir devletleri bölge üzerindeki iktisadi nüfuzlarını siyasal bir yapılanma ile örtüştürebilselerdi, İtalya yarımadasının Doğu Akdeniz’e dâhil ve egemen olduğu bir birim söz konusu olabilecekti. Ancak hem Venedik hem de Ceneviz ancak ve ancak Bizans İmparatorluğu’nun ve Anadolu’da yayılan Türk beyliklerinin siyasal gücünden destek alarak bölgeye dışsal güçler olarak nüfus edebilmişlerdir.

Akdeniz’de Bir Ege

Akdeniz, bir adalar denizidir. Kıbrıs, Rodos, Girit, Malta, Korfu, Cebelitarık büyük ve stratejik adalardır. Bu adalar zaman zaman uzak dış ülkelerin (İtalya, İngiltere) egemenliğine girmişlerdir. Bu adaların iktisadi üretim yapıları da dışa dönük nitelik taşımıştır. Akdeniz’i Doğu, Batı ve Orta Akdeniz olarak üç parçaya ayırmak mümkündür. Bu üç parça birbiriyle karşılaştırıldığında, ikisinin birbirine benzer ve dolayısıyla üçüncüden değişik olduğu hemen fark edilecektir. Gerçekten de, gerek Batı Akdeniz gerekse Karadeniz, adalar açısından oldukça yoksul coğrafyalardır. Batı Akdeniz’de İspanya yarımadası açıklarındaki Balear adaları ile Korsika ve Sardinya hem karayla bağlantıları açısından hem de stratejik bakımdan elverişsiz konumları nedeniyle genel olarak tarihte pek bir önem taşımamışlardır. Sardinya adası, özellikle tarihte taşın altın olduğu yazı öncesi dönemde, tıpkı Malta gibi, Akdeniz dünyasında karmaşık etkileşimlere girmiş ve önemli bir rol oynamıştır. Buna karşılık, Doğu Akdeniz çok farklı bir görünüm sergiler. Burada adalar doğal bir donanma gibi dizilmişlerdir ve bu nitelikleriyle uygarlığın kolay ve çabuk yayılmasını sağladıkları gibi stratejik açıdan yaşamsal önem taşımışlardır. Doğu Akdeniz’in, Akdeniz’in diğer iki kesitinden bu gözle görülür farkı büyük ölçüde Ege Denizi denen, Anadolu ile kara Yunanistan’ı arasındaki çanaktan kaynaklanır. Lübnan Dağı denen bölgenin Suriye’den kopuk hali de bir ada gibi düşünülecek olursa, ondan uzanan Kıbrıs, Rodos ve Girit zincirinin hemen kuzeyinde, Ege Denizi’nde binlerce irili ufaklı ada daha vardır. Ege Denizi’nin bu niteliği Doğu Akdeniz’i Akdeniz’in öteki iki parçasından ayrıştırmakla kalmamış, aynı zamanda Antik Çağ Yunan uygarlığının gelişimini de belirlemiştir. Deniz ulaşım ve taşımacılığının karadaki benzerlerinden çok daha kolay ve ucuz olduğu bir dönemde bu özellik, yöreye gözle görülür bir karşılaştırmalı üstünlük sağlamıştır.

En Eski Akdeniz ya da Derin Akdeniz

Akdeniz yaklaşık 150 milyon yıl önce Avrupa ve Afrika kıtalarının ayrışıp birbirinden uzaklaşmasıyla oluşmuştur. Akdeniz diğer denizlere göre daha gençtir bu yüzden de çevresindeki yerleşimde öyledir. Bu bölgenin tarih öncesi dönemleri de birkaç açıdan önemlidir.

İlkin, Akdeniz dünyasının olmazsa olmaz ortak paydaları o zaman ortaya çıkmıştır. İnsan-coğrafya ilişkisi o zaman biçimlenmiş. Denizin insanın yazgısını belirleyici öyküsü o zaman başlamış, insanın denizi kullanmayı başarmasıyla en az göçerlikten tarıma geçiş kadar önemli bir devrim gerçekleşmiş. O güne kadar av hayvanlarının çok bol olduğu Doğu Afrika ve Kuzey Avrupa gibi yerler insanlara Akdeniz’e göre çok daha çekici gelirken, insanın denize egemenliğiyle birlikte birdenbire Akdeniz’in çekiciliği artmış, iklim koşulları da bunu büsbütün pekiştirmiş. Hele ki Akdeniz’in balık nedeniyle besin kaynağı, ulaşılabilirlik nedeniyle de taşımacılık olanağı sunmasıyla yeni bir devir açılmış. Gündelik yaşamın gelgitleri o izleri binlerce yıldır taşıya gelmiş. İkincisi, Tarih öncesi dönemin birikimi sayesinde kültür ve medeniyet yükselmiştir. Roma İmparatorluğu döneminde görsel ve somut bir nitelik kazanmıştır. Üçüncü önemli nokta; Akdeniz dünyasının, ışığın geldiği yönden, yani doğudan aydınlandığı, bunun kültürel gelişme ve uygarlığımızın tarihsel seyri açısından da böyle olduğu varsayılmıştır. Tarihsel devirler için geçerli olan bu gerçeği, bütün zaman dilimlerine genellemek yanlıştır. Yirminci yüzyılın ortalarından beri peş peşe gerçekleşen bulgular, tarih öncesi Akdeniz dünyasında, özellikle yerleşik yaşama geçilmeden önceki çağlarda, konargöçer avcılık toplayıcılığın yaygın yaşam biçimi olduğu dönemde batının çok önemli rol oynadığını gösteriyor.

Akdeniz Kimliği ve Halikarnas Balıkçısı

Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı (1886-1973) gençliğinde Robert Koleji ve Oxford Üniversitesi gibi seçkin kurumlarda eğitim almasına karşın Batı Kültürü yerine içinde yaşadığı Akdeniz kültürünü anlamaya ve yansıtmaya çalışan bir aydındır. Roman, öykü, inceleme ve deneme türlerinde, yöredeki yaşamı konu alan sayısız yapıt vermiştir. Balıkçı, roman ve öyküleriyle Türk yazınına Akdeniz’i getirip yerleştiren kişidir. Akdeniz odaklı bir yaşam felsefesine sahiptir.

Ülkemizde yakın geçmişte doğmuş en özgün düşünsel hareket olan “Mavi” hareketine yol açmıştır. Bu hareket düşünceyi gezi ve gözlemle birleştirmeye odaklıdır. Halikarnas Balıkçısı, Akdeniz’i altıncı kıta olarak nitelendirmiştir.

Braudel’in açtığı yoldan ilerleyen pek çok düşün insanı Akdeniz kimliğini sorgularken, 1960’larda Batı uygarlığının tek ve üstün uygarlık olduğu savı eleştirilere uğramıştır. 1980’lerde doğusalcılık konulu kitabıyla (Orientalism) büyük tartışma yaratacak Filistinli Edward Said’in öncülü olan Mısırlı Anuar Abdel-Malek, uygarlıkların çoğulluğunu vurgulayarak Avrupa’nın kendinden görmediği ötekileri için uygarlık tasarımı geliştirdiği düşüncesi ile dünyada ilgi çekmiştir. İşte bu bağlamda, Akdeniz’i bir uygarlık beşiği olarak irdelemek düşüncesi gündeme geldiğinde, Halikarnas Balıkçısı, yarım yüzyıla yakın süredir kendi yaşam ve düşüncesinden damıttığı özgün görüşleriyle bu tartışmalara katkı yapabilecek yetkinliğe ulaşmıştı.

Dünyalığını Kaybeden Akdeniz

On dokuzuncu yüzyılda yıkılan Avrupa İmparatorlukları ve gerçekleşen Sanayi Devrimi ile ulus devletler sahneye çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu yeniden yapılanmaya çalışmaktadır. Avrupa ülkeleri yeniden Akdeniz’e sızma çabasına girmişlerdir. Akdeniz yeniden Hindistan yolu üzerinde stratejik bir kavşak olarak haritalarda belirginleşmiştir. Süveyş kanalının açılması Akdeniz’in önemini arttırmıştır. Sanayileşen ülkeler ticari açıdan bu bölgeye dikkatlerini yöneltmişlerdir. Liman kentlerinin çevresinde gelişerek yayılan modernizm ile harmanlanmış bir tür yeni Akdenizlilik , Akdeniz dünyasında kıyılar ve ard ülkeler ekseninde farklı bir ayrışma ve kutuplaşma dalgasını da birlikte getirmiştir. Braudel, Akdeniz’in Avrupa’yı ikiye böldüğünden, Güney bölgesini kendine çekip Kuzey bölgesinden kopardığını savunmuştur.

Giriş

Her şeyin on dördüncü yüzyıldan sonra hızla değiştiği Akdeniz dünyasının kuzeyinde, ondan farklı ikinci bir dünya belirdi. Bu dünya Atlantik Denizi ötesinde bir yeni dünya yarattı. Bununla da yetinmedi, hızını alamayıp dünyanın dört bir yanına yayıldı. Akdeniz dünyası onun içinde bir köşede dört bir yandan kuşatılmış halde kaldı, önemsizleşti, gözden kaçar oldu. Kısacası, eskiden Avrupa’yı gölgesinde bırakan Akdeniz dünyası, hem gerçekten hem de tarih yazım alışkanlığı nedeniyle zamanla Avrupa’nın gölgesinde gözden uzak kalmıştı. Aslında günümüz de dâhil olmak üzere Avrupa uygarlığı merkezli dünyanın gölgesi Akdeniz dünyasının üzerine tarihte birkaç kez düşmüştü.

İlk olarak, Haçlı Seferleri sırasında Haçlılar Bizans topraklarını yağmalayıp Kutsal Topraklar’da tutunmuşlar, Akdeniz’den Arap yayılmasıyla birlikte yüzlerce yıl dışlanmışlıklarının acısını bir süreliğine de olsa çıkarmışlardı. İkinci olarak on altıncı yüzyıl sonlarında Kuzey Avrupalı tecimenler, İtalyan limanlarında gemileriyle boy gösterdiler ama henüz Akdeniz ticaretindeki paylarını artıramadan on yedinci yüzyıl kriziyle birlikte geri çekilip okyanus ötesi coğrafyalara yöneldiler. Böylece Akdeniz dünyasını kendi başına bıraktılar. Üçüncü kez, on dokuzuncu yüzyılda Sanayi Devrimi ile özgüveni ve gücü artmış Avrupalıların gölgesi, Akdeniz dünyasının üzerine bu kez bir karabasan gibi düştü. Fransız Napolyon’un Mısır seferiyle birlikte açılan bu çığırda, başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar konumlanacak yer edinme arayışına girdiler ve bir daha da yirminci yüzyılda kovulana kadar Akdeniz dünyasında edindikleri yerlerden ayrılmadılar. Bu uzun ve sancılı süreç ister istemez Akdeniz dünyasında köklü bir değişim ve yenileşmeye yol açtı.

Fernand Braudel ve Akdeniz Tarihi Yazımı

Fernand Braudel, Batı dünyasında Akdeniz dünyasıyla ilgili en temel yapıtları 1940’lı yıllarda kaleme alan tarihçilerinden biridir. Braudel bu çalışmaya başlarken Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa Devletleri arasındaki askeri ve politik gücü belirleyen en önemli iki savaş yani Preveze’den (1538) İnebahtı’ya (1571) giden tarihsel süreci Habsburg İmparatorluğu’nu İspanya’dan yöneten İkinci Philip’in Akdeniz siyaseti açısından ele almayı amaçlıyordu. Ancak Fransa’da yeni bir tarih yazımı anlayışını belirleyen Annales Okulu tarihçiliğinin üzerindeki etkisi ve özellikle de doktora tez danışmanı Lucien Febvre’in yönlendirmesiyle, çalışmasında Akdeniz’i bir sahne ve dekor gibi algılamak ve betimlemekten adım adım uzaklaşmıştır.

Annales Okulu , daha çok siyasal ve askeri olayları ve tarihi yapan yönetici kişiler yerine, uzun dönem devam eden yapısal etkenleri ve özellikleri öne çıkaran, isimsiz kitlelerin gündelik yaşamına ve anlayışına öncelik veren özgün yaklaşımıyla tarih yazımına yeni bir soluk getirmiştir. Braudel, ikinci kuşak bir Annales tarihçisidir. Sonuçta tez çalışmasında ele aldığı tarihin gerçek öznesi Akdeniz olarak ortaya çıkmıştır. Böylelikle, asıl konusu Akdeniz olan bir tarihin doğuşuyla birlikte, genel olarak tarih anlayışı da köklü bir nitelik değişikliğine uğramıştır.

Braudel’e Göre Akdeniz Dünyası

Braudel’ in Akdeniz Dünyası olarak adlandırdığı beşeri hayat ve coğrafyada:

  • Tek bir birimde tek bir ekonomik iş bölümü ile birden fazla uygarlık ve çok sayıda irili ufaklı devlet bir aradadır.
  • Akdeniz’i Akdeniz yapan şeylerin başında coğrafya vardır. Diğer coğrafik bölgelerden farklı olarak kara değil deniz ekseninde yapılanmış ve gelişmiş bir bölgedir.
  • Bu coğrafyada deniz ve kara üzerinden ulaşım her yöne ve sık sık olduğu için sınırların kesinliği yoktur.
  • Büyük oranda kendi kaynaklarıyla ayakta duran ve kendine yetebilen bir yapısı vardır.
  • Deniz taşımacılığı yaşamsal önem taşır ve kendi gemileriyle gerçekleştirilmiştir.
  • 60 – 70 milyonluk bir nüfusu barındırmıştır.

Akdeniz Dünyasında Doğu-Batı Ekseni

Braudel, Akdeniz dünyasını, gerek konum gerekse ulaşım özgürlüğü, ticaret serbestliği, kentler ağı ve tamamlayıcı etmen olan nüfusuyla tek bir birim olarak kabul etmiş ve bunu vurgulamıştır. Akdeniz’in tek bir denizden ibaret sayılamayacağını, adalarla, yarımadalarla, yer yer girintili çıkıntılı kıyılarla ayrıştırılmış bir denizler bileşkesinden oluştuğunu belirtmiştir.

Braudel’e göre, Akdeniz’i iki Akdeniz olarak tanımlamak yanlış olmaz. Doğu ve Batı olarak ayırdığı bu iki bölge ticari ilişkileri ve kültürel alışverişlerine rağmen görece birbirlerinden bağımsız alanlardır.

On altıncı yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Akdeniz’in doğu yarısından batısına sızmayı başarmıştı. Bu girişim İspanya İmparatorluğu için yaşamsal önemdeki ulaşım yollarını tehdit ediyordu. Kuzey Afrika korsanlığı bir yana bırakılacak olursa, Osmanlı deniz gücü sızmadığı sürece, Akdeniz’in batısında İspanyol egemenliği sağlanmış oluyordu. Özellikle İkinci Philip Dönemi’nin İspanya politikası da Osmanlıları yeniden Akdeniz’in doğusuna hapsetmek amacını güdüyordu. Öyleyse on altıncı yüzyılda ve özellikle 1534-1545 döneminde asıl sorun, Osmanlı İmparatorluğu’nun Barbaros’un öncülüğünde, Kuzey Afrika korsanlarıyla dayanışma içinde Sicilya- Malta-Tunus çizgisinden batıya sızarak dengeleri altüst etmesinden, Braudel’in deyişiyle nerdeyse bütün Akdeniz’e egemen olmasından kaynaklanmıştır.

Coğrafyada İtalya, Tarihte Roma

İtalya, her iki kıyısı da Akdeniz’de tek yarımadadır. Antik Çağ’da güney bölgeleri kuzey bölgelerine baskın bir durumdadır. Modern Çağ’da ise kuzey bölgeleri güneyi boyunduruğu altına almıştır (Risorgimento Uzlaşısı).

İtalya coğrafyasının bir tasarımı olan Roma İmparatorluğu ve Kartaca arasında yaşanan Pön Savaşları (MÖ 264-146) ile Batı Akdeniz Roma’ya boyun eğmiştir. Roma İmparatorluğu, Akdeniz’i bir dünya haline getiren medeniyettir. Roma İmparatorluğu, Akdeniz’in tarihinde bütün bölgeleri siyasal anlamda tek çatı altına toplamış ve siyasal birlik kazandırmış tek uygarlıktır. Roma mimarisinin etkileri her bölgede gözlemlenir. İktisadi iş bölümü de pekiştirilmiştir. Akdeniz ülkelerinin kendine yetmesi ile diğer ülkelerle coğrafi bağları önem kaybetmiştir. Roma çağı haritaları birer yollar haritası (itinereria) olma özelliğini taşır. Bu sayede denize kendilerinden öncekilerden de çok egemen olunmuşlardır.

Roma İmparatorluğu ve Akdeniz’inin Kırılma Çizgisi

Siyasal anlamda Akdeniz’in birleşmesine rağmen bölgeler arasındaki toplumsal ve iktisadi farklılıklar bir noktada yeniden bir bölünmeyi beraberinde getirmiştir. Roma İmparatorluğu batı ve doğuda farklı politikalar izlemiştir. Roma İmparatorluğu’nun temel politikası özünde köleciliğe dayanan savaş yöntemiyle bir yandan toprak genişletmek bir yandan da köle edinmek ve bu coğrafyada büyük çiftliklere dayalı tarımı genişletmek olan toplumsal bir sistemdir. Bu doğrultuda:

  • Batı Roma İmparatorluğu, kölecilik toprak kazanma politikalarının yeni arayışlarında tıkanıp ekonomik sebeplerle çökmüştür. Bu dönemde güneyden Arap-İslam güçlerinin yayılması sürecinde Batı Akdeniz bir Arap-İslam gölüne dönmüştür.
  • Doğu Roma İmparatorluğu ise kölecilik sistemini esas almayan daha yoksul ekonomik yapısıyla ayakta kalmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarını esnek bir savunma anlayışıyla korumuştur. Daralıp genişlerken düşmanlarını kendi içine katıp eritmeyi amaçlamıştır. Bu sayede yüzyıllar boyunca ayakta kalmıştır.

Roma’dan Önceki Akdeniz Dünyası

Doğu Roma İmparatorluğu’nun farklı yazgısının altında yatan etken, Doğu Akdeniz’in Roma dönemi öncesine uzanan kalıtıdır. Buradan yola çıkarak, Roma öncesi Akdeniz dünyasında Fenike ve Yunan yayılmacılığının büyük ölçüde karaya değil denize dayandığı söylenebilir. Liman kentleri ve koloniler arasında kurulan güçlü ve girift bağlar sonucu o zamanki Akdeniz neredeyse bir anlamda örülmüş ya da dokunmuştu. Hiçbir siyasal gücün tek başına egemen olmadığı, ticaret yolları üzerinde para ekonomisinin geliştiği, tarımda küçük mülkiyetin yaygın olduğu bu Akdeniz dünyası, büyük ölçüde kıyılarda yoğunlaşmış bir dünyaydı.

Yunan Antik çağında bu dünyanın Karadeniz’le bağları büsbütün artmış, buna karşılık Batı Akdeniz’le bağlantıları cılız kalmıştır. Bu öylesine güçlü bir gidişti ki neden sonra ancak Roma bu gidişi değiştirerek Akdeniz’in kendi içinde bütünleşmesini öne çıkarabilmiştir. Antik Yunan dünyasına son biçimini veren Büyük İskender, bir anlamda Doğu Akdeniz’de, daha sonra ise Roma’ya örnek olabilecek bir siyasal tasarımın nereye kadar gidebileceğinin de ipuçlarını vermiştir. Büyük İskender’in eski uygarlıkların beşiğinde kalıcı kılmayı başaramadığı tasarımı, Roma daha sonra Batı Akdeniz’in görece el değmemiş alanında gerçekleştirmiştir.

Büyük İskender İmparatorluğu, Hindistan’a doğru uzanmayı amaçlayarak aslında uygarlığın en eski beşiğine geri dönüşü simgeliyordu. Eğer Büyük İskender doğuyla batıyı birleştirip harmanlayacak tek bir imparatorluk kurma ve yaşatma düşünü kalıcı biçimde gerçekleştirebilseydi, belki de Roma İmparatorluğu’na hiç gerek kalmayacaktı. Böyle bir siyasal birimin Mezopotamya çatalına yerleşecek coğrafyasında Doğu Akdeniz, tıpkı eski Kutsal Kitaplar çağında olduğu gibi, Eski Mısırlıların ve Yahudilerin yüzlerini döndüğü o zamanki adıyla Kızıldeniz’in ama gerçekte bugünkü adıyla Hint Okyanusu’nun bir çevresel unsuru olma konumunda kalacaktı. Burada önemli olan geçmişe duyulan özlem değil, Hint Okyanusu aracılığıyla süregelen Asya ticaretinin önemiydi ki bu önem İskender’den sonra azalmamış artmıştır.

Büyük İskender’in ticaret yollarına egemen olma arzusu ve evrensel bir imparatorluk kurma ülküsü ise bu bölgenin kıyı şeridi ülkelerini birbirlerine daha önce olmadıkları kadar yakınlaştırmıştır. İskender’in ölümünden sonra bölge yine siyasi birliğini kaybetmiştir. O dönemde buranın en önemli ticaret ve kültür merkezi İskenderiye’dir.

Zaman İçinde Değişen Doğu Akdeniz Denklemi

Doğu Akdeniz’de önceki dönemden farklı olarak kara Yunanistan’ı önemsizleşmişti, sonraki dönemden farklı olarak da İstanbul henüz yer almıyordu. Roma İmparatorluğu bu coğrafyaya İstanbul’u sonradan ve bilinçli bir çabayla eklemiştir. İstanbul’un Doğu Akdeniz’e egemen olabilmesi için siyasal merkezlik edebileceği bir imparatorluğun bu kentin çevresinde konuşlanması şarttı. Helenistik çağ ve zaman zaman Roma döneminde öne çıkan İskenderiye olgusu bu açıdan anlamlıdır.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun, Roma İmparatorluğu’nun tek varisi olmasından kaynaklanan çok elverişli koşullara karşın, İtalya’nın ancak küçük bir kısmında, o da bir süre için tutunabilmiş olması, beşeri ve kültürel sınır çizgisinin yapısal sağlamlığını kanıtlar. Bu yargıyı pekiştiren diğer bir gözlem ise; Bizans İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında iki İtalyan şehir devleti, Ceneviz ve Venedik’in gittikçe yoğunlaşan bir rekabet içine girerek Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de iktisadi etkilerini arttırmalarıdır. Eğer bu şehir devletleri bölge üzerindeki iktisadi nüfuzlarını siyasal bir yapılanma ile örtüştürebilselerdi, İtalya yarımadasının Doğu Akdeniz’e dâhil ve egemen olduğu bir birim söz konusu olabilecekti. Ancak hem Venedik hem de Ceneviz ancak ve ancak Bizans İmparatorluğu’nun ve Anadolu’da yayılan Türk beyliklerinin siyasal gücünden destek alarak bölgeye dışsal güçler olarak nüfus edebilmişlerdir.

Akdeniz’de Bir Ege

Akdeniz, bir adalar denizidir. Kıbrıs, Rodos, Girit, Malta, Korfu, Cebelitarık büyük ve stratejik adalardır. Bu adalar zaman zaman uzak dış ülkelerin (İtalya, İngiltere) egemenliğine girmişlerdir. Bu adaların iktisadi üretim yapıları da dışa dönük nitelik taşımıştır. Akdeniz’i Doğu, Batı ve Orta Akdeniz olarak üç parçaya ayırmak mümkündür. Bu üç parça birbiriyle karşılaştırıldığında, ikisinin birbirine benzer ve dolayısıyla üçüncüden değişik olduğu hemen fark edilecektir. Gerçekten de, gerek Batı Akdeniz gerekse Karadeniz, adalar açısından oldukça yoksul coğrafyalardır. Batı Akdeniz’de İspanya yarımadası açıklarındaki Balear adaları ile Korsika ve Sardinya hem karayla bağlantıları açısından hem de stratejik bakımdan elverişsiz konumları nedeniyle genel olarak tarihte pek bir önem taşımamışlardır. Sardinya adası, özellikle tarihte taşın altın olduğu yazı öncesi dönemde, tıpkı Malta gibi, Akdeniz dünyasında karmaşık etkileşimlere girmiş ve önemli bir rol oynamıştır. Buna karşılık, Doğu Akdeniz çok farklı bir görünüm sergiler. Burada adalar doğal bir donanma gibi dizilmişlerdir ve bu nitelikleriyle uygarlığın kolay ve çabuk yayılmasını sağladıkları gibi stratejik açıdan yaşamsal önem taşımışlardır. Doğu Akdeniz’in, Akdeniz’in diğer iki kesitinden bu gözle görülür farkı büyük ölçüde Ege Denizi denen, Anadolu ile kara Yunanistan’ı arasındaki çanaktan kaynaklanır. Lübnan Dağı denen bölgenin Suriye’den kopuk hali de bir ada gibi düşünülecek olursa, ondan uzanan Kıbrıs, Rodos ve Girit zincirinin hemen kuzeyinde, Ege Denizi’nde binlerce irili ufaklı ada daha vardır. Ege Denizi’nin bu niteliği Doğu Akdeniz’i Akdeniz’in öteki iki parçasından ayrıştırmakla kalmamış, aynı zamanda Antik Çağ Yunan uygarlığının gelişimini de belirlemiştir. Deniz ulaşım ve taşımacılığının karadaki benzerlerinden çok daha kolay ve ucuz olduğu bir dönemde bu özellik, yöreye gözle görülür bir karşılaştırmalı üstünlük sağlamıştır.

En Eski Akdeniz ya da Derin Akdeniz

Akdeniz yaklaşık 150 milyon yıl önce Avrupa ve Afrika kıtalarının ayrışıp birbirinden uzaklaşmasıyla oluşmuştur. Akdeniz diğer denizlere göre daha gençtir bu yüzden de çevresindeki yerleşimde öyledir. Bu bölgenin tarih öncesi dönemleri de birkaç açıdan önemlidir.

İlkin, Akdeniz dünyasının olmazsa olmaz ortak paydaları o zaman ortaya çıkmıştır. İnsan-coğrafya ilişkisi o zaman biçimlenmiş. Denizin insanın yazgısını belirleyici öyküsü o zaman başlamış, insanın denizi kullanmayı başarmasıyla en az göçerlikten tarıma geçiş kadar önemli bir devrim gerçekleşmiş. O güne kadar av hayvanlarının çok bol olduğu Doğu Afrika ve Kuzey Avrupa gibi yerler insanlara Akdeniz’e göre çok daha çekici gelirken, insanın denize egemenliğiyle birlikte birdenbire Akdeniz’in çekiciliği artmış, iklim koşulları da bunu büsbütün pekiştirmiş. Hele ki Akdeniz’in balık nedeniyle besin kaynağı, ulaşılabilirlik nedeniyle de taşımacılık olanağı sunmasıyla yeni bir devir açılmış. Gündelik yaşamın gelgitleri o izleri binlerce yıldır taşıya gelmiş. İkincisi, Tarih öncesi dönemin birikimi sayesinde kültür ve medeniyet yükselmiştir. Roma İmparatorluğu döneminde görsel ve somut bir nitelik kazanmıştır. Üçüncü önemli nokta; Akdeniz dünyasının, ışığın geldiği yönden, yani doğudan aydınlandığı, bunun kültürel gelişme ve uygarlığımızın tarihsel seyri açısından da böyle olduğu varsayılmıştır. Tarihsel devirler için geçerli olan bu gerçeği, bütün zaman dilimlerine genellemek yanlıştır. Yirminci yüzyılın ortalarından beri peş peşe gerçekleşen bulgular, tarih öncesi Akdeniz dünyasında, özellikle yerleşik yaşama geçilmeden önceki çağlarda, konargöçer avcılık toplayıcılığın yaygın yaşam biçimi olduğu dönemde batının çok önemli rol oynadığını gösteriyor.

Akdeniz Kimliği ve Halikarnas Balıkçısı

Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı (1886-1973) gençliğinde Robert Koleji ve Oxford Üniversitesi gibi seçkin kurumlarda eğitim almasına karşın Batı Kültürü yerine içinde yaşadığı Akdeniz kültürünü anlamaya ve yansıtmaya çalışan bir aydındır. Roman, öykü, inceleme ve deneme türlerinde, yöredeki yaşamı konu alan sayısız yapıt vermiştir. Balıkçı, roman ve öyküleriyle Türk yazınına Akdeniz’i getirip yerleştiren kişidir. Akdeniz odaklı bir yaşam felsefesine sahiptir.

Ülkemizde yakın geçmişte doğmuş en özgün düşünsel hareket olan “Mavi” hareketine yol açmıştır. Bu hareket düşünceyi gezi ve gözlemle birleştirmeye odaklıdır. Halikarnas Balıkçısı, Akdeniz’i altıncı kıta olarak nitelendirmiştir.

Braudel’in açtığı yoldan ilerleyen pek çok düşün insanı Akdeniz kimliğini sorgularken, 1960’larda Batı uygarlığının tek ve üstün uygarlık olduğu savı eleştirilere uğramıştır. 1980’lerde doğusalcılık konulu kitabıyla (Orientalism) büyük tartışma yaratacak Filistinli Edward Said’in öncülü olan Mısırlı Anuar Abdel-Malek, uygarlıkların çoğulluğunu vurgulayarak Avrupa’nın kendinden görmediği ötekileri için uygarlık tasarımı geliştirdiği düşüncesi ile dünyada ilgi çekmiştir. İşte bu bağlamda, Akdeniz’i bir uygarlık beşiği olarak irdelemek düşüncesi gündeme geldiğinde, Halikarnas Balıkçısı, yarım yüzyıla yakın süredir kendi yaşam ve düşüncesinden damıttığı özgün görüşleriyle bu tartışmalara katkı yapabilecek yetkinliğe ulaşmıştı.

Dünyalığını Kaybeden Akdeniz

On dokuzuncu yüzyılda yıkılan Avrupa İmparatorlukları ve gerçekleşen Sanayi Devrimi ile ulus devletler sahneye çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu yeniden yapılanmaya çalışmaktadır. Avrupa ülkeleri yeniden Akdeniz’e sızma çabasına girmişlerdir. Akdeniz yeniden Hindistan yolu üzerinde stratejik bir kavşak olarak haritalarda belirginleşmiştir. Süveyş kanalının açılması Akdeniz’in önemini arttırmıştır. Sanayileşen ülkeler ticari açıdan bu bölgeye dikkatlerini yöneltmişlerdir. Liman kentlerinin çevresinde gelişerek yayılan modernizm ile harmanlanmış bir tür yeni Akdenizlilik , Akdeniz dünyasında kıyılar ve ard ülkeler ekseninde farklı bir ayrışma ve kutuplaşma dalgasını da birlikte getirmiştir. Braudel, Akdeniz’in Avrupa’yı ikiye böldüğünden, Güney bölgesini kendine çekip Kuzey bölgesinden kopardığını savunmuştur.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.