Açıköğretim Ders Notları

Adalet Meslek Etiği Dersi 4. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden Adalet Meslek Etiği Dersi 4. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Bir Etik Kavram Olarak İnsan Hakları

İnsan Hakları

İnsan hakları kavramı ve insan haklarının korunmasına ilişkin meseleler tartışılmadan evvel neden “insan hakları” kavramının seçildiğinin sorulması yerinde olur. Çünkü insan hakları dendiğinde akla gelen hak ve özgürlüklerden pek çoğu başka kavramlarla hukuk düzeninde yerini almıştır. Bunlardan kavramlardan bazıları temel haklar, kişi özgürlükleri, kamu özgürlükleri, yurttaş haklarıdır. Dikkat edilirse bu kavramların hepsi de sınırlı bir içeriğe göndermede bulunur. İnsan hakları kavramı ise doğrudan hakların ve özgürlüklerin hem sahiplerini hem de muhataplarını ifade eder. İnsan hakları kavramı, yürürlükteki hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın, ayrım gözetmeksizin tüm insanların sahip olması gerekli sayılan bütün hak ve özgürlükleri ifade eder, pozitif hukukun dışında ve üstünde bir anlam taşır. Yalnız “olan”ı değil, olması gerekeni de içine alır. Öyle ki kamu otoritelerince reddedilen bazı hak kategorileri bile “insan hakları” kavramının çerçevesinden sürülüp çıkartılmış sayılmazlar. Böylece belirli bir siyasal coğrafya ve tarihsel dönemdeki bir rejim veya otorite reddetse ya da tanımazlıktan gelse bile, insan hakları kavramı bunlara aşkınlığını, yani zamanı ve kültürel mekanı aşan evrenselliğini korumuş olur.

Bu tanımdan çıkarılabilecek birkaç sonuç vardır. Bunlardan ilki, insan hakları dendiğinde, sözü geçen hakkın başkaca koşul aranmaksızın “insan”ın sahip olduğudur. Bir insan hakkına sahip olmak için, insan olarak doğmuş olmak yeterlidir. Kişinin iyi olması, kötü olması, yurttaş olması, yabancı olması, suçlu olması, dürüst olması gibi kimi sıfatları önem taşımadığı gibi, cinsiyeti, cinsel yönelimi, dini inancı, siyasi görüşü, ekonomik durumu yahut engelli olup olmaması gibi özellikleri de önem taşımaz. Bir insan hakkı söz konusu olduğunda önemli olan tek şey hak sahibinin insan olmasıdır. Buradaki insan sözcüğü, mutlak hatta evrensel anlamda tanınan kişidir.

Yukarıdaki tanımdan çıkarılabilecek ikinci sonuç, bir insan hakkının “hak” sayılabilmesi için anayasada, kanunlarda yer alması; o kanunun ya da anayasanın yürürlükte olması aranmamasıdır. İnsan hakları, yürürlükteki hukuktan bağımsızdır, yani düzenlenmese de olur. İnsan hakları yürürlükteki hukukun üstündedir, yani bir yasanın insan haklarına uygun olması gerekir. Öte yandan anayasalar ve yasalarla güvence altına alınmamış, hatta hukuk kuralları tarafından yasaklanmış davranış, talep bazı tutum ve davranışlar bile insan haklarının kapsamı içinde olabilmektedir. Örneğin, siyasi partilerin kurulmasına izin vermeyen bir devletin yurttaşları, örgütlenme özgürlüklerini insan hakkı olarak talep edebilirler.

İnsan haklarının tanımından çıkarılabilecek diğer bir sonuç ise “olması gerekenin” işaret ettiği ideal, ahlaki boyutudur. İnsan haklarını diğer haklardan üstün kılan da bu ahlakiliğidir. Çünkü koruduğu değer, insandır. İnsan haklarının reddedilmesi, insanın insan olma niteliğinin ve kapasitesinin reddedilmesi anlamına gelir. Bu da insan onuru ve insan onuruna yakışır hayat kavramları ile ilişkilidir.

İnsan haklarının tanımından çıkarılabilecek diğer bir sonuç ise insan haklarının ayrım gözetmeksizin tüm insanların hakkı olduğudur. Burada vurgulanan eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağıdır. Eşitlik ilkesi insan haklarından yararlanmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bugün fırsatlarda ve sonuçlarda eşitlik gibi başka ilkelerle birlikte tartışınla eşitlik ilkesinin temel dayanağı insan doğmuş olmak sebebiyle eşitliktir. Fırsatlarda eşitlik, toplumun marjinal ve kırılgan kesimlerinin diğerleri ile aynı fırsatlara sahip olmasını ifade ederken; sonuçlarda eşitlik eşit koşullarda olanların eşit sonuçlara ulaşabilmesini ifade etmektedir. Ayrımcılık yasağı ise eşitlik ilkesinin içeriğinin somutlaştırılmasını, içinin doldurulmasını sağlar. Zira her insan aynı koşullarda dünyaya gelmediği gibi pek çok insan cinsiyeti, cinsel yönelimi, derisinin rengi vb gibi nedenlerle ayrımcı uygulamalara maruz kalmaktadır. Nitekim insan haklarına dair temel belgelerde ayrımcılık yasağına özel bir önem verilmektedir.

Bazı durumlarda, eşit olmayanların arasında adalet sağlanabilmesi için, dezavantajlı grup lehine ayrımcılık yapılabilir. Burada amaçlanan eşit olmayanlar arasında dengenin sağlanmasıdır bu nedenle de ayrımcılık yasağının ihlali sayılamaz. En somut örnekleri kız çocuklarının okula gönderilmesi için yapılan özel düzenlemeler, engellilerin istihdamı için koyulan kurallarda görülebilecek bu uygulamalar adaleti sağlamakla ilişkilidir ve bu uygulamalara pozitif ayrımcılık denmektedir.

İnsan Haklarının Tarihsel Gelişimi

Her ne kadar insan haklarının adının konması, bir öğreti, akademik bir disiplin halini almasının tarihi 17. yüzyıldan başlatılsa da insanlığın adalet mücadelesi insanlık tarihi kadar eskidir. Antigone’den beri tragedyalar, sanat, edebiyat ve siyaset adalet arayışındadır. Eski Yunan ve Roma’da daha çok yurttaş hakları biçimde formüle edilen haklar, adalet arayışında kaynaklarını adalete ve doğal hukuka dayandırmıştır. Ancak hemen eklenmelidir ki, sözü edilen dönemlerden neredeyse 20. yüzyıla dek aklan gelen insan “erkek”tir. Eski Yunanda Sofistler, doğal hukukun yazılı hukuktan üstün olduğunu, herkesin özgür doğduğunu ve köle doğmadıklarını savunmuştur.

Stoacıların görüşleri Cicero aracılığıyla Roma’ya taşınmış ve doğal hukuk tartışması uzun yıllar hem hukukçuları hem de yöneticileri meşgul etmiştir. Öyle ki Stoacılar, imparatorun her şeyi yapmaya hakkının olmadığını, yapılan yasaların doğal hukuka aykırı olamayacağını ve dolayısıyla imparatorun yetkilerinin sınırının doğal hukuk olduğunu savunmuştur.

16. ve 17. yüzyıllar modern-ulus devletin gelişmeye başladığı dönemdir ve bu dönemde devlet iktidarının merkezileşmesi, kural ve kurumların yeknesaklaştırılması mücadelesine özgürlük mücadeleleri eşlik etmiştir. Bu dönemde insan hakları akıl ve insan onuru çerçevesinde savunulurken; insanın devlet ortaya çıkmadan evvel de bir takım haklara sahip olduğu fikrinin kuramlaştığı dönemdir. Toplum sözleşmesi denilen ve İspanya’da ortaya atılıp daha sonra Locke, Hobbes ve Rousseau gibi düşünürlerce ayrıntılı biçimde savunulan bu kuramda devlet, onu kuran insanların birlikte yaptıkları bir sözleşmenin ürünüdür. Devletin kurulma sebebi insanların can ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu haklar zaten insanın hakkıdır. Bireylerin can ve mal güvenliğini sağlayamayan devlete itaat yükümü de yoktur. Elbette düşünürlerin farklılaştığı hususlar vardır ancak toplum sözleşmesi kuramının önemi, insanın devletten önce sahip olduğu hakları belirlemesidir; hayat, hürriyet, mülkiyet. Toplum sözleşmesi kuramı Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile Amerika kıtasındaki anayasacılık faaliyetlerini etkilemiştir. Fransız devriminden sonra tek değer olarak kabul edilen insanın bir takım haklara sahip olduğu fikri yaygın kabul görmüş; anayasaların temel haklar bölümü insan hakları dikkate alınarak hazırlanır olmuştur. Aslında tarihsel gelimine bakıldığında görülür ki insan hakları fikri daha adı konmadan evvel düşünce tarihinde filizlenmiştir; sınırlı da olsa uygulamaya geçmiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde ise insan haklarının kaynağını ahlakilikten aldığı savunulmuştur. İnsan haklarının koruduğu değerin insan olması, insan haklarını başka her türlü haktan daha özel bir konuma yerleştirir. Bu nedenle 20. yüzyıldan itibaren insanlığın siyasi iktidarlara yönelik en güçlü, en yaygın ve en etkili talebi insan haklarının gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle, bir devlet düzeninin değerlendirilmesinde insan hakları karşısında takınılan tavır belirleyici rol oynamaktadır. Başka deyişle bir rejimin meşruiyetinin ölçütü insan haklarını koruyup korumamasıdır.

İnsan Hakları Kuşakları

İnsan hakları fikrinin ortaya çıkışından ve kuramlaşmaya başlamasından itibaren insan onuruna yakışır bir hayat sürmek için gerekli hakların güvenceye alınması için sürdürülen mücadeleler hak kuşakları olarak ifade edilmiştir. Hemen belirtilmelidir ki hakların kuşaklara ayrılması, hak listelerinin tamamlandığı, bir kuşakta ifade edilen hakların bir başka kuşağa önceliği ya da üstünlüğü olduğu anlamına gelmez. Daha çok pedagojik amaçlarla yapılan bu ayrım, insan hakları mücadelesinin önemli tarihsel uğraklarına ve hakların muhataplarının belirlenmesine ilişkin tartışmalara denk düşmektedir. Buna göre, insan hakları birinci kuşak insan hakları, ikinci kuşak insan hakları ve üçüncü kuşak insan hakları başlığında incelenmektedir. Bugün dördüncü kuşak insan hakları tartışması da gündemdedir.

Birinci Kuşak Haklar (Klasik Haklar)

17. ve 18. yüzyıl düşünürlerince dile getirilen ve klasik haklar olarak da adlandırılan birinci kuşak haklar, Amerikan ve Fransız Devrimleriyle uygulamaya geçirilmiştir. Klasik hakların savunulmasının ve hayata geçirilmesinin ardında mücadele veren güç, o dönem için yeni bir sınıf olan burjuva sınıfıdır. Başlangıçta burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını savunmak için dillendirilen klasik haklar, uzun zaman önce bu kökeninden ayrılmış ve evrenselleşmiştir. Klasik hakların en önemli özelliği, kişiye devletin dokunamayacağı ve müdahale edemeyeceği özel bir alan yaratmasıdır. Devlete olumsuz bir yükümlülük; özel alana girmeme, karışmama yükümlülüğü yükleyen bu haklara Jellinek “negatif statü hakları” demektedir. Jellinek, siyasi katılıma dair hakları, oy hakkı, siyasi parti kurma, partilere üye olma gibi haklara “aktif statü hakları” demektedir.

İkinci Kuşak Haklar (Sosyal ve Ekonomik Haklar)

Sosyal ve ekonomik haklar da denilen ikinci kuşak haklar; ağır hayat şartları, yoksulluk ve insani olmayan çalışma koşulları nedeniyle insanların çoğunluğunun birinci kuşak haklardan yararlanamamaları sonucu talep edilmeye başlanmıştır. Çünkü, örneğin mülkiyet hakkı yoksullar için anlam taşımıyordu; yaşam hakkı, sağlık hizmetlerinden yararlanamayanlar için anlamsızdı. Birinci kuşak hakların sağladığı özgürlüklerden yararlanabilmek için hayat koşullarının eşit hiç değilse eşite yakın adil olması; özgür oldukları halde, yoksulluk ya da başka nedenlerle bu haklardan yararlanamayanların desteklenmesi gerekiyordu. Bu nedenle devlete “dokunma” demek yeterli değildi, devletten harekete geçmesini istemek gerekiyordu. Devletin sunmasının gerektiği düşünülen hizmetler, klasik haklardan herkesin yararlanabilmesi için hak olarak talep edildi. Birinci kuşak hakların güvence altına alınmasında burjuvazi itici güç idi, ikinci kuşak hakların güvence altına alınmasında ise itici güç işçi sınıfı güç olmuştu. Artık devletten karışmaması, hakka dokunmaması değil; aksine bu hakları sağlaması beklenmektedir. Bu nedenle Alman hukuk teorisyeni Georg Jellinek bu hakları “pozitif statü hakları” olarak adlandırmaktadır.

Üçüncü Kuşak Haklar (Dayanışma Hakları)

Üçüncü kuşak haklar II. Dünya Savaşından sonra talep edilmeye başlanmış ve içerikleri hala tartışılmaktadır. Bu haklara dayanışma hakları da denir. Çünkü üçüncü kuşak hakların hayata geçirilmeleri devletlerin, ulusal ve uluslararası örgütlerin ve insanların ortak çabasını gerektirir. Dayanışma haklarının talep edilmesini gerektiren başında, bilimsel ve teknik ilerlemenin yarattığı sorunlar gelmektedir. Çevre kirliliğinin korkunç boyutlara ulaşması, ülkelerin gelişme farklılıkları, tüm dünyada savaşların sürmesi gibi.

İnsan Haklarının Korunması

Ulusal Koruma

İnsan haklarının tanınması mücadelesi kadar eski bir mücadele de insan haklarının güvenceye alınması korunması mücadelesidir. İnsan haklarına ilişkin temel paradoks da burada karşımıza çıkar. İnsan haklarını devlet ihlal eder ama koruyacak olan da yine devlettir. Bu husus önemlidir çünkü devlet varlığını her şeyden evvel kendisini oluşturan insan topluluğuna borçludur. Buradan hareketle denilebilir ki; her iç hukuk sistemi birer koruma sistemidir. Elbette, devlet dışındaki hukuk özneleri de insanların haklarını ihlal edebilir ancak nihayetinde insanların birbirlerinin haklarını ihlal etmelerini önleme sorumluluğu da devlete düşmektedir. İnsan haklarının devlete karşı korunmasında en temel güvence, kuvvetler ayrılığına, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, çoğulcu-özgürlükçü ve demokratik bir iç hukuk sistemidir. İnsan haklarının devlete karşı korunması denilince bundan öncelikle devletin üç temel işlevi, yasama, yürütme ve yargı işlevleri bakımından korunma anlaşılır.

Uluslararası Koruma

Günümüzde insan haklarının korunması iç hukuk boyutunu çoktan aşarak uluslararası bir niteliğe bürünmüştür. II. Dünya savaşı öncesinde yaşananlar ve savaş sonrasında insanlığın gördüğü zarar, gerçekten de II. Dünya savaşında sadece insanlar değil, insanlık zarar görmüştür, insan haklarının ulusal düzeydeki düzenlemelerle korunamayacağını göstermiştir. İnsana insan olarak değer vermeyen ve insanların eşit olduğunu reddeden anlayışların daha fazla zarar vermemesi için verilen mücadeleler Birleşmiş Milletlerin kurulmasında etkili olmuştur. BM’nin 10 Aralık 1948’de kabul ettiği BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik adımların ilki ve en önemlisidir, ancak hukuken bağlayıcılığı yoktur. Buna rağmen İHEB hem anayasaların hem de yargı makamlarının en çok atıfta bulunduğu bildiridir. İnsan haklarına ilişkin hemen her tartışmada İHEB dikkate alınmaktadır. Bu kısmen metnin evrenselliğinden kısmense uluslararası adalet ihtiyacının yakıcı biçimde baş göstermesinden dolayıdır. İHEB’de sadece kişisel ve siyasal haklara değil, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara da yer verilmiş; hakların içeriği hem yargı organlarınca ama esas olarak ilgili BM organlarınca yorumlanarak genişletilmiştir.

Bölgesel koruma mekanizmaları içinde en önemlisi Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrupa Konseyi çerçevesinde yürütülen çalışmaların ürünü olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, kişisel ve siyasal hakları kapsamaktadır. Zamanla çıkarılan protokollerle sözleşmenin koruma alanı genişletilmişse de tüm hak ve özgürlükleri kapsamamakta ve korumamaktadır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “çevre hakkına” yer vermemektedir.

İnsan Hakları

İnsan hakları kavramı ve insan haklarının korunmasına ilişkin meseleler tartışılmadan evvel neden “insan hakları” kavramının seçildiğinin sorulması yerinde olur. Çünkü insan hakları dendiğinde akla gelen hak ve özgürlüklerden pek çoğu başka kavramlarla hukuk düzeninde yerini almıştır. Bunlardan kavramlardan bazıları temel haklar, kişi özgürlükleri, kamu özgürlükleri, yurttaş haklarıdır. Dikkat edilirse bu kavramların hepsi de sınırlı bir içeriğe göndermede bulunur. İnsan hakları kavramı ise doğrudan hakların ve özgürlüklerin hem sahiplerini hem de muhataplarını ifade eder. İnsan hakları kavramı, yürürlükteki hukuk tarafından tanınmış olsun olmasın, ayrım gözetmeksizin tüm insanların sahip olması gerekli sayılan bütün hak ve özgürlükleri ifade eder, pozitif hukukun dışında ve üstünde bir anlam taşır. Yalnız “olan”ı değil, olması gerekeni de içine alır. Öyle ki kamu otoritelerince reddedilen bazı hak kategorileri bile “insan hakları” kavramının çerçevesinden sürülüp çıkartılmış sayılmazlar. Böylece belirli bir siyasal coğrafya ve tarihsel dönemdeki bir rejim veya otorite reddetse ya da tanımazlıktan gelse bile, insan hakları kavramı bunlara aşkınlığını, yani zamanı ve kültürel mekanı aşan evrenselliğini korumuş olur.

Bu tanımdan çıkarılabilecek birkaç sonuç vardır. Bunlardan ilki, insan hakları dendiğinde, sözü geçen hakkın başkaca koşul aranmaksızın “insan”ın sahip olduğudur. Bir insan hakkına sahip olmak için, insan olarak doğmuş olmak yeterlidir. Kişinin iyi olması, kötü olması, yurttaş olması, yabancı olması, suçlu olması, dürüst olması gibi kimi sıfatları önem taşımadığı gibi, cinsiyeti, cinsel yönelimi, dini inancı, siyasi görüşü, ekonomik durumu yahut engelli olup olmaması gibi özellikleri de önem taşımaz. Bir insan hakkı söz konusu olduğunda önemli olan tek şey hak sahibinin insan olmasıdır. Buradaki insan sözcüğü, mutlak hatta evrensel anlamda tanınan kişidir.

Yukarıdaki tanımdan çıkarılabilecek ikinci sonuç, bir insan hakkının “hak” sayılabilmesi için anayasada, kanunlarda yer alması; o kanunun ya da anayasanın yürürlükte olması aranmamasıdır. İnsan hakları, yürürlükteki hukuktan bağımsızdır, yani düzenlenmese de olur. İnsan hakları yürürlükteki hukukun üstündedir, yani bir yasanın insan haklarına uygun olması gerekir. Öte yandan anayasalar ve yasalarla güvence altına alınmamış, hatta hukuk kuralları tarafından yasaklanmış davranış, talep bazı tutum ve davranışlar bile insan haklarının kapsamı içinde olabilmektedir. Örneğin, siyasi partilerin kurulmasına izin vermeyen bir devletin yurttaşları, örgütlenme özgürlüklerini insan hakkı olarak talep edebilirler.

İnsan haklarının tanımından çıkarılabilecek diğer bir sonuç ise “olması gerekenin” işaret ettiği ideal, ahlaki boyutudur. İnsan haklarını diğer haklardan üstün kılan da bu ahlakiliğidir. Çünkü koruduğu değer, insandır. İnsan haklarının reddedilmesi, insanın insan olma niteliğinin ve kapasitesinin reddedilmesi anlamına gelir. Bu da insan onuru ve insan onuruna yakışır hayat kavramları ile ilişkilidir.

İnsan haklarının tanımından çıkarılabilecek diğer bir sonuç ise insan haklarının ayrım gözetmeksizin tüm insanların hakkı olduğudur. Burada vurgulanan eşitlik ilkesi ve ayrımcılık yasağıdır. Eşitlik ilkesi insan haklarından yararlanmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bugün fırsatlarda ve sonuçlarda eşitlik gibi başka ilkelerle birlikte tartışınla eşitlik ilkesinin temel dayanağı insan doğmuş olmak sebebiyle eşitliktir. Fırsatlarda eşitlik, toplumun marjinal ve kırılgan kesimlerinin diğerleri ile aynı fırsatlara sahip olmasını ifade ederken; sonuçlarda eşitlik eşit koşullarda olanların eşit sonuçlara ulaşabilmesini ifade etmektedir. Ayrımcılık yasağı ise eşitlik ilkesinin içeriğinin somutlaştırılmasını, içinin doldurulmasını sağlar. Zira her insan aynı koşullarda dünyaya gelmediği gibi pek çok insan cinsiyeti, cinsel yönelimi, derisinin rengi vb gibi nedenlerle ayrımcı uygulamalara maruz kalmaktadır. Nitekim insan haklarına dair temel belgelerde ayrımcılık yasağına özel bir önem verilmektedir.

Bazı durumlarda, eşit olmayanların arasında adalet sağlanabilmesi için, dezavantajlı grup lehine ayrımcılık yapılabilir. Burada amaçlanan eşit olmayanlar arasında dengenin sağlanmasıdır bu nedenle de ayrımcılık yasağının ihlali sayılamaz. En somut örnekleri kız çocuklarının okula gönderilmesi için yapılan özel düzenlemeler, engellilerin istihdamı için koyulan kurallarda görülebilecek bu uygulamalar adaleti sağlamakla ilişkilidir ve bu uygulamalara pozitif ayrımcılık denmektedir.

İnsan Haklarının Tarihsel Gelişimi

Her ne kadar insan haklarının adının konması, bir öğreti, akademik bir disiplin halini almasının tarihi 17. yüzyıldan başlatılsa da insanlığın adalet mücadelesi insanlık tarihi kadar eskidir. Antigone’den beri tragedyalar, sanat, edebiyat ve siyaset adalet arayışındadır. Eski Yunan ve Roma’da daha çok yurttaş hakları biçimde formüle edilen haklar, adalet arayışında kaynaklarını adalete ve doğal hukuka dayandırmıştır. Ancak hemen eklenmelidir ki, sözü edilen dönemlerden neredeyse 20. yüzyıla dek aklan gelen insan “erkek”tir. Eski Yunanda Sofistler, doğal hukukun yazılı hukuktan üstün olduğunu, herkesin özgür doğduğunu ve köle doğmadıklarını savunmuştur.

Stoacıların görüşleri Cicero aracılığıyla Roma’ya taşınmış ve doğal hukuk tartışması uzun yıllar hem hukukçuları hem de yöneticileri meşgul etmiştir. Öyle ki Stoacılar, imparatorun her şeyi yapmaya hakkının olmadığını, yapılan yasaların doğal hukuka aykırı olamayacağını ve dolayısıyla imparatorun yetkilerinin sınırının doğal hukuk olduğunu savunmuştur.

16. ve 17. yüzyıllar modern-ulus devletin gelişmeye başladığı dönemdir ve bu dönemde devlet iktidarının merkezileşmesi, kural ve kurumların yeknesaklaştırılması mücadelesine özgürlük mücadeleleri eşlik etmiştir. Bu dönemde insan hakları akıl ve insan onuru çerçevesinde savunulurken; insanın devlet ortaya çıkmadan evvel de bir takım haklara sahip olduğu fikrinin kuramlaştığı dönemdir. Toplum sözleşmesi denilen ve İspanya’da ortaya atılıp daha sonra Locke, Hobbes ve Rousseau gibi düşünürlerce ayrıntılı biçimde savunulan bu kuramda devlet, onu kuran insanların birlikte yaptıkları bir sözleşmenin ürünüdür. Devletin kurulma sebebi insanların can ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Bu haklar zaten insanın hakkıdır. Bireylerin can ve mal güvenliğini sağlayamayan devlete itaat yükümü de yoktur. Elbette düşünürlerin farklılaştığı hususlar vardır ancak toplum sözleşmesi kuramının önemi, insanın devletten önce sahip olduğu hakları belirlemesidir; hayat, hürriyet, mülkiyet. Toplum sözleşmesi kuramı Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile Amerika kıtasındaki anayasacılık faaliyetlerini etkilemiştir. Fransız devriminden sonra tek değer olarak kabul edilen insanın bir takım haklara sahip olduğu fikri yaygın kabul görmüş; anayasaların temel haklar bölümü insan hakları dikkate alınarak hazırlanır olmuştur. Aslında tarihsel gelimine bakıldığında görülür ki insan hakları fikri daha adı konmadan evvel düşünce tarihinde filizlenmiştir; sınırlı da olsa uygulamaya geçmiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde ise insan haklarının kaynağını ahlakilikten aldığı savunulmuştur. İnsan haklarının koruduğu değerin insan olması, insan haklarını başka her türlü haktan daha özel bir konuma yerleştirir. Bu nedenle 20. yüzyıldan itibaren insanlığın siyasi iktidarlara yönelik en güçlü, en yaygın ve en etkili talebi insan haklarının gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle, bir devlet düzeninin değerlendirilmesinde insan hakları karşısında takınılan tavır belirleyici rol oynamaktadır. Başka deyişle bir rejimin meşruiyetinin ölçütü insan haklarını koruyup korumamasıdır.

İnsan Hakları Kuşakları

İnsan hakları fikrinin ortaya çıkışından ve kuramlaşmaya başlamasından itibaren insan onuruna yakışır bir hayat sürmek için gerekli hakların güvenceye alınması için sürdürülen mücadeleler hak kuşakları olarak ifade edilmiştir. Hemen belirtilmelidir ki hakların kuşaklara ayrılması, hak listelerinin tamamlandığı, bir kuşakta ifade edilen hakların bir başka kuşağa önceliği ya da üstünlüğü olduğu anlamına gelmez. Daha çok pedagojik amaçlarla yapılan bu ayrım, insan hakları mücadelesinin önemli tarihsel uğraklarına ve hakların muhataplarının belirlenmesine ilişkin tartışmalara denk düşmektedir. Buna göre, insan hakları birinci kuşak insan hakları, ikinci kuşak insan hakları ve üçüncü kuşak insan hakları başlığında incelenmektedir. Bugün dördüncü kuşak insan hakları tartışması da gündemdedir.

Birinci Kuşak Haklar (Klasik Haklar)

17. ve 18. yüzyıl düşünürlerince dile getirilen ve klasik haklar olarak da adlandırılan birinci kuşak haklar, Amerikan ve Fransız Devrimleriyle uygulamaya geçirilmiştir. Klasik hakların savunulmasının ve hayata geçirilmesinin ardında mücadele veren güç, o dönem için yeni bir sınıf olan burjuva sınıfıdır. Başlangıçta burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını savunmak için dillendirilen klasik haklar, uzun zaman önce bu kökeninden ayrılmış ve evrenselleşmiştir. Klasik hakların en önemli özelliği, kişiye devletin dokunamayacağı ve müdahale edemeyeceği özel bir alan yaratmasıdır. Devlete olumsuz bir yükümlülük; özel alana girmeme, karışmama yükümlülüğü yükleyen bu haklara Jellinek “negatif statü hakları” demektedir. Jellinek, siyasi katılıma dair hakları, oy hakkı, siyasi parti kurma, partilere üye olma gibi haklara “aktif statü hakları” demektedir.

İkinci Kuşak Haklar (Sosyal ve Ekonomik Haklar)

Sosyal ve ekonomik haklar da denilen ikinci kuşak haklar; ağır hayat şartları, yoksulluk ve insani olmayan çalışma koşulları nedeniyle insanların çoğunluğunun birinci kuşak haklardan yararlanamamaları sonucu talep edilmeye başlanmıştır. Çünkü, örneğin mülkiyet hakkı yoksullar için anlam taşımıyordu; yaşam hakkı, sağlık hizmetlerinden yararlanamayanlar için anlamsızdı. Birinci kuşak hakların sağladığı özgürlüklerden yararlanabilmek için hayat koşullarının eşit hiç değilse eşite yakın adil olması; özgür oldukları halde, yoksulluk ya da başka nedenlerle bu haklardan yararlanamayanların desteklenmesi gerekiyordu. Bu nedenle devlete “dokunma” demek yeterli değildi, devletten harekete geçmesini istemek gerekiyordu. Devletin sunmasının gerektiği düşünülen hizmetler, klasik haklardan herkesin yararlanabilmesi için hak olarak talep edildi. Birinci kuşak hakların güvence altına alınmasında burjuvazi itici güç idi, ikinci kuşak hakların güvence altına alınmasında ise itici güç işçi sınıfı güç olmuştu. Artık devletten karışmaması, hakka dokunmaması değil; aksine bu hakları sağlaması beklenmektedir. Bu nedenle Alman hukuk teorisyeni Georg Jellinek bu hakları “pozitif statü hakları” olarak adlandırmaktadır.

Üçüncü Kuşak Haklar (Dayanışma Hakları)

Üçüncü kuşak haklar II. Dünya Savaşından sonra talep edilmeye başlanmış ve içerikleri hala tartışılmaktadır. Bu haklara dayanışma hakları da denir. Çünkü üçüncü kuşak hakların hayata geçirilmeleri devletlerin, ulusal ve uluslararası örgütlerin ve insanların ortak çabasını gerektirir. Dayanışma haklarının talep edilmesini gerektiren başında, bilimsel ve teknik ilerlemenin yarattığı sorunlar gelmektedir. Çevre kirliliğinin korkunç boyutlara ulaşması, ülkelerin gelişme farklılıkları, tüm dünyada savaşların sürmesi gibi.

İnsan Haklarının Korunması

Ulusal Koruma

İnsan haklarının tanınması mücadelesi kadar eski bir mücadele de insan haklarının güvenceye alınması korunması mücadelesidir. İnsan haklarına ilişkin temel paradoks da burada karşımıza çıkar. İnsan haklarını devlet ihlal eder ama koruyacak olan da yine devlettir. Bu husus önemlidir çünkü devlet varlığını her şeyden evvel kendisini oluşturan insan topluluğuna borçludur. Buradan hareketle denilebilir ki; her iç hukuk sistemi birer koruma sistemidir. Elbette, devlet dışındaki hukuk özneleri de insanların haklarını ihlal edebilir ancak nihayetinde insanların birbirlerinin haklarını ihlal etmelerini önleme sorumluluğu da devlete düşmektedir. İnsan haklarının devlete karşı korunmasında en temel güvence, kuvvetler ayrılığına, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, çoğulcu-özgürlükçü ve demokratik bir iç hukuk sistemidir. İnsan haklarının devlete karşı korunması denilince bundan öncelikle devletin üç temel işlevi, yasama, yürütme ve yargı işlevleri bakımından korunma anlaşılır.

Uluslararası Koruma

Günümüzde insan haklarının korunması iç hukuk boyutunu çoktan aşarak uluslararası bir niteliğe bürünmüştür. II. Dünya savaşı öncesinde yaşananlar ve savaş sonrasında insanlığın gördüğü zarar, gerçekten de II. Dünya savaşında sadece insanlar değil, insanlık zarar görmüştür, insan haklarının ulusal düzeydeki düzenlemelerle korunamayacağını göstermiştir. İnsana insan olarak değer vermeyen ve insanların eşit olduğunu reddeden anlayışların daha fazla zarar vermemesi için verilen mücadeleler Birleşmiş Milletlerin kurulmasında etkili olmuştur. BM’nin 10 Aralık 1948’de kabul ettiği BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına yönelik adımların ilki ve en önemlisidir, ancak hukuken bağlayıcılığı yoktur. Buna rağmen İHEB hem anayasaların hem de yargı makamlarının en çok atıfta bulunduğu bildiridir. İnsan haklarına ilişkin hemen her tartışmada İHEB dikkate alınmaktadır. Bu kısmen metnin evrenselliğinden kısmense uluslararası adalet ihtiyacının yakıcı biçimde baş göstermesinden dolayıdır. İHEB’de sadece kişisel ve siyasal haklara değil, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara da yer verilmiş; hakların içeriği hem yargı organlarınca ama esas olarak ilgili BM organlarınca yorumlanarak genişletilmiştir.

Bölgesel koruma mekanizmaları içinde en önemlisi Türkiye’nin de içinde bulunduğu Avrupa Konseyi çerçevesinde yürütülen çalışmaların ürünü olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’dir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, kişisel ve siyasal hakları kapsamaktadır. Zamanla çıkarılan protokollerle sözleşmenin koruma alanı genişletilmişse de tüm hak ve özgürlükleri kapsamamakta ve korumamaktadır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “çevre hakkına” yer vermemektedir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.