Açıköğretim Ders Notları

2. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı Dersi 5. Ünite Özet

Açıköğretim ders notları öğrenciler tarafından ders çalışma esnasında hazırlanmakta olup diğer ders çalışacak öğrenciler için paylaşılmaktadır. Sizlerde hazırladığınız ders notlarını paylaşmak istiyorsanız bizlere iletebilirsiniz.

Açıköğretim derslerinden 2. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı Dersi 5. Ünite Özet için hazırlanan  ders çalışma dokümanına (ders özeti / sorularla öğrenelim) aşağıdan erişebilirsiniz. AÖF Ders Notları ile sınavlara çok daha etkili bir şekilde çalışabilirsiniz. Sınavlarınızda başarılar dileriz.

Toplumsal Faydacı Edebiyat Anlayışı: Milli Edebiyat Hareketi

Millî Edebiyat Hareketi’ne Giriş

‘Millî Edebiyat’ terimi, ilk kullanıldığı tarihten bu yana karşıladığı ve karıştığı kavramlarla birlikte düşünülmüş ve tartışılmış; ancak bir sonuca ulaşılamamasına rağmen kullanımı sürdürülmüştür. Zaman zaman da bu terim yerine ‘milliyetperver edebiyat’, ‘milliyetçi ya da Türkçü edebiyat’ terimleri tercih edilmiştir.

Millî Edebiyat, Türk edebiyatı tarihinin Osmanlı coğrafyasında 20. yüzyıl başlarının tarihî, siyasî ve fikrî hareketleri doğrultusunda gelişmiş bir edebiyat dönemini işaret etmektedir. Bu edebiyat, Osmanlı’yı etkisi altına alan milliyetçilik akımının hemen yanı başında ve imparatorluktan millî devlete geçiş yıllarında millî kimliği uyandırarak her alanda kendisini ifade etmesine uygun bir zemin hazırlamıştır.

‘Millî Edebiyat’ Terimi ve ‘Millî Edebiyat Hareketi’ Etrafında Düşünceler

“Millî Edebiyat” terimi üzerine iki ayrı düşünce mevcuttur. Birincisi, ‘Millî Edebiyat’ teriminin başlangıç ve bitişinin belli olduğu bir edebiyat anlayışını mı yoksa Türk edebiyatının tamamını mı kastettiği üzerinedir. İkincisi ise, ‘Millî Edebiyat’ terimiyle sadece Türk milliyetçiliği etrafında gelişen bir edebiyatın mı anlatılmak istendiği konusudur.

‘Millî’ olmak, bir millete özgü olma anlamını çağrıştırmaktadır. ‘Millî Edebiyat’ ise bir milletin kendi diliyle ve kendi tarihinin taşıdığı estetik ve kültürel değerlerin birleşimiyle meydana getirdiği ve yine kendi tarihiyle paralel bir zamanda ürettiği edebiyat demektir. Bu durumda sadece II. Meşrutiyet sonrasında meydana gelen edebiyatı ‘millî’ ve tarihler dışında üretilen edebiyatı ise ‘gayri millî’ olarak nitelendirmek gibi bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Oysaki milletler tarihleri boyunca tabii bir şekilde birçok farklı millet ve kültürle karşılaşırlar ve onlarla çeşitli alışverişlerde bulunurlar. Bu nedenle Türklerin İslam medeniyetiyle karşılaşmaları sonucu meydana getirdikleri ve ‘divan edebiyatı’ olarak adlandırılan edebiyata ‘gayri millî’ demek mümkün değildir. Aynı şekilde Tanzimat Fermanı’ndan sonra gelişen ve Batı taklitçisi olduğu söylenen edebiyatın da millî olmadığı söylenemez.

Her edebiyat ait olduğu milletin hem tarih boyunca kazandığı karakteristik özelliklerin ve estetik birikimleri hem de sosyal ve siyasal hayatındaki bütün arayış ve oluşumların izlerini taşır. 1908 Meşrutiyeti sonrasında Osmanlı Devleti’nin olumsuz gidişten kurtulmak için sarıldığı bütün ideolojilerin yansımaları kendini edebiyatta bulur. Bu dönemde milliyetçilik anlayışı tesiriyle Türk milletinin kendi özüne dönmesi, onu ortaya çıkararak diriltmesi ve etrafında yeni bir oluşumu başlatması sürecinde bir edebiyat meydana getirdiği görülmektedir. Bu edebiyata da içeriğinden dolayı ‘millî’ edebiyat denmiştir. Milliyetçi edebiyatla kastedilen ise doğrudan doğruya bir fikir hareketi olarak milliyetçiliğin inanan kitleler yaratmak amacıyla edebiyat üzerinden sunuş ve savunmasının yapıldığı edebiyat olmalıdır.

Millî Edebiyat, Batıdaki milliyetçilik akımlarının tesiriyle Türk milletinin millîleşme yıllarında oluşturduğu edebiyattır. Bunun için önce imparatorluk anlayışından vazgeçilmesi ve bu anlayış yüzünden millî kimliği baskılanmış olan Türklerin kendileriyle karşılaşmaları, kendilerini tanımaları ve bu kimlik etrafında toplanmaları gerekir. Türk milletinin imparatorluk anlayışından ayrılarak millî bir devlete doğru gidişi sürecinde Türklük şuurunun uyandırılması çalışmalarının büyük bir kısmı edebiyat üzerinden sürdürülmüştür. Bu durum, Türk milliyetçiliğini savunanlarla bu düşünce etrafında meydana gelen edebiyatın temsilcilerinin aynı kişiler olmasından kaynaklanmaktadır. Milletin kurtuluşunu Türk kimliği etrafında yeniden dirilmekte gören Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip gibi isimler, milliyetçiliğin fikrî söylemlerini yazdıkları eserlerde de gerçekleştirmişlerdir.

20. yüzyılın ilk çeyreği Osmanlı ülkesi için coğrafî, siyasî, fikrî pek çok önemli değişime sahne olmuştur. II. Meşrutiyet döneminde devletin içinde bulunduğu olumsuz durum yüzünden pek çok fikrî ve siyasî arayışın ve aydınların ileri sürdükleri kurtuluş önerilerinin zihinleri meşgul etmiştir. Bu yıllarda ileri sürülen Batıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve hatta Osmanlıcılık gibi eğilimler, zaman zaman birbirlerini etkileyerek ve birleşerek etki alanlarını genişletirler. Bu sebeple Millî Edebiyata sadece milliyetçilik hareketinin edebiyattaki yansıması olarak bakmamak ve bu yılları bütünüyle kavrayacak şekilde genişletmek gerekir. Sonuç olarak anlaşılmaktadır ki ‘Millî edebiyat’ terimiyle hem Türk milletinin tarihi içerisinde oluşturduğu edebiyatın bütünü hem de 20. yüzyıl başlarında millî devlete geçiş yıllarında millîleşme sürecini belirleyen edebiyat hareketi kastedilmektedir.

Millî Edebiyat’ın Sınırları

Yazarlar, sosyal ve siyasî bir önem taşıyan meselelerde görüşlerini dile getirir ve devirlerinin davalarında belli bir rol oynarlar. 20. asır başları da Türk milleti için öze dönüş, kendini keşfetme veya millîleşme yılları olarak görülebilecek bir dönemdir ve dönemin edebiyatı da buna paralel olarak Millî Edebiyat’tır. Bu edebiyat Türk kimliğinin kitlelerce benimsenmesini teşvik eder ve millî kimlik bilincinin uyandırılmasına katkıda bulunur.

Millî Edebiyat, prensiplerini ve mensuplarını açıklayan bir beyanname ile yola çıkmamıştır. Bu nedenle başlangıç tarihinin tespiti zordur. Bu süreç sonunda millî bir devletin kurulması, buna bağlı olarak milletin edebiyatının hemen hemen aynı edebi oluşum etrafında devam etmesi de bitiş tarihinin belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Öte yandan yüzyıl başına ait Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikrî ve edebî eğilimlerin birbirlerini etkileyerek alanlarını genişletmiş olmaları, Millî Edebiyat Hareketi mensuplarının kesin olarak ve birbirinden ayrılacak şekilde belirlenmesi zora sokmaktadır. Çünkü önceleri bir edebiyat akımının mensubunun takip eden zamanlarda başka edebiyat faaliyetleri içinde yazmaya devam ettiği görülebilmektedir. Millî Edebiyat’ı 1908 ile başlatmayı uygun bulanlar varsa da 1911 olarak kabulü daha yaygındır. 1911’i kabul eden yaklaşım “Yeni Lisan” makalesinin Genç Kalemler dergisindeki yayımını esas almaktadır. “Yeni Lisan” makalesi Millî Edebiyat Hareketinin beyannamesi olarak kabul edilmektedir. Millî Edebiyat Hareketinin tamamlanma tarihi ise genellikle 1922 veya 1923 olarak düşünülmektedir. Bu bağlamda 1922 İstiklâl Savaşı’nın tamamlanması veya 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu esas alınmaktadır. Fakat bazı görüşlere göre Millî Edebiyat Hareketi 1940’a kadar uzanmaktadır. Burada bir gerçeklik payı vardır. Çünkü 1922 veya 1923 sonrası edebiyatı, 1910’lu yıllardaki edebiyatın getirdiği deneyimler üzerinden devam etmiş ve bu dönemde başlayan edebî tercihler yeni dönemde de çeşitlendirilerek sürdürülmüştür.

Sonuç olarak, Millî Edebiyat Hareketi, 1911-1922 tarihleri arasında devam eden dil, muhteva ve şekil olarak millî olanın tespit edilerek kullanıldığı, millet olma şuurunu sanat üzerinden uyandırarak millî bir devlete gidiş sürecini hızlandıran romantik ve ideolojik içerikli bir edebiyattır. Bu edebiyatın dönemin tarihî olayları paralelinde “Mütareke Edebiyatı” ve “Millî Mücadele Edebiyatı” ve 1922 sonrasında da “Memleketçi Edebiyat” olarak başka adlandırılmalarla da anıldığı görülmektedir.

Millî Edebiyat Hareketi’nin Mensupları

Yazarlar her zaman milletin aydınları olarak algılanmışlardır. Çünkü yazmak aynı zamanda düşünmek, gözlem ve tahlil yapmak demektir. Millî Edebiyat tarihî, siyasî ve sosyal anlamda tam bir geçiş dönemine isabet etmektedir. Böyle bir dönemde aydınların kendilerini sorumlu görerek arayışlara yönelmesi doğaldır.

Millî Edebiyat döneminde ortaya çıkan eğilimler zaman zaman ortak noktalarda buluşarak birbirlerini etkilemiştir. Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık gibi eğilimlerin birbirlerine yakın oldukları görülmektedir. Millî Edebiyat döneminde her fikrî ve siyasî arayış kendisini edebiyat sanatı üzerinden ifade etmiştir. Edebiyat sanatının ham malzemesinin dil olması onu diğer sanatlardan ayrı düşünmeyi gerektirmektedir. Çünkü dil, edebiyatın ham malzemesi olduğu kadar insanlar arasındaki iletişimin de vasıtasıdır.

Milletler geçiş dönemlerinde edebiyatın sanattan çok fikir içerikli olmasını ve kendilerine yol göstermesini beklemişlerdir. Edebiyat sanatı da yazar kimliğinin özelliklerinden dolayı bu beklentiyi tatmin etmiştir. Böyle dönemlerde, yani edebiyatı amaç değil araç olduğu zamanlarda sanat ihmal edilmiş, tez daha fazla önem kazanmıştır. Bu türden zamanlarda tez herkesçe anlaşılabilir ve kolaylıkla ulaşılabilir durumda olmalıdır. Millî Edebiyat Hareketinde de böyle bir durum söz konusudur. Fakat dönem aydınlarının düşünce dünyalarını edebiyat üzerinden anlatmayı seçmiş olmaları her halükârda fikrî kimliklerin aynı zamanda edebî kimlik olarak düşünülmesi ve değerlendirilmesi karmaşasına yol açmıştır. Millî Edebiyat Hareketinin yazar ve şairleri aynı zamanda birer düşünce adamıdırlar.

Millî Edebiyat’ın belirleyici karakterini Genç Kalemler dergisinde başlayan Yeni Lisan hareketi oluşturur. Öncüleri ise Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem ‘dir. Yeni Lisan hareketinin fikir babası Ziya Gökalp’tir. Bu kalemler, Türk milliyetçiliği ile ilgili söylemlerini makaleleri ve şiirleri yoluyla anlatmaya çalışmışlardır. Ömer Seyfettin’e makale ve şiirin yanında hikâyeyi de eklemek gerekir. Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Fahri Celalettin, Müfide Ferid ve Ahmet Hikmet Millî Edebiyatın roman ve hikâyedeki temsilcilerindendir.

Şiirde ise Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in dışında Fuad Köprülü, Mithat Cemal, Halide Nusret, Şükûfe Nihal, Faruk Nafiz, Enis Behiç, Orhan Seyfi, Halit Fahri ve Yusuf Ziya önde gelen temsilcilerdir.

Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’in, Millî Edebiyat anlayışının içinde olmasalar ve vezin kullanımı gibi bir takım temel konularda ayrılsalar da dönem şiirinde ve devrin şekillendirilmesinde etkileri olmuştur.

Millî Edebiyat’ı öncü çalışmalarıyla hazırlayan Mehmet Emin ve Rıza Tevfik bu yıllarda da şiir yazmayı sürdürür. Tanzimat yılları edebiyatının önemli isimlerinden Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye Hanım’la Servet-i Fünûn’dan Halit Ziya ve Tevfik Fikret son eserlerini verirler ve değişen edebiyat anlayışının içerisinde yer almazlar. Servet-i Fünûn’un bakiyesi olan Cenap Şehabettin, Celal Sahir, Süleyman Nafiz ve Mehmet Rauf gibi isimler kendi estetik tercihlerinin çok fazla dışına düşmeden yazmayı sürdürürler.

Tiyatro, özel bir tiyatro binasında sergilenmesi bakımından zor hem de çeşitli güçler tarafından kontrol edilebilir ve hatta engellenebilir sanat faaliyetidir. Millî Edebiyat yılları tiyatro sanatı açısından dikkat çekicidir. Özellikle de Meşrutiyet sonrasında Vatan piyesi başta olmak üzere Namık Kemal’in vatan ve hürriyet temasını işleyen diğer oyunları da sergilenmiş ve bir müddet büyük ilgi uyandırmıştır. Ancak ardı ardına gelen savaşlar düzenli ve nitelikli bir tiyatro faaliyetinin sürmesine izin vermez. Bu tip keskin geçiş dönemlerinde halka ulaşılması, yetiştirilmesi ve yönlendirilmesi konusunda tiyatronun etkisi tartışmasızdır. Dönemin tiyatro edebiyatı bazı Servet-i Fünûn yazarları ve bu yıllarda aynı zamanda roman ve hikâye yazan Halide Edip, Yakup Kadri gibi isimlerle temsil edilmiştir.

Millî Edebiyat Hareketi’ni Hazırlayan Siyasî, Sosyal ve Fikrî Birikim

Edebiyat sanatta var olan her şeyi açık veya kapalı mutlaka yansıtır. Bu nedenle ‘edebiyat sanat için midir yoksa toplum için midir?’ sorusu her zaman tartışıldığı halde kesin bir cevabı yoktur. Edebiyatın sanatı ya da toplumu öncelemesi zamanın şartları doğrultusundadır. Millî Edebiyat topluma yönelik tarafı daha yoğun olan düşünsel içerikli bir edebî dönemdir. Bu dönemin zeminini 19. asrın başından itibaren yaşanan bütün siyasî ve sosyal değişikliklerin sonucu olarak ortaya çıkan fikir hareketleri oluşturur.

Siyasal ve Sosyal Durum

Millî Edebiyatın ortaya çıktığı 20. yüzyıl başlarında siyasal ve sosyal yapının her alanında karmaşa hüküm sürmektedir. 19. yüzyıl, devlette duraklama ve çökmenin fark edilmesi üzerine bütün alanlarda yeniden yapılanmanın başlatıldığı bir dönem olmuştur.

18. asrın başından itibaren askeri alanda yaşanan yenilgiler ve bu yenilgilerin sonucu olarak imzalanan anlaşmalar hem toprak kayıplarına hem de ekonomik kayıplara neden olur. İmparatorluk Batı karşısında gerilemeye ve onun üstünlüğünü kabul etmeye başlar. Avrupa’ya gönderilen büyükelçiler ve öğrenciler Avrupa’yı tanıma imkânı bulur. İbrahim Müteferrika’nın Sait Mehmet Efendi ile birlikte matbaayı Osmanlı’ya getirmesiyle aydınlanma hareketi başlar. Matbaa sayesinde yenileşme hareketleri ülke sathına daha hızlı yaygınlaşır. Düzenleme ve yenileştirme hareketleri, yeni eğitim kurumlarının açılması ve yeni ordunun kurulması ile son noktaya varır. Uzun bir zamana yayılarak gerçekleştirilen tanzim ve ıslah hareketlerinin son adımında ise Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) yer alır.

Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin kendini yeniden düzenlemeyi kabul edişinin resmi ağızdan söylenmiş şeklidir. Islahat Fermanı ise Tanzimat Fermanı’nın daha geniş planda devamıdır. Ancak imparatorluğun bundan sonraki gidişi alınan tedbirlere rağmen olumluya çevrilemez. Siyasal istikrarsızlıklar, milliyetçilik hareketleri, ekonomik yetersizlikler ve toprak kayıpları milletteki geleceğe ve kendine güven duygusunun kaybına yol açar. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu açısından ortada kapkara bir tablo ve belirsizlikler vardır. 20. yüzyılın başlarında ise aydınların Birinci Meşrutiyet’ten sonra II. Abdülhamit’in baskı politikaları karşısında başlayan memnuniyetsizlikleri, en üst noktalara varır. Bu durumu ortadan kaldırmak üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulur. İttihat ve Terakki, 1908 yılında Abdülhamit’e meşrutiyeti ikinci kez ilan ettirmeyi başarır. Ülkede kısa bir süre esen hürriyet havası sonrasında yerini tekrar karmaşaya bırakır. Hareket Ordularının müdahalesiyle önüne geçilebilen karmaşa, padişahın 1909’da Selanik’e sürülerek yerine V. Mehmet’in (Mehmet Reşat) getirilmesine kadar devam eder.

Osmanlı’nın içinde bulunduğu bu sağlıksız ortam, bazı devletlere de imkânlar sunar. Bosna-Hersek, AvusturyaMacaristan tarafından alınır; Girit Meclisi’nden Yunanistan’a katılma kararı çıkar; Bulgaristan bağımsızlığını ilan eder; Arnavutluk önce ayaklanır sonra muhtariyetini ilan eder; İtalya Trablusgarp’a asker çıkarır; On iki Ada işgal edilir ve arkasından Balkan Savaşları başlar. Osmanlı, Balkan Savaşları’nda Balkan birliği karşısında ağır bir yenilgi alarak İstanbul’a kadar çekilir. Umutla ilan edilen II. Meşrutiyetin de başarısız olması bütün siyasal beklentileri suya düşürür. Ülkedeki istikrarsızlıklar daha da artar. Öte yandan 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı ordusu Almanya yanında savaşa girmiştir. 1914 ve 1918 arası cephelerde ve ağır kayıplarla geçer. Son derecede büyük acılar ve felaketlerle dolu bu savaş yılları, 30 Eylül 1918’te imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile sonlanır. V. Mehmet’in ölümü üzerine ardından VI. Mehmet (Vahdettin) padişah olur. Ülke dört bir tarafından işgal edilmeye başlar. Damat Ferit Paşa’nın başbakanlığında işgal devletlerinin güdümünde hareket eden bir hükümet kurulur. Mayıs 1919’da İzmir ve Mart 1920’de de İstanbul işgal edilir. İstanbul’un büyük meydanlarında bu işgaller üzerine kalabalık halk kitlelerinin katıldığı mitingler düzenlenir. Halkın bütün bu olumsuz gidiş karşısında kendine gelmesi ve mücadeleye girişmesi sağlanır. 1919 Mayısında Samsun üzerinden Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongrelerini düzenler. Kuva-yı Milliye ismiyle düzenli ordunun da temellerini oluşturan millî direniş güçleri oluşturulur. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi toplanır ve onun kontrolünde Millî Mücadele’ye başlanır. Çeşitli cephelerde zaferlerle sonuçlanan savaşlar akabinde 11 Ekim 1922’de Mudanya Anlaşması yapılır. 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalanır ve siyasal süreç tamamlanır. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesiyle yeni devlet kurulur.

Fikrî Birikim: Milliyetçilik/Türk Milliyetçiliği

Millî Edebiyat Hareketi’nin fikri zeminini Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve milliyetçilik hep birlikte oluştururlar. Çünkü bunların her biri, dönem aydınlarının Osmanlı’nın kötü gidişini durdurmak için önerdikleri kurtuluş çareleridirler. Fakat şüphesiz ki Millî Edebiyat Hareketi’nin fikrî zeminini Milliyetçilik/Türk Milliyetçiliği (Türkçülük) gayretleri oluşturur. Tanzimat’ın ilk dönem yazarları, devlet ideolojileri doğrultusunda milliyetçiliği Osmanlı’ya göre yorumlarlar. Ortaya başka bir milliyetçilik anlayışı, ‘Osmanlı milliyetçiliği’ çıkar.

1789 Fransız İhtilali bütün dünyanın milliyetçilikle tanışmasına ve küçük milliyetçilik hareketlerinin yayılmasına yol açmıştır. Avrupa’da toprakları bulunan ve çok renkli etnik yapıya sahip büyük bir imparatorluk olarak Osmanlı da bu etki alanının içindedir. Buna karşı hamle olarak Osmanlı, varlığını sürdürebilmek için yapay bir Osmanlı kimliği üretme çabasına girişir. Osmanlılık millî, etnik ve dinî kimliklerin yerine geçerek parçalı yapıyı birleştirecek bir üst kimliktir.

Tanzimat devri edebiyatı yazarları Osmanlılığı gerçekleştirmek için milliyetçi, meşrutiyeti gerçekleştirmek için de halkçı/toplumcu olmalarının sonraki yıllarda Türk milliyetçiliğinin doğuşuna çok önemli katkıları olacaktır. Yeni bir rejim olarak halkın ülke yönetimine katılımını gerektiren meşrutiyet benimsenir. Halk, ülke yönetimine katılımı sağlamak için eğitilmeye başlanır. Bu eğitim gazeteler üzerinden yürütülür. 1860’ların başına kadar Türkçe gazete faaliyeti Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadisle sınırlı kalmıştır. Bunlardan Takvim-i Vekayi resmî, Ceride-i Havadis ise yarı resmî gazetedirler. 1861’de Şinasi Agâh Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahval’i, 1863’te ise tek başına Tasvir-i Efkâr’ı çıkarmıştır. Bunlar Osmanlı imparatorluğumda çıkan ilk özel gazetelerdir.

Devletin ve yeniliğin sözcüsü olan aydınlar fikrî birikimlerini halka ulaştırmak için halkın anlayacağı seviyede, yabancı unsurlarından ayıklanmış, sadeleştirilmiş ve anlaşılır bir dil oluşturma çabasına girişir. Şinasi, Tercüman-ı Ahval’in “Mukaddimesi”nde okuyucusuna düşündüklerini konuşarak veya yazarak ifade etmesinin bir insan hak ve hürriyeti olduğunu anlatır. Bu yeni, akılcı insan tipinin doğuşudur ve Fransız İhtilali prensiplerinin Osmanlı’ya yansıma biçimlerindendir. Osmanlı ülkesinde Türk milliyetçiliği devletin yürüttüğü bir politika olarak görünmez. Daha çok bir kültür hareketi olarak ilmî sahada doğar ve olgunlaşır. Milliyetçilik yüzyıl sonuna kadar öncelikle aydınlar arasında kabul görür ve yayılır. Bu dönemde, Osmanlı tarihinden ibaret bir tarih anlayışı yavaş yavaş yerini Orta Asya’ya uzanan Türk tarihi anlayışına bırakır. Buna ek olarak 1876 Kanun-ı Esasî’sine resmî dilin Türkçe olduğu maddesi yerleştirilir. I. Meşrutiyet sonrasında, bu tarihlere kadar bilimsel planda devam eden Türkçülük’ten siyasal boyutları da olan Türk milliyetçiliği/Türkçülük fikrine geçilir. 20. yüzyıl başlarından itibaren kurulan milliyetçi dernekler, yürüttükleri faaliyetlerle Türk milliyetçiliği ideolojisinin daha geniş bir tabana yayılmasına yardımcı olmuşlardır.

Türk milliyetçiliğinin başlangıç noktasında geniş bir Türk coğrafyasını içine alan ‘Turancılık’ vardır. Bu görüşün fikir babası Ziya Gökalp’tır. Kendisini değişen şartlar doğrultusunda yenileyebilen Gökalp, sonraki yıllarda Turan anlayışından Türkiye Türkçülüğüne doğru bir geçiş yapacaktır. Zira Gökalp 1923’te yayımlanan Türkçülüğün Esasları’nda Turan’ın Türklüğün uzak bir mefkûresi olduğunu ve ancak kültür sahasında gerçekleşebileceğini belirtir. Aynı yıllarda milliyetçilik düşüncesi etrafındaki söylemlerden biri de Yahya Kemal’den gelir. Yahya Kemal, Fransızların toprağa bağlı milliyetçilik fikrini Osmanlı’nın ve Anadolu’nun gerçeğine yakın bulmuştur. Onların “Fransız toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı,” düşüncesini esas alarak Anadolu toprağının yeni bir Türk insanı yarattığı tezini savunur. Buna göre Avrupa tarafından ‘barbar’ bir kavim olarak görülen ve Asya topraklarına geri gönderilmek istenen Türkler, bu topraklara geldikleri 1071’den itibaren yeni bir insan, yeni bir medeniyet ve yeni bir tarih oluşturmuşlardır. Türk insanı geleceğe yönelik ümitlerini Türkiye Türkçülüğüne odaklanarak aramış ve millet olma idealini de bu düşünce sayesinde kazanabilmiştir. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin esasları da yine Türkiye Türkçülüğüne dayandırılmıştır.

Judanis bir milletin millet olabilmesi için sınırlarını genişletmesi ve kendi edebiyatını yaratması gerektiğini savunur. Milliyetçilik ideolojisinin son hedefi olan bağımsız devletine ulaşması için de bir oluşum sürecine ihtiyaç vardır. Öncelikle aralarında ortak tecrübe ve değerlerin olduğuna inanan insan topluluğunun millet hâlini almayı arzulaması gerekmektedir. Ardından bu milletin kendini yansıtan bir devlet kurma isteğini hissetmesi elzemdir. Bundan sonra milleti bir arada, devleti ise ayakta tutacak ortak duygulara ve değerlere ihtiyaç vardır. Bütün bunlar edebiyat üzerinden oluşturulur. Türk milliyetçiliği de 20. yüzyıl başlarında bu süreci takip etmiştir. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla ise Türk milliyetçiliği hareketi devletleşme aşamasına geçer.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında, Türk milliyetçiliğinin 20. yüzyılın başlarında edindiği tecrübeleri esas almıştır. Gökalp’ın daha önceki yıllarda Türklüğün prensibi olarak sunduğu Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak fikirleri, etrafında birleşilen ve Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getiren değerler hâline gelir.

Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları ‘nda Türkçülüğün bir programı yapılır. Bu programa Türkçülüğün tarihinden ve milletin tanımından başlanır. Türk milliyetçisi olan aydının yolu da ‘halka doğru’ ve ‘garba doğru’ olarak belirlenir. ‘Halka doğru’ ve ‘garba doğru’ Türk milliyetçiliğinin en önemli programıdır. Buna göre aydın halka giderek ondan harsı (kültür) almalıdır. Milletin ve milliyetin temel değeri olan hars, yani millî kültür, halktadır. Yine aydın, halka medeniyeti götürmelidir. Gökalp tarafından ‘tahris’ ve ‘tehzip’ kelimeleriyle bizzat kavramlaştırılan bu durum yeni bir sentezdir. Çünkü tahrisle halkın edebiyatı, dili, müziği, sanatı, gelenek ve görenekleri kısaca tarih boyunca kendi renkleriyle dokuduğu millî kültürüne ulaşılacaktır. Tehzipte ise, halkta bulunan ve öğrenilen bu millî kültürün batılı sanat ve ilim metotlarıyla işlenerek yeni bir yapıya kavuşturulması sağlanacaktır.

Türk aydını önce Millî Mücadele yıllarında birlikte bir kurtuluş mücadelesi vermek için, sonra da kurulan devletin gerçek sahibi olan Türk halkına hizmet götürmek ve onu yükseltmek için halka gitmiştir. Bu dönemde tam bir aydın-halk kucaklaşması yaşanmıştır.

Belirtildiği gibi, bu edebiyatı yapan şartların büyük bir kısmı bir önceki sanat devresinden devralınmıştır. Ancak buna İstiklal Savaşı, Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu insanı ve Anadolu coğrafyası da eklenmiş ve Anadolu etrafında mistik bir heyecanla bağlanılan ‘millî romantizm’ oluşturulmuştur.

Millî Edebiyat Hareketi’ne Giriş

‘Millî Edebiyat’ terimi, ilk kullanıldığı tarihten bu yana karşıladığı ve karıştığı kavramlarla birlikte düşünülmüş ve tartışılmış; ancak bir sonuca ulaşılamamasına rağmen kullanımı sürdürülmüştür. Zaman zaman da bu terim yerine ‘milliyetperver edebiyat’, ‘milliyetçi ya da Türkçü edebiyat’ terimleri tercih edilmiştir.

Millî Edebiyat, Türk edebiyatı tarihinin Osmanlı coğrafyasında 20. yüzyıl başlarının tarihî, siyasî ve fikrî hareketleri doğrultusunda gelişmiş bir edebiyat dönemini işaret etmektedir. Bu edebiyat, Osmanlı’yı etkisi altına alan milliyetçilik akımının hemen yanı başında ve imparatorluktan millî devlete geçiş yıllarında millî kimliği uyandırarak her alanda kendisini ifade etmesine uygun bir zemin hazırlamıştır.

‘Millî Edebiyat’ Terimi ve ‘Millî Edebiyat Hareketi’ Etrafında Düşünceler

“Millî Edebiyat” terimi üzerine iki ayrı düşünce mevcuttur. Birincisi, ‘Millî Edebiyat’ teriminin başlangıç ve bitişinin belli olduğu bir edebiyat anlayışını mı yoksa Türk edebiyatının tamamını mı kastettiği üzerinedir. İkincisi ise, ‘Millî Edebiyat’ terimiyle sadece Türk milliyetçiliği etrafında gelişen bir edebiyatın mı anlatılmak istendiği konusudur.

‘Millî’ olmak, bir millete özgü olma anlamını çağrıştırmaktadır. ‘Millî Edebiyat’ ise bir milletin kendi diliyle ve kendi tarihinin taşıdığı estetik ve kültürel değerlerin birleşimiyle meydana getirdiği ve yine kendi tarihiyle paralel bir zamanda ürettiği edebiyat demektir. Bu durumda sadece II. Meşrutiyet sonrasında meydana gelen edebiyatı ‘millî’ ve tarihler dışında üretilen edebiyatı ise ‘gayri millî’ olarak nitelendirmek gibi bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Oysaki milletler tarihleri boyunca tabii bir şekilde birçok farklı millet ve kültürle karşılaşırlar ve onlarla çeşitli alışverişlerde bulunurlar. Bu nedenle Türklerin İslam medeniyetiyle karşılaşmaları sonucu meydana getirdikleri ve ‘divan edebiyatı’ olarak adlandırılan edebiyata ‘gayri millî’ demek mümkün değildir. Aynı şekilde Tanzimat Fermanı’ndan sonra gelişen ve Batı taklitçisi olduğu söylenen edebiyatın da millî olmadığı söylenemez.

Her edebiyat ait olduğu milletin hem tarih boyunca kazandığı karakteristik özelliklerin ve estetik birikimleri hem de sosyal ve siyasal hayatındaki bütün arayış ve oluşumların izlerini taşır. 1908 Meşrutiyeti sonrasında Osmanlı Devleti’nin olumsuz gidişten kurtulmak için sarıldığı bütün ideolojilerin yansımaları kendini edebiyatta bulur. Bu dönemde milliyetçilik anlayışı tesiriyle Türk milletinin kendi özüne dönmesi, onu ortaya çıkararak diriltmesi ve etrafında yeni bir oluşumu başlatması sürecinde bir edebiyat meydana getirdiği görülmektedir. Bu edebiyata da içeriğinden dolayı ‘millî’ edebiyat denmiştir. Milliyetçi edebiyatla kastedilen ise doğrudan doğruya bir fikir hareketi olarak milliyetçiliğin inanan kitleler yaratmak amacıyla edebiyat üzerinden sunuş ve savunmasının yapıldığı edebiyat olmalıdır.

Millî Edebiyat, Batıdaki milliyetçilik akımlarının tesiriyle Türk milletinin millîleşme yıllarında oluşturduğu edebiyattır. Bunun için önce imparatorluk anlayışından vazgeçilmesi ve bu anlayış yüzünden millî kimliği baskılanmış olan Türklerin kendileriyle karşılaşmaları, kendilerini tanımaları ve bu kimlik etrafında toplanmaları gerekir. Türk milletinin imparatorluk anlayışından ayrılarak millî bir devlete doğru gidişi sürecinde Türklük şuurunun uyandırılması çalışmalarının büyük bir kısmı edebiyat üzerinden sürdürülmüştür. Bu durum, Türk milliyetçiliğini savunanlarla bu düşünce etrafında meydana gelen edebiyatın temsilcilerinin aynı kişiler olmasından kaynaklanmaktadır. Milletin kurtuluşunu Türk kimliği etrafında yeniden dirilmekte gören Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip gibi isimler, milliyetçiliğin fikrî söylemlerini yazdıkları eserlerde de gerçekleştirmişlerdir.

20. yüzyılın ilk çeyreği Osmanlı ülkesi için coğrafî, siyasî, fikrî pek çok önemli değişime sahne olmuştur. II. Meşrutiyet döneminde devletin içinde bulunduğu olumsuz durum yüzünden pek çok fikrî ve siyasî arayışın ve aydınların ileri sürdükleri kurtuluş önerilerinin zihinleri meşgul etmiştir. Bu yıllarda ileri sürülen Batıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve hatta Osmanlıcılık gibi eğilimler, zaman zaman birbirlerini etkileyerek ve birleşerek etki alanlarını genişletirler. Bu sebeple Millî Edebiyata sadece milliyetçilik hareketinin edebiyattaki yansıması olarak bakmamak ve bu yılları bütünüyle kavrayacak şekilde genişletmek gerekir. Sonuç olarak anlaşılmaktadır ki ‘Millî edebiyat’ terimiyle hem Türk milletinin tarihi içerisinde oluşturduğu edebiyatın bütünü hem de 20. yüzyıl başlarında millî devlete geçiş yıllarında millîleşme sürecini belirleyen edebiyat hareketi kastedilmektedir.

Millî Edebiyat’ın Sınırları

Yazarlar, sosyal ve siyasî bir önem taşıyan meselelerde görüşlerini dile getirir ve devirlerinin davalarında belli bir rol oynarlar. 20. asır başları da Türk milleti için öze dönüş, kendini keşfetme veya millîleşme yılları olarak görülebilecek bir dönemdir ve dönemin edebiyatı da buna paralel olarak Millî Edebiyat’tır. Bu edebiyat Türk kimliğinin kitlelerce benimsenmesini teşvik eder ve millî kimlik bilincinin uyandırılmasına katkıda bulunur.

Millî Edebiyat, prensiplerini ve mensuplarını açıklayan bir beyanname ile yola çıkmamıştır. Bu nedenle başlangıç tarihinin tespiti zordur. Bu süreç sonunda millî bir devletin kurulması, buna bağlı olarak milletin edebiyatının hemen hemen aynı edebi oluşum etrafında devam etmesi de bitiş tarihinin belirlenmesini zorlaştırmaktadır. Öte yandan yüzyıl başına ait Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikrî ve edebî eğilimlerin birbirlerini etkileyerek alanlarını genişletmiş olmaları, Millî Edebiyat Hareketi mensuplarının kesin olarak ve birbirinden ayrılacak şekilde belirlenmesi zora sokmaktadır. Çünkü önceleri bir edebiyat akımının mensubunun takip eden zamanlarda başka edebiyat faaliyetleri içinde yazmaya devam ettiği görülebilmektedir. Millî Edebiyat’ı 1908 ile başlatmayı uygun bulanlar varsa da 1911 olarak kabulü daha yaygındır. 1911’i kabul eden yaklaşım “Yeni Lisan” makalesinin Genç Kalemler dergisindeki yayımını esas almaktadır. “Yeni Lisan” makalesi Millî Edebiyat Hareketinin beyannamesi olarak kabul edilmektedir. Millî Edebiyat Hareketinin tamamlanma tarihi ise genellikle 1922 veya 1923 olarak düşünülmektedir. Bu bağlamda 1922 İstiklâl Savaşı’nın tamamlanması veya 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu esas alınmaktadır. Fakat bazı görüşlere göre Millî Edebiyat Hareketi 1940’a kadar uzanmaktadır. Burada bir gerçeklik payı vardır. Çünkü 1922 veya 1923 sonrası edebiyatı, 1910’lu yıllardaki edebiyatın getirdiği deneyimler üzerinden devam etmiş ve bu dönemde başlayan edebî tercihler yeni dönemde de çeşitlendirilerek sürdürülmüştür.

Sonuç olarak, Millî Edebiyat Hareketi, 1911-1922 tarihleri arasında devam eden dil, muhteva ve şekil olarak millî olanın tespit edilerek kullanıldığı, millet olma şuurunu sanat üzerinden uyandırarak millî bir devlete gidiş sürecini hızlandıran romantik ve ideolojik içerikli bir edebiyattır. Bu edebiyatın dönemin tarihî olayları paralelinde “Mütareke Edebiyatı” ve “Millî Mücadele Edebiyatı” ve 1922 sonrasında da “Memleketçi Edebiyat” olarak başka adlandırılmalarla da anıldığı görülmektedir.

Millî Edebiyat Hareketi’nin Mensupları

Yazarlar her zaman milletin aydınları olarak algılanmışlardır. Çünkü yazmak aynı zamanda düşünmek, gözlem ve tahlil yapmak demektir. Millî Edebiyat tarihî, siyasî ve sosyal anlamda tam bir geçiş dönemine isabet etmektedir. Böyle bir dönemde aydınların kendilerini sorumlu görerek arayışlara yönelmesi doğaldır.

Millî Edebiyat döneminde ortaya çıkan eğilimler zaman zaman ortak noktalarda buluşarak birbirlerini etkilemiştir. Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık gibi eğilimlerin birbirlerine yakın oldukları görülmektedir. Millî Edebiyat döneminde her fikrî ve siyasî arayış kendisini edebiyat sanatı üzerinden ifade etmiştir. Edebiyat sanatının ham malzemesinin dil olması onu diğer sanatlardan ayrı düşünmeyi gerektirmektedir. Çünkü dil, edebiyatın ham malzemesi olduğu kadar insanlar arasındaki iletişimin de vasıtasıdır.

Milletler geçiş dönemlerinde edebiyatın sanattan çok fikir içerikli olmasını ve kendilerine yol göstermesini beklemişlerdir. Edebiyat sanatı da yazar kimliğinin özelliklerinden dolayı bu beklentiyi tatmin etmiştir. Böyle dönemlerde, yani edebiyatı amaç değil araç olduğu zamanlarda sanat ihmal edilmiş, tez daha fazla önem kazanmıştır. Bu türden zamanlarda tez herkesçe anlaşılabilir ve kolaylıkla ulaşılabilir durumda olmalıdır. Millî Edebiyat Hareketinde de böyle bir durum söz konusudur. Fakat dönem aydınlarının düşünce dünyalarını edebiyat üzerinden anlatmayı seçmiş olmaları her halükârda fikrî kimliklerin aynı zamanda edebî kimlik olarak düşünülmesi ve değerlendirilmesi karmaşasına yol açmıştır. Millî Edebiyat Hareketinin yazar ve şairleri aynı zamanda birer düşünce adamıdırlar.

Millî Edebiyat’ın belirleyici karakterini Genç Kalemler dergisinde başlayan Yeni Lisan hareketi oluşturur. Öncüleri ise Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem ‘dir. Yeni Lisan hareketinin fikir babası Ziya Gökalp’tir. Bu kalemler, Türk milliyetçiliği ile ilgili söylemlerini makaleleri ve şiirleri yoluyla anlatmaya çalışmışlardır. Ömer Seyfettin’e makale ve şiirin yanında hikâyeyi de eklemek gerekir. Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Fahri Celalettin, Müfide Ferid ve Ahmet Hikmet Millî Edebiyatın roman ve hikâyedeki temsilcilerindendir.

Şiirde ise Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in dışında Fuad Köprülü, Mithat Cemal, Halide Nusret, Şükûfe Nihal, Faruk Nafiz, Enis Behiç, Orhan Seyfi, Halit Fahri ve Yusuf Ziya önde gelen temsilcilerdir.

Yahya Kemal ve Mehmet Âkif’in, Millî Edebiyat anlayışının içinde olmasalar ve vezin kullanımı gibi bir takım temel konularda ayrılsalar da dönem şiirinde ve devrin şekillendirilmesinde etkileri olmuştur.

Millî Edebiyat’ı öncü çalışmalarıyla hazırlayan Mehmet Emin ve Rıza Tevfik bu yıllarda da şiir yazmayı sürdürür. Tanzimat yılları edebiyatının önemli isimlerinden Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye Hanım’la Servet-i Fünûn’dan Halit Ziya ve Tevfik Fikret son eserlerini verirler ve değişen edebiyat anlayışının içerisinde yer almazlar. Servet-i Fünûn’un bakiyesi olan Cenap Şehabettin, Celal Sahir, Süleyman Nafiz ve Mehmet Rauf gibi isimler kendi estetik tercihlerinin çok fazla dışına düşmeden yazmayı sürdürürler.

Tiyatro, özel bir tiyatro binasında sergilenmesi bakımından zor hem de çeşitli güçler tarafından kontrol edilebilir ve hatta engellenebilir sanat faaliyetidir. Millî Edebiyat yılları tiyatro sanatı açısından dikkat çekicidir. Özellikle de Meşrutiyet sonrasında Vatan piyesi başta olmak üzere Namık Kemal’in vatan ve hürriyet temasını işleyen diğer oyunları da sergilenmiş ve bir müddet büyük ilgi uyandırmıştır. Ancak ardı ardına gelen savaşlar düzenli ve nitelikli bir tiyatro faaliyetinin sürmesine izin vermez. Bu tip keskin geçiş dönemlerinde halka ulaşılması, yetiştirilmesi ve yönlendirilmesi konusunda tiyatronun etkisi tartışmasızdır. Dönemin tiyatro edebiyatı bazı Servet-i Fünûn yazarları ve bu yıllarda aynı zamanda roman ve hikâye yazan Halide Edip, Yakup Kadri gibi isimlerle temsil edilmiştir.

Millî Edebiyat Hareketi’ni Hazırlayan Siyasî, Sosyal ve Fikrî Birikim

Edebiyat sanatta var olan her şeyi açık veya kapalı mutlaka yansıtır. Bu nedenle ‘edebiyat sanat için midir yoksa toplum için midir?’ sorusu her zaman tartışıldığı halde kesin bir cevabı yoktur. Edebiyatın sanatı ya da toplumu öncelemesi zamanın şartları doğrultusundadır. Millî Edebiyat topluma yönelik tarafı daha yoğun olan düşünsel içerikli bir edebî dönemdir. Bu dönemin zeminini 19. asrın başından itibaren yaşanan bütün siyasî ve sosyal değişikliklerin sonucu olarak ortaya çıkan fikir hareketleri oluşturur.

Siyasal ve Sosyal Durum

Millî Edebiyatın ortaya çıktığı 20. yüzyıl başlarında siyasal ve sosyal yapının her alanında karmaşa hüküm sürmektedir. 19. yüzyıl, devlette duraklama ve çökmenin fark edilmesi üzerine bütün alanlarda yeniden yapılanmanın başlatıldığı bir dönem olmuştur.

18. asrın başından itibaren askeri alanda yaşanan yenilgiler ve bu yenilgilerin sonucu olarak imzalanan anlaşmalar hem toprak kayıplarına hem de ekonomik kayıplara neden olur. İmparatorluk Batı karşısında gerilemeye ve onun üstünlüğünü kabul etmeye başlar. Avrupa’ya gönderilen büyükelçiler ve öğrenciler Avrupa’yı tanıma imkânı bulur. İbrahim Müteferrika’nın Sait Mehmet Efendi ile birlikte matbaayı Osmanlı’ya getirmesiyle aydınlanma hareketi başlar. Matbaa sayesinde yenileşme hareketleri ülke sathına daha hızlı yaygınlaşır. Düzenleme ve yenileştirme hareketleri, yeni eğitim kurumlarının açılması ve yeni ordunun kurulması ile son noktaya varır. Uzun bir zamana yayılarak gerçekleştirilen tanzim ve ıslah hareketlerinin son adımında ise Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) yer alır.

Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin kendini yeniden düzenlemeyi kabul edişinin resmi ağızdan söylenmiş şeklidir. Islahat Fermanı ise Tanzimat Fermanı’nın daha geniş planda devamıdır. Ancak imparatorluğun bundan sonraki gidişi alınan tedbirlere rağmen olumluya çevrilemez. Siyasal istikrarsızlıklar, milliyetçilik hareketleri, ekonomik yetersizlikler ve toprak kayıpları milletteki geleceğe ve kendine güven duygusunun kaybına yol açar. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu açısından ortada kapkara bir tablo ve belirsizlikler vardır. 20. yüzyılın başlarında ise aydınların Birinci Meşrutiyet’ten sonra II. Abdülhamit’in baskı politikaları karşısında başlayan memnuniyetsizlikleri, en üst noktalara varır. Bu durumu ortadan kaldırmak üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulur. İttihat ve Terakki, 1908 yılında Abdülhamit’e meşrutiyeti ikinci kez ilan ettirmeyi başarır. Ülkede kısa bir süre esen hürriyet havası sonrasında yerini tekrar karmaşaya bırakır. Hareket Ordularının müdahalesiyle önüne geçilebilen karmaşa, padişahın 1909’da Selanik’e sürülerek yerine V. Mehmet’in (Mehmet Reşat) getirilmesine kadar devam eder.

Osmanlı’nın içinde bulunduğu bu sağlıksız ortam, bazı devletlere de imkânlar sunar. Bosna-Hersek, AvusturyaMacaristan tarafından alınır; Girit Meclisi’nden Yunanistan’a katılma kararı çıkar; Bulgaristan bağımsızlığını ilan eder; Arnavutluk önce ayaklanır sonra muhtariyetini ilan eder; İtalya Trablusgarp’a asker çıkarır; On iki Ada işgal edilir ve arkasından Balkan Savaşları başlar. Osmanlı, Balkan Savaşları’nda Balkan birliği karşısında ağır bir yenilgi alarak İstanbul’a kadar çekilir. Umutla ilan edilen II. Meşrutiyetin de başarısız olması bütün siyasal beklentileri suya düşürür. Ülkedeki istikrarsızlıklar daha da artar. Öte yandan 1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı ordusu Almanya yanında savaşa girmiştir. 1914 ve 1918 arası cephelerde ve ağır kayıplarla geçer. Son derecede büyük acılar ve felaketlerle dolu bu savaş yılları, 30 Eylül 1918’te imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile sonlanır. V. Mehmet’in ölümü üzerine ardından VI. Mehmet (Vahdettin) padişah olur. Ülke dört bir tarafından işgal edilmeye başlar. Damat Ferit Paşa’nın başbakanlığında işgal devletlerinin güdümünde hareket eden bir hükümet kurulur. Mayıs 1919’da İzmir ve Mart 1920’de de İstanbul işgal edilir. İstanbul’un büyük meydanlarında bu işgaller üzerine kalabalık halk kitlelerinin katıldığı mitingler düzenlenir. Halkın bütün bu olumsuz gidiş karşısında kendine gelmesi ve mücadeleye girişmesi sağlanır. 1919 Mayısında Samsun üzerinden Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongrelerini düzenler. Kuva-yı Milliye ismiyle düzenli ordunun da temellerini oluşturan millî direniş güçleri oluşturulur. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi toplanır ve onun kontrolünde Millî Mücadele’ye başlanır. Çeşitli cephelerde zaferlerle sonuçlanan savaşlar akabinde 11 Ekim 1922’de Mudanya Anlaşması yapılır. 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalanır ve siyasal süreç tamamlanır. 29 Ekim 1923’te cumhuriyetin ilan edilmesiyle yeni devlet kurulur.

Fikrî Birikim: Milliyetçilik/Türk Milliyetçiliği

Millî Edebiyat Hareketi’nin fikri zeminini Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık ve milliyetçilik hep birlikte oluştururlar. Çünkü bunların her biri, dönem aydınlarının Osmanlı’nın kötü gidişini durdurmak için önerdikleri kurtuluş çareleridirler. Fakat şüphesiz ki Millî Edebiyat Hareketi’nin fikrî zeminini Milliyetçilik/Türk Milliyetçiliği (Türkçülük) gayretleri oluşturur. Tanzimat’ın ilk dönem yazarları, devlet ideolojileri doğrultusunda milliyetçiliği Osmanlı’ya göre yorumlarlar. Ortaya başka bir milliyetçilik anlayışı, ‘Osmanlı milliyetçiliği’ çıkar.

1789 Fransız İhtilali bütün dünyanın milliyetçilikle tanışmasına ve küçük milliyetçilik hareketlerinin yayılmasına yol açmıştır. Avrupa’da toprakları bulunan ve çok renkli etnik yapıya sahip büyük bir imparatorluk olarak Osmanlı da bu etki alanının içindedir. Buna karşı hamle olarak Osmanlı, varlığını sürdürebilmek için yapay bir Osmanlı kimliği üretme çabasına girişir. Osmanlılık millî, etnik ve dinî kimliklerin yerine geçerek parçalı yapıyı birleştirecek bir üst kimliktir.

Tanzimat devri edebiyatı yazarları Osmanlılığı gerçekleştirmek için milliyetçi, meşrutiyeti gerçekleştirmek için de halkçı/toplumcu olmalarının sonraki yıllarda Türk milliyetçiliğinin doğuşuna çok önemli katkıları olacaktır. Yeni bir rejim olarak halkın ülke yönetimine katılımını gerektiren meşrutiyet benimsenir. Halk, ülke yönetimine katılımı sağlamak için eğitilmeye başlanır. Bu eğitim gazeteler üzerinden yürütülür. 1860’ların başına kadar Türkçe gazete faaliyeti Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadisle sınırlı kalmıştır. Bunlardan Takvim-i Vekayi resmî, Ceride-i Havadis ise yarı resmî gazetedirler. 1861’de Şinasi Agâh Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahval’i, 1863’te ise tek başına Tasvir-i Efkâr’ı çıkarmıştır. Bunlar Osmanlı imparatorluğumda çıkan ilk özel gazetelerdir.

Devletin ve yeniliğin sözcüsü olan aydınlar fikrî birikimlerini halka ulaştırmak için halkın anlayacağı seviyede, yabancı unsurlarından ayıklanmış, sadeleştirilmiş ve anlaşılır bir dil oluşturma çabasına girişir. Şinasi, Tercüman-ı Ahval’in “Mukaddimesi”nde okuyucusuna düşündüklerini konuşarak veya yazarak ifade etmesinin bir insan hak ve hürriyeti olduğunu anlatır. Bu yeni, akılcı insan tipinin doğuşudur ve Fransız İhtilali prensiplerinin Osmanlı’ya yansıma biçimlerindendir. Osmanlı ülkesinde Türk milliyetçiliği devletin yürüttüğü bir politika olarak görünmez. Daha çok bir kültür hareketi olarak ilmî sahada doğar ve olgunlaşır. Milliyetçilik yüzyıl sonuna kadar öncelikle aydınlar arasında kabul görür ve yayılır. Bu dönemde, Osmanlı tarihinden ibaret bir tarih anlayışı yavaş yavaş yerini Orta Asya’ya uzanan Türk tarihi anlayışına bırakır. Buna ek olarak 1876 Kanun-ı Esasî’sine resmî dilin Türkçe olduğu maddesi yerleştirilir. I. Meşrutiyet sonrasında, bu tarihlere kadar bilimsel planda devam eden Türkçülük’ten siyasal boyutları da olan Türk milliyetçiliği/Türkçülük fikrine geçilir. 20. yüzyıl başlarından itibaren kurulan milliyetçi dernekler, yürüttükleri faaliyetlerle Türk milliyetçiliği ideolojisinin daha geniş bir tabana yayılmasına yardımcı olmuşlardır.

Türk milliyetçiliğinin başlangıç noktasında geniş bir Türk coğrafyasını içine alan ‘Turancılık’ vardır. Bu görüşün fikir babası Ziya Gökalp’tır. Kendisini değişen şartlar doğrultusunda yenileyebilen Gökalp, sonraki yıllarda Turan anlayışından Türkiye Türkçülüğüne doğru bir geçiş yapacaktır. Zira Gökalp 1923’te yayımlanan Türkçülüğün Esasları’nda Turan’ın Türklüğün uzak bir mefkûresi olduğunu ve ancak kültür sahasında gerçekleşebileceğini belirtir. Aynı yıllarda milliyetçilik düşüncesi etrafındaki söylemlerden biri de Yahya Kemal’den gelir. Yahya Kemal, Fransızların toprağa bağlı milliyetçilik fikrini Osmanlı’nın ve Anadolu’nun gerçeğine yakın bulmuştur. Onların “Fransız toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı,” düşüncesini esas alarak Anadolu toprağının yeni bir Türk insanı yarattığı tezini savunur. Buna göre Avrupa tarafından ‘barbar’ bir kavim olarak görülen ve Asya topraklarına geri gönderilmek istenen Türkler, bu topraklara geldikleri 1071’den itibaren yeni bir insan, yeni bir medeniyet ve yeni bir tarih oluşturmuşlardır. Türk insanı geleceğe yönelik ümitlerini Türkiye Türkçülüğüne odaklanarak aramış ve millet olma idealini de bu düşünce sayesinde kazanabilmiştir. Kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin esasları da yine Türkiye Türkçülüğüne dayandırılmıştır.

Judanis bir milletin millet olabilmesi için sınırlarını genişletmesi ve kendi edebiyatını yaratması gerektiğini savunur. Milliyetçilik ideolojisinin son hedefi olan bağımsız devletine ulaşması için de bir oluşum sürecine ihtiyaç vardır. Öncelikle aralarında ortak tecrübe ve değerlerin olduğuna inanan insan topluluğunun millet hâlini almayı arzulaması gerekmektedir. Ardından bu milletin kendini yansıtan bir devlet kurma isteğini hissetmesi elzemdir. Bundan sonra milleti bir arada, devleti ise ayakta tutacak ortak duygulara ve değerlere ihtiyaç vardır. Bütün bunlar edebiyat üzerinden oluşturulur. Türk milliyetçiliği de 20. yüzyıl başlarında bu süreci takip etmiştir. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla ise Türk milliyetçiliği hareketi devletleşme aşamasına geçer.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında, Türk milliyetçiliğinin 20. yüzyılın başlarında edindiği tecrübeleri esas almıştır. Gökalp’ın daha önceki yıllarda Türklüğün prensibi olarak sunduğu Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak fikirleri, etrafında birleşilen ve Türkiye Cumhuriyeti’ni meydana getiren değerler hâline gelir.

Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları ‘nda Türkçülüğün bir programı yapılır. Bu programa Türkçülüğün tarihinden ve milletin tanımından başlanır. Türk milliyetçisi olan aydının yolu da ‘halka doğru’ ve ‘garba doğru’ olarak belirlenir. ‘Halka doğru’ ve ‘garba doğru’ Türk milliyetçiliğinin en önemli programıdır. Buna göre aydın halka giderek ondan harsı (kültür) almalıdır. Milletin ve milliyetin temel değeri olan hars, yani millî kültür, halktadır. Yine aydın, halka medeniyeti götürmelidir. Gökalp tarafından ‘tahris’ ve ‘tehzip’ kelimeleriyle bizzat kavramlaştırılan bu durum yeni bir sentezdir. Çünkü tahrisle halkın edebiyatı, dili, müziği, sanatı, gelenek ve görenekleri kısaca tarih boyunca kendi renkleriyle dokuduğu millî kültürüne ulaşılacaktır. Tehzipte ise, halkta bulunan ve öğrenilen bu millî kültürün batılı sanat ve ilim metotlarıyla işlenerek yeni bir yapıya kavuşturulması sağlanacaktır.

Türk aydını önce Millî Mücadele yıllarında birlikte bir kurtuluş mücadelesi vermek için, sonra da kurulan devletin gerçek sahibi olan Türk halkına hizmet götürmek ve onu yükseltmek için halka gitmiştir. Bu dönemde tam bir aydın-halk kucaklaşması yaşanmıştır.

Belirtildiği gibi, bu edebiyatı yapan şartların büyük bir kısmı bir önceki sanat devresinden devralınmıştır. Ancak buna İstiklal Savaşı, Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu insanı ve Anadolu coğrafyası da eklenmiş ve Anadolu etrafında mistik bir heyecanla bağlanılan ‘millî romantizm’ oluşturulmuştur.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.